BALIK
Merhabalar efendim, biliyorum modlar düşük, biliyorum sendrom tavan, hayat yavan. Ben de şöyle keyifli bir yazı yazayım dedim size, biraz düşündüren biraz da tükürük bezlerinizi harekete geçirip olsa da yesek dedirten. Hadi bakalım öyleyse;
İstanbul’u İstanbul yapan birçok özellik var evet ama bence en keyifli yanı, şöyle boğaza nazır yapılan rakı-balıkta saklı. Günün, haftanın dertlerinden, şehir keşmekeşinden sıyrılıp müşterilerin dertleri, çocukların ödevleri, kredi kartı ekstreleri, onun-bunun problemlerinden uzaklaşıp tokuşturulan kadehlerde, uzayan sohbetlerde anı yaşamak, hayattan çalmak demek…
Böyle bir akşamdı geçen gün işte; bir balık lokantasında memleketi kurtarıyorduk, kadehleri vura vura, o malum savaşı konuşuyorduk. Suriye’den girip Amerika’ya sallayıp, Rusya’yı teğet geçtiğimiz, dolar çıkacak mı çıkmayacak mı, Trump bu şekilde yeniden başkan olacak mı olmayacak mı konulu bir muhabbettin ortasında garson balıkları getirdi masaya. Görsel şölenden mi, havasından kokusundan, tadından mı bilemem memleket meseleleri bir kenara bırakıldı, mevzumuz artık sadece balıktı. Evet tahmin ettiğiniz üzere aslında savaşı yazacaktım bu hafta, Suriye’yi, terörü ama olmadı. Tıpkı o masada olduğu gibi burada da konu değişti, savaş yerine barış, pardon balık oldu J
Bilenler bilir, en sevdiğim mevsimdir sonbahar, yazın son demleri ile kışın ergenlik hali. Şehre dönüş, okula, işe dönüş. Dumanı tüten çaylar, sarı yapraklar, sonsuz yağmurlar. Ama en çok da balık demek bence. Uzun bir aradan sonra, balıkçıların yüzünü güldüren, soframızı şenlendiren, rokanın kardeşi, rakının yareni, balık vakti…
Rüzgarın sesinden gelip denizin mavisinde yol almak ve derin sulara dalmak. Belki tüm evren karşı balıklara, onları yemek için sırada lakin kim bilir, belki şans da onlardan yana. Sinir sistemleri olmadığından acı duyguları yok. Yalnızlık nedir bilmiyorlar çünkü en büyüklerinden en küçüklerine kadar hepsi sürü halinde dolaşıyor. Dünyaları bizimkinden çok farklı; Sakin, huzurlu. Renkleri muazzam, manzaraları nefes kesici. Üstelik manzaralarının dikilen gökdelenlerle kapanma ihtimali yok, en güzeli de hep suyun içindeler ama rutubet dertleri yok.
Dokunmadan sevebilmek… Ne zordur, dokunmadan sevebilmek. Bizim dünyamızda, ‘platonik aşk’ derler buna. Balıklar da öyle; dokunmadan sever, doymadan yer, bıkmadan kovalarız onları. Bize de benzerler hani, biz insanlara; Hafızaları yoktur onların da, en fazla üç saniye, tıpkı kendisine yapılanları çabucak unutuveren toplum insanları gibi. Dipte yaşayanları da vardır, su yüzeyine yakın yaşayanları da, aynı bizler gibi. Sonra hani kendi dünyanda, kendi denizinde yüzersin ya, bazen mutlu bazen mutsuz, belki yalnız belki umutsuz. Derken bir gün bir olta geliverir gözünün önüne, iğnesinin ucunda güzel sözler, parlayan cümleler vardır, merak edersin, yaklaşır bakarsın. Sazansın ya sözcüklere açsındır, aşka, sevgiye. Yemişsindir "yem" i, gelmişsindir oltaya. Oysa suçun yoktur, sadece merak etmişsindir, yüzmüşsündür sevgiye. Ucunda, ölmek olsa bile;
Oysa bilmezsin ki ‘balık baştan kokar’…
Göz kapakları yoktur balıkların. Bizler gibi gözlerini kapatıp kendi alemlerine dalamadıkları için derinliklerde, unuturlar her şeyi, gördüklerinin hemen üçüncü saniyesinde. Üzülmeyin yaa, belki de bu en iyisi. Şu acımasız hayatta kapatamıyorsan gözlerini, seyirci kalıyorsan, susuyorsan gördüğün çirkinliklere, en güzeli, insan içine çıktığında verebilmek son nefesini tıpkı balıklar gibi. Ne de olsa;
‘Battı balık, yan gider’...
Haa alışırsın o başka, çünkü balıkla gider en güzel sohbetler, balık sofrasında konulur ortaya tüm acılar, sevinçler, üzüntüler. Rakı şişesinde balık olmak istersin, istersin ki gitsin böylece bütün dertler. Balık da rakısız gitmez ki azizim. Ayılar, yılanlar, kediler de yer pek sever ya kendisini. Derler ki balık bilemezmiş, mideye inince bir süre beklermiş. Arkasından rakı gelmeyince, ‘acaba beni hangi hayvan yedi’ der, merak edermiş J
“Balık, her şeyi bildiğinden konuşmazmış” der bir Kızılderili atasözü. Sen git koca denizlere, sonsuz ummanlara hakim ol, göllerde, nehirlerde salın nazlı nazlı, sonra konuşsunlar arkandan bir de meze yapsınlar seni sarhoş masalarına. Konuşur musun, konuşmazsın tabi. Atarsın içine, haksızlıklar acıtır içini pare pare. Yaptığın iyilikler, kılçık olur içinde. Dayanamaz denize atarsın iyiliğini. Su sussa da balık konuşur seni. Ondandır ki;
‘İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir, ne de olsa…
Mangalların gözde, pardon ‘közde’ elemanı, hafızası yok diye eleştirilse, itibarı zedelense de duygusal anlamda bizden daha üstündür, onu kabul edelim bi önce de. Balıklar, ilkin yumurtalarını sonra da yavrularını ağızlarında taşır ve onlara zarar gelmesin diye yemek dahi yemezlermiş o süreçte. Çoğu tek eşliymiş, eşini de kendi seçer ve kendi eşinden başka hiç kimseyle çiftleşmezmiş, eşi ölse bile. Tanıdık geldi mi size, gelmemiş olması muhtemel çünkü pek yok bunlardan denizin üstünde, bizim çevrelerde. Oysa aksi davranan birçok insan yanınızda, karşınızda duruyor ve bunlar, balığı sadece krakerden ibaret sayıyor. Bir gün ansızın farkına varıyor ama iş işten geçmiş oluyor. Sevdiği, sevildiği, yuvası, evi dağılıp gidiyor. Ona düşen de arkasından bakmak oluyor. Ve sonradan anlıyor ki;
“Kaçan balık, büyük oluyor”…
Cansen ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter:@cansenerdogan
instagram: cansenerdogan