Uçaktayım şimdi, uçakta yazıyorum yani. En sevdiğim yazılar uzaklarda, yolculuklarda yazdıklarım. Şehrin kaosundan, zamanın rutininden sıyrılıp da her şeye ve herkese biraz uzaktan ya da şu anda olduğu gibi biraz (!) yukardan baktığımda karaladıklarım…
Yüzlerce feet yukarda, bu kez eve dönüş yolunda dökülüyor sözcükler parmaklarımdan. Hayattan kısa bir mola çalarak arkama dahi bakmadan koşarak gittiğim yolculuktan geri dönüyorum. Bunaldığım, daraldığım, onlarca dosyanın içinde, birbirinin aynısı günlerde kendimi boğulmuş hissettiğim bir zamanda kaçtım her şeyden. Ajda Pekkan’ın üst dudağı gibi kımıldamayan bir yorgunluk örtmüştü üzerimi. ‘Kadın susuyorsa eğer…’ diyen cümleleri, ağdalı, filozofik kelimelerle değil, ‘susuyorsa, su verin’ şeklinde iğrenç sözlerle tamamlamaya başlamıştım. Bu, bana yakışan bir şey miydi? ; -Haaayıııırrr !
Tehlike çanları çalmaya başlamıştı çoktan. Telefonu şarja takmaya bile üşenir olmuş, adam kalkmış, telefonu icat etmiş, sen şarja takmaya üşeniyorsun diye kendime kızmaya başlamıştım. O halde vakit gelmişti; Sıkıştırıp umutlarımı bavula, düşecektim yollara…
Paris’teydim işte!
Dünyanın en güzel, en küstah, en gururlu, romantik şehrinde…
Bugünden kaçıp düne sığınmıştım sanki. Buram buram tarih kokan sokaklarında kulağımı eski binaların soğuk, pütürlü duvarlarına yaslayıp duymaya çalıştım geçmişin seslerini. Napolyon’u Josephine’e serenat yaparken duydum Elysee Sarayı’nda. Edith Piaf’ı ‘Padam Padam’ diye mırıldanırken dinledim, loş kaldırımlarda. Victor Hugo’nun kaleminden, dünyanın en meşhur kamburu Quassimado’nun Esmeralda’ya duyduğu imkansız aşk için ağladım, tenha bir Fransız cafesinde.
Yağmur şehre bir şiir gibi kafiyeli yağıyordu. Eldivenimin içindeki ellerim sıcacık, burnum soğuktan kıpkırmızıydı. Hiçbir sokağa ait hissetmiyordum kendimi ama gidemiyordum da. Sonsuz bir umutla kanat çırpıyordu güvercinler kalbimde. Peki bedenimden sızan yanık kokusu da neydi, o halde. Bilirsiniz, bizde acıyan yere rakı basılır, basılır da burada bulamazsın ki...
Şarap olsa olmaz mı ?
Şarap yaşayanlar içindir, rakı ise hikayesi yarım kalanlar için…
SacreCoeur’ün merdivenlerinde durup da tepeden baktığım ey aziz Paris; Siluetin gerçekten nefis. Ama en çok sessiz hüznün etkiliyor beni. İçimde şarkı söyleyen küçük kıza inat, avaz avaz susmak istiyorum ben de, senin gibi.
Monmartre’daki ressamlar tepesinde, karakalem portremi yapan sanatçıya poz verdiğim bankta bırakıp kendimi,gidiyorum!
Çünkü gitmek gerek bazen. Elinden tutup kaderin, karanlığın içinden seçmek lazım tüm beyazları. Yeniden bir doğuş lazım güneş gibi, esmek gerek rüzgar gibi…
Gitmek gerek bazen. Her şeyi tam da olduğu gibi bırakıp fütursuzca kaçmak gerek. Hazırlanmadan, kahvenden o son yudumu almadan çekip gitmek gerek. Yağmur yağarken, şimşek çakarken belki de güneş açmışken çıkmak gerek yola. En iyi bildiğim şey bu benim, gitmeyi bilmek, kaçabilmek. Kimine göre cesaret kimine göre korkaklık bu, evet. Ama böyleyim ben işte, tanıştırayım kendimi size; Yeryüzünün en cesur korkağı!
Bir çift geçti yanımdan, kızın boynuna doladığı kırmızı fuları yerlere sürünen, öpüşürken. Köşedeki kaldırımda Fransızca bir şeyler mırıldanan dilenciyle göz göze geldim. Rengarenk ışıklarla yılbaşına hazırlanan Opera Meydanı’ndaki süslü vitrinleri seyrederken gülümsedim, camdaki aksime;‘Bir gün ölmek için, her gün yaşıyoruz be, çok da ciddiye almamak lazım hayatı, nasılsa sağ çıkan yok içinden’…
Eski zaman şövalyelerinin o gururlu ışıltısı ile önümde reverans yapan Eiffel Kulesi’ne elimi uzatıp kabul ettim dans teklifini. Demir gibi güçlü bedenine yaslarken bedenimi, dudakları kulağıma değdi ve ılık nefesiyle fısıldadı usulca; Boş vermek gerek bazen, unutmak. Hatırlamamak, bazen "yokmuş" gibi davranmak...
Belki umursamamak, bazen gitmek gerekir, ardına bakmamak...
Sil baştan’lar gerekir bazen. Kim bilir belki de mutluluk,‘sil baştan’ların ardına gizlenmiştir, belli mi olur?
‘İki yakası bir araya gelmeyen’ İstanbul, ışıkların içinde tüm gizemi ve serkeşliği ile gözükmüştü işte. Gökyüzünden bakınca ne kadar da edepli duruyordu öyle. ‘İniş içinalçalıyoruz, lütfen kemerlerinizi bağlayın’ anonsu saçma geldi birden. Ben aksi kanaatteydim çünkü; ‘Çözün artık kemerleri, sizi sıkan, boğan her şeyi. Yükselmek için hazırız…’
Ve canımın İstanbul Köşesi, diyeceğim şu ki;
Bazen uzaklaşmak gerek yakınlaşmak için…
Susmak gerek, anlatmak için…
Silmek gerek, başlamak için…
Yürek işidir o, herkesin harcı değildir kaçabilmek
Ama;
Bazen kendine gelmen için başkalarından gitmen gerek !...
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: @cansenerdogan