Bir telaş, bir telaş…
Okul telaşı, işe motive olma telaşı, sosyalleşme telaşı.
Yaz biterken önüne geçip; “Açaydım kollarımı, gitme diyeydim”i isteme pürtelaşı…
Tribal enfeksiyonların yerini gribal enfeksiyonlar almış. Annem hasta, kardeşim hasta, ofisin yarısı hasta. Bendeniz, bu kadar hastanın içinde ne zaman hasta olacağım diye yasta. İşte böyle bir gümbürtü, patırtı kütürtü içinde verdim dikkatimi eve. Bir yandan tadilatlar, bir yandan hurçlar içinden çıkacak kışlıklar derken eski resimlere, albümlere kadar uzandı mevzu. Doğamda mevcut olmayan, bünyeme de aykırı hamaratlık virüsü girmişken kanıma orayı da bir düzenleyeyim dedim. Karışık halde duran fotoğraflardan birini aldım elime, oğlum doğduğunda hastanede çekilmiş fotoğraflardan biriydi. Kalabalık, gırgır şamata pozlardan birinde sevgili doktorum da vardı. İşte o fotoğrafla birlikte on yıl önceye gittim ışık hızı, flaş bellekle…
Son günüydü hastanenin. Birazdan bebeğimizi alıp eve gidecektik. Oda yine kalabalıktı. Doktorum muayenesini yapıp gitmek için hazır olduğumuzu söyledikten sonra herkese odadan çıkmasını rica etti. Annem dahil kimsenin kalmamasını istedikten sonra oturdu yanıma ve hayatımı değiştirecek şu cümleleri söyledi;
“Bak Cansen, son derece akıllı, başarılı, hırslı, ne istediğini bilen biri olabilirsin evet. İstediklerini gerçekleştirecek gücün, kuvvetin, enerjin de olabilir. Ama hayat her zaman düşündüğün gibi gitmez. Seni dokuz ay boyunca izledim, takip ettim. Bana kontrole gelmeden önce çalışmış, bebekte o mu var, bu mu olacak diye araştırmış, doğumu sen yaptıracakmış gibi hazırdın hep. Tersliğe, engele tahammülün yoktu.
Cansen; Hızla akan bir nehrin yatağını değiştirmek için uğraşma. Sen alüvyonları değiştirip, taşları oynatıp yatağın yönünü değiştirmek için ne kadar çabalarsan çabala, boşuna. Suyun şiddeti buna engel. Ne yaparsan yap o su akıp geçecek, sen boşuna yorulduğunla kalacaksın, yazık değil mi sana?”
Şaşırmıştım. Peki ne yapmalıydım?
“Bırak kendini suya. Sırt üstü uzan ve akışta kal. Belki akarken kenarlara, çalıya çırpıya, taşa, kayaya çarpıp yaralanacaksın, kanayacaksın ama o su seni denize götürecek nihayetinde. Boşuna yorulmuş olmayacaksın yani neticede…”
Yıllar geçtikçe fark ediyorum ne demek istediğini. Ne gereksiz çabalamışım meğer, ne uğraşmışım boşuna. Hayat kendi istediği yere götürmüyor mu hep sonunda…
Sizde de var mı bilmem ama benim isyan dolu, otoriteye karşı ruhumdan mıdır, hep bir akıntıya karşı yüzme, hep bir şeylere yetişme kaygısı vardı, acele acele. Sanki durursam düşecekmişim gibi, sanki yavaşlarsam bir şeyleri kaçıracakmışım gibi. Bir gün farkettim ki asıl acele ettikçe ıskalıyorum bir şeyleri. Kaldırdığımda başımı, gördüm ki tüm düzen ahenkle ve yavaş yavaş ilerliyor; Mevsimler zamanında geliyor, yapraklar zamanında dökülüyor, çiçekler zamanı gelince açıyor. Yağmurlar, hayat kısa diye yağmaktan vazgeçmiyor. Vee Deniz Seki’nin o çok sevdiğim şarkısında dediği gibi; “Acıyı tattığı halde, her çiçek bal saklıyor”…
Uzun zaman önce “Sliding Doors” diye bir film izlemiştim. Gwyneth Paltrow’un oynadığı filmde, Helen isimli karakterin, o gün evine dönerken metroyu kaçırması ile metroyu yakalaması arasında sadece bir saniye vardı. Film, bu bir saniyenin onun hayatında ne kadar büyük farklar yaratabileceğinin öyküsüydü. Her iki olasılığın yol açacağı gelişmelerin paralel olarak yaşandığı filmde sonuç değişmiyor, sadece gidilen yolların farklı olduğu anlatılıyordu. Film, hayatı anlattığı için etkilemişti beni; Kaderi değiştiremeyiz ama yolu biz seçeriz…
Nehrin yatağını değiştirmekten bahsetmiştim ya hayatın da önüne geçmeye çalışıyoruz ama sonu hep hüsran. Tıp ilerliyor, yeni aşılar, formüller, tedaviler bulunuyor ama yine kanser kazanıyor. Hava tahminleri önceden biliniyor, önlem alınıyor ama yaz günü kopan tufana, önüne geleni ezip yıkan yağmura karşı konulamıyor. Hayat bizden hep önde, bunu artık kabullenmek gerekiyor…
İsyanlarım vardı benim de herkes gibi, haksızlık bu diye bağırıp çağırdıklarım. Uçarak giden zamana tutunup yere çakılmışlığım. Değiştirmeye çalıştıkça yoruldum, yoruldukça pes ettim, pes ettikçe tükendim. Oysa boşunaymış feryadım, gereksizmiş hayıflanmalarım; İşin özü, bırakmakmış akışına, su akıp bulurmuş yolunu sonunda. Şimdi çok daha huzurluyum; Biteni, gideni, sona ereni kabul ediyorum artık. Olması gereken buymuş deyip yola devam edebiliyorum. Ben kabullendikçe de hayat benle inatlaşmıyor, daha fazla yük yüklemiyor, dersini almış bu deyip ‘sınavdan’ geçti diyor. Siz de kabullenin, siz de geçin
Velhasıl azizim, yağmurun yağmasını engelleyemezsin ama yağmurda ıslanmamayı becerebilirsin. Duygular dalgalar gibidir, gelmesini engelleyemezsin ama hangisinde sörf yapacağını seçebilirsin. Hayat sana istediklerini vermez, istediklerini gerçekleştirmek için gerekenleri verir. Yağı verir, unu, şekeri, irmiği. E helva istiyorsa canın, bir zahmet karıştıracaksın hepsini. Keşke, keş’lerin lafı yani kafası bulanık olanların. İyiki’ lerin dolaşacak kanında.
Direnme hayata, bırak nehir denize, sana rağmen değil seninle birlikte varsın.
Oluruna bırak, olmazsa gene bırakırsın.
Son olarak ;
Hayatı akışına bırak ama dikkat et boşa akmasın…!
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: @cansenerdogan
Merhabalar cansen hanım, Kaleminize gönlünüze yüreğinize sağlık, GÜZEL bir yazı olmuş her zaman ki gibi, yine güzel ve anlamlı sözler yazmışsınız, GÜZEL KALBİNİZ İNCİNMESİN İNŞALLAH SAYGILAR SELAMLAR