Gece soğuk, gece ayaz…
El ayak çekilmiş, şehir kendi yalnızlığının cenaze namazında…
Etraf, hayatın karakter oyuncularının hayali ile kalabalık ama onları tanıyamayacak kadar karanlık.
Etraf, hayatın karakter oyuncularının hayali ile kalabalık ama onları tanıyamayacak kadar karanlık.
Yatak dar geliyor, yorgan boğuyor.
Yediveren güllerinin hayat veren kokusunu içine çekmek belki de o an için tek çare gibi gözüküyor balkona çıkıyor.
Bir tokat gibi yüze çarpan yağmurla irkiliyor.
Yağmur geceyi seviyor, gece de yağmuru…
Yağmur, gündüzün isyanı;
Güneşini kaybeden gündüz, geceye veryansın ederken gözyaşları yağmur olup düşüyor.
Gece de asla kavuşamayacağı gündüzünün yaşlarını, karanlıkla örtüyor.
Ama sessizce değil;
Bir yanda köpek ulumaları, bir yanda duyulan düdük, siren sesleri, berduş naralarıyla…
Yediveren gülleri mi?
Onlar boyunlarını karanlığa bükmüş sabahı gözlemekte. Yapraklarının üzerindeki gözyaşları katre olmuş erimekte ve kendi mucizelerini beklemekte.
Onlar, gündüzün güneşten olma çocukları;
Yağmurla büyüyen, yazı özleyen, güneşle beslenen...
Onların mucizesi güneş;
Hayat veren, verdiği hayatta kol kanat geren…
Ya bizim mucizelerimiz…
Anlatılmaz mucizeler;
Bir anda hayatınıza girmekle bir anda yok olmak arası bir şeydir.
Rengarenk vitraylardan oluşan incecik camdır mucize;
Durdukça kırılabilecek, kırıldığında kanatabilecek.
Ama gözlemekten ve beklemekten hiç vazgeçilmeyecek…
Yeni yılın bu ilk yazısını çok düşündüm.
Misyonu büyüktü çünkü. Kararları, planları, umutları, inançlarıyla kalem darbesi vurmak kocaman bir yıla.
Zor oldu valla...
Ama buldum sonunda;
En güzeliydi mucizelerden bahsetmek, hele de gerçekleşebileceğini bilerek…
İnanmakla başlar mucize.
İnanç, mucizeden doğmaz, mucize inançtan doğar.
Yaradılış, en büyük mucizedir.
Bir gaz ve toz bulutuyla başlayan mucize, büyük bir patlamayla devam eder. Milimetrik hesaplamalarla birbirine çarpmayan gezegenleri, yaklaşsa da yakmayan güneşi, sırası şaşmayan günleri, ayları, mevsimleriyle kainat, mucizenin öteki adıdır.
Doğum da öyle…
Kendinden küçücük bir can getirmek dünyaya, karnında kanınla beslemek, doğuşunu beklemek ve varlığı için şükretmek…
Minicik elleri, ayakları, seyrek saçlarıyla kucağınıza ilk aldığınızda, mucizeniz kollarınızdadır aslında.
Serbestçe ortalarda dolaşan ama görülmek istendiği anda ortadan yok olandır mucize.
Gün, güneşine küsüp de atınca kendini gecenin kollarına, ‘artık dayanamıyorum, burama kadar geldi ’ denilen noktada, tüm pişmanlıklar ve acılar yüreğin eskimiş bavulunda, her şey bitti denen anda duyulan fısıltıdır yukarıdan.
Hayal kadar uzak, dua kadar yakın olan…
Mucizelerin gerçekleşmesinin sırrı, onların varlığına inanmakta ve insan kendi mucizelerini kendi yaratır pekala. Her büyük başarının bir zamanlar imkansız diye düşünüldüğü göz önüne alındığında işin aslı, yüreğini ortaya koymakta galiba.
Tertemiz bir vicdanla uyuduktan sonra, duru bir ferahlıkla uyanmak sabaha.
Mutfak masasında bekleyen peynirli böreğin çıtır, kıtır tadında, taze kahvenin davetkar kokusunda.
Gecenin bilmem kaçında, saate bakmak üzere telefona uzandığınızda o’ndan gelen mesajı görüp hatta sesini duyduğunuzda.
Tatsız bir zamanda, kapınıza asılmış kiraz dolu kese kağıdında.
Zehirli elmanın fıstıklı profiterole döndüğü modern zaman masallarında.
Bir ebegümecinin yaralara merhem olan faydasında.
Mucize, uzaklarda değil gerçekten de, her nefes alışımızda…
Mucize, ancak ona gerçekten çok ihtiyaç duyulduğunda gerçekleşir.
O yüzden mucize ile umutsuzluk aynı soydan gelme kardeştir.
Umutsuzluk olmayınca, gerçekleşmez mucize.
Ve inanarak, mümkünse de gözler kapanarak tutulan dilek, edilen dua, arzunun şiddeti hızda duvara çarparak ruha geri döner.
Ve içindeki tüm siyahların mumu söner.
Çocukken daha çok inanılır mucizelere.
Güneşin doğmasından tutun da, çikolatanın yapılışına, oyuncakçı dükkanından çizgi filmlere kadar her şey bir mucizedir çocuklara.
Büyüklere kıyasla hayatın kendisinin bir mucize olduğunu sanmaları doğal bir tesadüf mü acaba.
Küçükken hayaller mi büyük, ya da biz büyüyünce hayaller mi küçülüyor yoksa?
Yakılan gemiler ardından gözyaşlarımızda yüzdürdüğümüz kağıt gemilerdir mucizeler… Sevgilinin genzi yakan özleminde, dokunabilmektir yüreğine. Her yer karanlıkken, gökyüzü yere indiğinde avucunda bulduğun yıldızlar, güneşli gökyüzünde uçlarına hayallerini bağlayıp saldığın renkli uçurtmalardır.
Bir şey diyeyim mi, mucizeler çoktur ama hiçbiri aşk kadar olağanüstü değildir.
Koca yeryüzünde Eros’un attığı oklarla aynı anda kalbinden vurulmak kaç kişiye nasiptir?
Ben olmaktan biz olmaya dönüşen surettir aşk ve aslında mucizenin ta kendisidir.
Doğmakta mucize, bir çocuğun gülüşünde,
Nefes almakta, nefesi kesilmekte, sevmekte, sevilmekte…
Bir elmanın ya da şeftalinin yarısı olabilmekte…
Uçan balonlarda, şarkı söyleyen dudaklarda, tuzlu gözyaşında…
Ve mucize ;
Yaradan’ın özene bezene yarattığında,
Gördüğün şeyde, aynaya her baktığında…
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan