Hep bir yakın bulmuşumdur kendisini kendime. Her zaman uygulayamasam da öğütlerini ilgiyle dinlemiş, hayata bakışını hep merak etmiş, ‘Yaratılanı Yaradan’dan ötürü’ sevmesini çok sevmişimdir. Saygıyla karışık bir çekinme, merakla karışık bir hayranlıkla hep okumuş, anlamaya çalışmışımdır felsefesini; Mevlana Celaleddin Rumi’yi…
Ne zamandır yazmak istiyordum aslında bu yazıyı, Mesnevi’yi okuduğumdan beri. Haddimi aşmak mıydı korkum ya da kifayetsiz kalacak kelimelerim miydi beni durduran, bilmiyorum. Ama kalemim, son verdi bu duruma, sözcükler çıktı raydan, cümleler koştu tasavvufa. O halde dedim kendi kendime, tam zamanıydı belki yazmanın, kendisinin düğün gecesi kabul ettiği aslında ölüm yıldönümü olan Şeb-i Arus’da…
Farklı bir yanı var Mevlana’nın, diğer düşünürlerden farklı bir yanı. Herkesin sevdiği, saygı duyup benimsediği. O- bu –şu diye ayırmadığı için insanları belki, tüm dinlerin özünün aynı olduğuna, sevginin evrenselliğine inandığı için mi yoksa dine kattığı estetik boyutla ya da dansı, müziği, şiiri dinsel ritüellere kattığından mı bilmem ama çok sevilmiştir hep, sayılmıştır. 13. yüzyılın başında simdi Afganistan sayılan topraklarda doğmuş, babasının zamane yönetimiyle pek uyumlu olmayan fikirleri yüzünden ailecek iltica edip biraz gezdikten, gördükten, arada Mekke'ye gidip hacı olduktan sonra Konya'ya yerleşmişler. Dedim ya kendi ruhunu kattığı bir farklılık yaratmış Mevlana; Organize dine bütünüyle karşı, dansla müzikle şiirle İslam Rönesansını gerçekleştirmiştir.
Bana göre ise müthiş uyumu, kaosu, kuantumu ve birbirine bağlı olan her şeyi zamanında çözmüş, çelişkilerin hayatın özü olduğunu kabul etmiş şahsiyettir kendisi. Bir peygamber değildir elbette ki, ancak kutsal bir kitaptır, yazdığı Mesnevi’si…
"Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı." diyen bir filozof, “Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma." diyen bir düşünür, “Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır." sözü ile başka bir şey demeye gerek bırakmayan üstün, şimdilerin tabiriyle ‘aşmış’ kişidir.
Tabi Mevlana deyince ‘O’ndan bahsetmemek olmaz. Güneş ve ay gibi çünkü onlar. Bazılarının düşük algılarıyla çirkin yakıştırmalar yaptıkları, sığ düşünceleri, kirli yürekleriyle bahsedilen ‘ilahi aşkı’ anlamaktan çok uzak düşünceleriyle yargıladıkları bu ikiliden; Şems-i Tebriz-i’den yani Tebrizli Şems’den…
Mevlana’yı hayatta en fazla etkilemiş kişi 0; Şems, Mevlâna'yı Mevlâna yapandır. Karşılaşıncaya kadar Mevlâna, bir alimdir, Konya’nın sevgilisi, olgun ve makul baş müderrisi. Aklın ve bilimin sınırları içinde dolaşan mantıklı bir İslam aliminden bir fırtına, bir sanatçı çıkaran Şems’tir.
Ansızın gelir Şems; Yaşı kırkı bulmuş olan Mevlâna’nın belki de hiç beklemediği ve ümit etmediği anda. Şems güneş demektir ve bu güneş öyle bir sel yaratır ki Mevlâna’nın engin denizlere benzeyen ama henüz rüzgar görmemiş sakin ve emniyetli ruhunda, suyun toprağa kavuşması gibi kavuşurlar. İlahi aşka kavuşmak için birlikte yürüyen bu dostluğun kanlı sonu gibi sanki, Şems bir bıçak gibi böler Mevlâna’nın ömrünü tam orta yerinden ikiye. Öncesinde Mevlâna ne idiyse artık o değildir; Temkinliyse temkini bırakır, mantıklıysa aklın sınırlarını çatlatır. Şems ona, ruhun akla üstünlüğünü, gerçeğin akılda, fikirde, bilimde değil, yürekte, sevgide olduğunu anlatır. Ondan tamamlarlar birbirlerini, akıl ile kalp insanın temeli, zaten hayatın ta kendisi değil mi…
Ne çok okuyorum bu aralar onu, beni anlatıyor sanki, söylemek isteyip de söyleyemediklerimi. Ne güzel diyor Şems-i Tebrizi; "Sonsuzluğa götüren bir denizin kıyısına varmıştım. O zaman anladım ki susmak bir cüsse işi, derin denizlerin işi. Sığ suları en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyor, derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli..."
Yüreğindeki aşkla bütün etmiş Şems kendini Mevlana’ya. Aşkı anlatmış ona şöyle, hem dünyevi hem uhrevi;
“Cennetten kovulduklarında üç şey seçildi; Kelimeler, Annelik duygusu, Aşk. Kelimeleri Adem aldı, annelik duygusu Havva'ya kaldı. Sonuncu ortada kaldı çünkü aşk çok ağırdı...”
Ne tek başına akıl ne de tek başına kalp yetiyor dünyada. Birini seçsen diğeri imtihanın oluyor, hayat seni tam oradan vuruyor. Direnmekti yaptığım benim, uzun zamandır; Hayata, isteklerime, düşlerime en çok da kendime. Direndikçe yıprandım, inkar ettikçe yoruldum, korktukça kendimden oldum. Bakın burası hepimizin sancısı; “Değiştirmeye çalıştıkça kendim değiştim, cesaret edemedikçe güçsüzleştim. Sonra bir gün Şems’in şu dizeleriyle karşılaştım; Beni tutan kollarımdan, ayağa kaldıran;
“Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. ‘Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir’ diye endişe etme. Nereden biliyorsun, hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını, bir düşünsene…”
Ölümü bile bir son değil bir başlangıç olarak kabul eden, “Düğün gecesi” diyen, ardımdan yas tutmayın diye vasiyet eden büyük Üstat, nurlar içinde yat !
Ayna oldun bize, sahip çıktın, ‘Ne olursan ol gene gel’ diyerek de biz senin kadar olamadık, kul şaşar, insan beşer. Ama yola yine senle devam ediyoruz, seniz sözlerin bize yeter.
Demek istediğim;
Olduğu kadar, olmadığı kader…
CANSEN ERDOĞAN
twitter : @cansenerdogan
instagram : cansenerdogan
instagram : cansenerdogan
Snap chat : cansencann