Serin bir bahar akşamı… Uzun, ince bir masa…
Mezeler söylenmiş, balıklar ısmarlanmış, koyudan bir sohbet başlamış…
Bir tarafta şarap kadehleri tokuşturuluyor, öbür tarafta ‘aslan sütü’ onlara nazire yapıyor… İşte böyle keyifli bir ambiansta, ortamın küçük kahkahalarla, nüktedan laflarla süslendiği bir anda, konu son dönemin popüler dizisi; ‘Aşk-ı Memnu’ya geldi. Behlül’cülerle, Adnan’cıların ayladır süren çarpışmasına bu kez de Bihter’cilerle, Nihalci’ler katıldı. Masadakilerin ezici çoğunluğu; Bihter’i ve yasak aşkını esefle kınayıp bu aşkı ve suçu yerden yere vururlarken, birden şöyle bir yorum duyuldu;
“ İnsanın birisini sevmesi, ne zamandan beri yasak oldu ?”…
Önce kısa bir sessizlik oldu masada, arkasından da derin bir uğultu…..
‘Evliyse seven, bu hep yasaktı, atarken imzayı, bu yasak başlar’ dedi, yeni evli arkadaş…
‘Resmi olarak evlenmek için, aynı yastığa baş koymak için imza atılıyor evlenirken, bir ömür boyu başka kimseyi sevmeyeceğim diye değil. Belki mantıken böyle bir söz verebilirsin, ama kalben veremezsin’ dedi diğeri…
İşte tam o sırada, masanın hemen sol tepesindeki hoparlörden bir şarkı yükseldi; ‘sen imkansızsın, sensizlik imkansız, aşk imkansız…’, ve geceye damgasını vuran konu da böylece başladı…
Yasak aşklar, yerini imkansız aşklara bıraktı, o serin gecede…
Bir zamanlar çok sevilenlerin şerefine kalktı kadehler…
Kalbin en hassas yerinde yuva yapıp kalan, bedenin en kuytusunda hatırasını koruyanlar için çekildi ah’lar derinden…
Yıllar önce okul yolunda, elini tutup, o’nsuz yaşayamayacağını düşünürken, başkasıyla evlendiğini duyduğundaki o garip hüzün için, bir dakikalığına sustu masa; bir aşkın arkasından saygı duruşunda bulunurcasına…
Bir diğerinin gözlerinden iki damla yaş, yanaklarından usulca akıp gitti; çünkü çok sevdiği, ne yazık ki bir başkasına aitti…
Ya bir ışıkla yada dudakta sarı tozları, bir papatya ile sevişilen zamanlar canlandı çoğunun yüreğinde, o gece…
En uzun süren aşklar, yarım kalan aşklardır…. Ve gerçek aşklar, kavuşulmayan, belki de hiç kavuşulamayacak aşklar…
Çok sevdiğini kaybetmek…
Ya da, elinden gelen, onu sadece arada bir görebilmek…
Belki her akşam başkasıyla uyuduğunu bilmek, bunu acıyla kabullenmek…
Çok severken, bunu söyleyememek ve bir gün söylediğinde, geç kalmış olduğunu görmek…
Genç, yetişkin ya da yaşlı, herkesin hayatında, böyle birileri olmuştur mutlaka. Çalan bir şarkıda, rüzgarın getirdiği leylak kokularında, bir gün batımında, ansızın gelir aklınıza… Açılır kalplerin, beyaz sabun kokan çeyiz sandıkları, çıkıverir azıcık eskimiş ama sakız gibi bembeyaz anıları… Belki tutkulu bir öpüştür akılda kalan, belki de sıcacık bir bakış. Sahil kenarındaki dalgakıranlarda oturup ufka dalınan zamanlar canlanır dimağlarda, yada bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken, arabada oturup coşmuş denizin seyredildiği unutulmaz anlar… Yazık ki artık tarih olmuş en güzel yaşanmışlıklar ya da imkansız addedilen halihazırdaki en yakın uzaklar...
İmkansızlığın ötesi ölümdür ve ölüm imkanlı olduğunda aşk ölümsüzdür…
Ne imkansız aşklar gördük, hiçbiri unutturmadı sevmeyi, sevgiyi…
Aslında hiçbiri imkansız değildiler; Sebepsiz nedenlerin, sebepsiz zulmünü çekiyordu onlar…
Hiçbir aşk, imkansız değildi… İmkansız zamanların, gereksiz yalnızlıkların devamıydı onlar…
Capcanlı yaşanan, kavuşulan bir aşkın tarafı olmak şanssa eğer , kim bilir belki de imkansız bir aşkın tarafı olmak daha büyük bir şanstır…
Asla tüketilmeyecek, tükenmeyecek, bitmemiş, hep yürekte yaşayacak sonsuz bir aşkın sonsuz aşığı olmak…
Kimselerin ulaşamayacağı yerde saklı olan ve kimse tarafından da doldurulmayacak olan…
Aşk yasaksa eğer, ilk suçlu Adem’di; ondan bize miras kalan…
Aşk günahsa eğer, en büyük sevap, günahkar olan…
Peki aşk, imkansız olunca mı aşk , yoksa imkansız olan mı aşk….
Yarım kalmış, imkansız, söylenmemiş tüm aşklara ithafen ;
Cansen ERDOĞAN