GİTME !
Parmaklarıma yapışmış, sözcüklerime sinmiş bir buruklukla yazıyorum bu yazıyı. Kabul edemediğim, hazmedemediğim ama değiştiremediğim bir gidişi engelleyememek, açıp da kollarımı; ‘Nereye gidiyorsunuz, durun’ diyememek…
Büyük Kavimler Göçü’nü hatırlarsınız tarihteki, işte onun bir benzeri yaşanıyor çevremizde usul usul. Pılını pırtısını toplayan, işini gücünü ayarlayan, kenarda üç-beş kuruş birikmişi olan herkes, memleketi terk ediyor. İmkanları yeterli olmayan da nasıl yapsam da gitsem buralardan diye plan-program yapıyor. Nice mühendisler, sanatçılar, doktorlar, üst düzey yöneticiler, müdürler var aralarında. Gerekçe de hep aynı; “Gelecek yok artık bu ülkede, çocuklar kurtarsın bari kendini”, “Her şey belirsiz, ne olacak buralarda bizim halimiz”…
Üç tarafı denizlerle, dört bir yanı düşman ülkelerle çevrili yurdum, bir yetimliğin, çaresizliğin ortasında, bağrına bastığı evlatlarını gönderiyor uzaklara. Yalnızlığı büyütmez insanı, yalnızlığında büyür ya hani, ölüm acısı ile vatan aşkı arasında bir savaş yaşanıyor sınırlarda. Her metrekaresi dedelerimizin kanıyla sulanmış, uğruna ne acılar, sevdalar, hayatlar adanmış yurdumuza gözlerini dikmiş, ağzından salyalar akarak; ‘kan’, ‘kan’ diye bağıran batının emperyalist güçlerine karşı çarpışılıyor omuz omuza. Ve kıyamet koparken dağlarda, ecdadın bin bir emekle uğruna canını feda ettiği bu topraklardan gitmeyi düşünenler var aramızda. Neymiş, can güvenliği yokmuş, neymiş, çocuklarını nasıl bir gelecek bekliyormuş, ülke artık bitmiş, okeye dönüyormuş…
Bugün pazartesi, sıradan bir pazartesi değil ama. Bugün 18 Mart; Bir yiğidin düştüğü yerden kalkması, uyanışı. Asırlık bir uygarlığın kalbine batırılan hançerin çıkarılması, tarihin baştan yazılması. Çanakkale Zaferinin yıldönümü bugün, sadece Türklerin değil bütün dünyanın seyrini değiştiren bir galibiyetin günü. Binlerce şehidin can verdiği, binlerce hikayenin yarım kaldığı bir destan. İşte o hikayelerden biri;
Ali adında bir köy delikanlısı vardı. Ali, köyün güzel olduğu kadar terbiyeli kızı Adeviye ile evlendi. Ancak vatan toprakları tehlikedeydi o günlerde. Adeviye, Ali’yi kendi elleriyle hazırladı cepheye; “Git Ali’m… ! Vatan için, doğacak evlâdımız için git”...
Ve Ali gitmişti bir kış soğuğunda. Cepheden şehitlerin haberi tez ulaşıyordu köye. Her seferinde; Ali’mden bir haber var mı? diyordu Adeviye, kalbi yerinden fırlarcasına. Bir haber yoktu Ali’ den. Sağ mıydı, yaralı mıydı, adı sanı bilinmez bir yerde şehitlerin arasına mı karışmıştı, bilen yoktu. Adeviye günlerce, mevsimlerce bekledi, bekledi... Günler yokluk, kıtlık ve sıkıntıyla geçiyordu. Asker Ali’den iyi veya kötü, bir haber gelmiyordu. Adeviye’nin tesellisi minik yavrusu Cevdet’i olmuştu. Çalan her kapı, duyulan her ayak sesi, Adeviye’nin yüreğini hoplatıyordu; Ya gelen Ali ise! … Rüyalarına sık sık giren Ali, evine gelmiyordu bir türlü. Babasının bir fotoğrafını dahi göremeden büyüyen, Çanakkale’yi anlatan ninniler, anasından masal yerine destanlar dinleyen Cevdet, yürümeye başlamıştı...
Ülkenin düşmandan temizlenmesinin üzerinde yıllar geçmişti. Ali’den hala haber yoktu. Yaslı anacığına acısını unutturmaya çalışan Cevdet büyümüş, iş güç sahibi olmuştu.
Adeviye ne vakit bir yere gidecek olsa, Baban gelirse, çağır beni oğul! derdi;
“Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha…”, “Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha...”, “ Ben mevlide gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha...”
Günler geçti, zaman çark misali döndü. Alınlarda çizgiler derinleşti, saçlara beyazlar düştü. Adeviye, Ali’nin geleceği ümidiyle yaşadı durdu. Savaş yıllarının o taze gelini, şimdilerin nurlu ninesi Adeviye, güçten takatten kesilmişti artık. Geri dönülmez hastalığın pençesine düşmüş, iyice ağırlaşmıştı Cevdet’i yanına çağırdı, yavaşça; “Oğlum !” dedi. “Bana iyi baktın, hakkını helâl et… Baban bir gün gelirse ona; annem seni hep bekledi, de...”
Cevdet ve oradakilerin gözlerinden sicim gibi yaşlar süzülürken, Adeviye aniden irkilerek doğruldu, kapıya doğru gülümseyerek; “Hoş geldin Ali, hoş geldin !” diyerek ruhunu teslim etti...
Bu hikayeyi öğrendiğimden beri kalbimde bir yer sızlıyor, yarım kalan sevda adına, babasız büyüyen Cevdet adına ve daha nice yarım kalmış hayatlar adına…
Daha güvenli bir hayat, daha yüksek maaş, daha iyi bir yaşam için ülkeden gidenlere, vatanını terk edenlere sormak istiyorum;
“Senin deden, kaçmış mıydı arkasına bakmadan, vatan elden gidiyor diye. Nenen sırtlamamış mıydı cephaneyi, barutu, tüfeği. Evladın yaşında, tüyü bitmemiş delikanlılar, sen rahat yaşa diye vermedi mi canını Malazgirt’te, İnönü’de, Çanakkale’de. Sövsen de, istesen de, istemesen de, kızsan da, saydırsan da aynı milletin evlatlarıyız biz, nereye gideceksin söyleseneeE?
Başka bir ülkede, dilini, dinini bilmediğin bir coğrafyada her şeye yeniden başlayacakmış. Düşünsene, sarımsak dövücünün bile adını yeniden öğrenecek. Birisi bir şeye ‘yok’ dediğinde, ‘hiç mi yok’ diyemeyecek. Vapurda simit yiyemeyecek, yiyemediğini kuşlara veremeyecek. Dönerle ayranı aynı anda bitirme telaşına giremeyecek, fenerlisi, cimbomlusu, milli maçta galibiyette sarılıp birbirine, sevinemeyecek. Buraları terk edip gittiği o ülkede, hep ikinci sınıf insan sayılacak.
Sizi bilmem ama dedeme, nineme, rahat uyuyayım diye nöbet tutan askere, bu topraklarda yaşayabileyim diye canını veren Mehmetçiğe borcum var benim. Geçmişim buradaysa geleceğim de buradadır. Son damla kanım damlayana kadar toprağıma, son nefesim yurduma feda olacaktır.
Ant içerim ki gidersem eğer, gittiğim yollar, yeni yurtlar bana haram olacaktır.
Çünkü;
Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır!
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: @cansenerdogan