EN BÜYÜK MUCİZE
Bana hep sorulan sorudur bu; “Yazarken konuyu nasıl buluyorsun ?”
Cevabım şu oluyor; “Yaşarken o kadar çok olayla karşılaşıyoruz, o kadar hikayeye şahit oluyoruz ki konular kendi kendine çıkıyor ortaya, hayatın kendisi konu aslında…”
Gerçekten de öyle ama. Örneğin geçen hafta çok sevdiğim arkadaşlarımın, biri ikizlere olmak üzere iki doğumla üç bebeği dünyaya getirişlerine şahit oldum. Yeşeren yaşamların başlangıcını, sevinci, endişeyi, heyecanı, gururu, umudu aynı anda yaşadım.
Ve işte bu yazının konusu da kendiliğinden ortaya çıktı…
Doğum; Hayatın en büyük mucizesi…
En inanmayanın, en koyu ateistin bile şahit olduğunda tövbe edeceği yaşam iksiri.
Bir bedende iki kalbin aynı anda atmasının, bir bedende yeni bir bedenin varolmasının izahı başka nasıl yapılabilir ki?
Bilimsel verilere göre, normalde insan vücudu en fazla 45 del (birim) acıya dayanabiliyormuş.
Oysa doğum anında kadınlar, 57 del’e (birime) kadar acı çekiyorlarmış ki bunun şiddeti, vücutta aynı anda 20 kemiğin kırılması anındaki acı ile eşdeğermiş.
Dünyaya yalnız gelip yalnız göçen, ‘önce can, sonra canan’ düsturunu benimseyen, özünden kaynaklanan bencil yaradılışı ile insanoğlunun, hayatta kendinden önce düşüneceği ilk kişiyle tanışma vaktidir doğum aslında, gerekirse canını ortaya koymak pahasına…
Malumunuz hayat cinsel yolla bulaşan bir hastalıktır ve ölümcüllük oranı yüzde yüzdür. Yani bu hastalıktan sağ çıkılmayacağı kesindir. O halde ölüm kaçınılmazsa durumdan vaziyet çıkarmak, yaşamaktan keyif almak en güzelidir.
Hayat problemi, yıllarca cebelleşip durduğumuz havuz probleminden daha ciddi bir problemdir ve onun öyle kalıplaşmış bir formülü, çözümü de ne yazık ki yoktur.
Yaşayarak, acıyarak ve hatta kanayarak bulunur o çözüm.
İnsanın hayatındaki ilk sınavıdır doğum; Bulunduğu sıcak ve huzurlu anne karnından ıkına sıkına, kanırta kanırta, badireli bir yolculuğun ardından zorla dünyaya gelerek verir ilk sınavını. Ağlayışı ile çevresindekileri güldürdüğü yegane andır, doğum anı.
Daha ne olduğunu anlamadan popoya atılan bir şaplak ve ilk nefeste genzi yakan oksijen sayesinde de acı ile ilk tanışma zamanı…
Aylarca karnında sıcak ve rahatça yaşadığın o hatun kişiyle ve kendini kahraman zannedip seninle ilgili türlü hayaller kuran er kişiyle yanı gündelik hayatta anne-baba diyeceğin kişilerle tanışırsın ilk. Kocaman bir kalabalık karşılar seni çoğu kez, süslenmiştir çevren, etrafın eş-dost ve ailen. ‘Bebeğimiz gelmiş dünyaya, evde bir bayram havası’ modunda ev ahalisi. Şerbet tadında, pudra kokusunda bir zaman dilimidir o ilk evre, heyecan dorukta….
Ve süre başlar; Kum saatinden aşağıya düşen kum tanecikleri gibi akar zaman ta ki o son taneciğe kadar. Çünkü doğum, ölüme yaklaşılan zamanın başlama düdüğüdür.
Yirmili yaşlara kadar işlemez sanılır zaman, en gamsız aynı zamanda en prangalı zaman. Çocuksundur, ergensindir, gençsindir.
En karışık ve kaotik dönem, yirmi ile otuzlu yaşlar arasıdır; Okul bitirilecek, işe girilecek, evlenilecektir. Deli kandır o, hızlı akıp gidecektir.
Otuzlu yaşlar, sakin başlar; Yuva kurulmuş, işler rayına oturtulmuştur. O ara belki çocuk da doğurulmuş, neyse ki toplum bir süre için susturulmuştur.
Kan damarda sakin akmaya başlamışken bu kez de kırk yaş alarmları çalmaya başlar bedende. Bir panik dalgası yayılır bünyeye ve artık her şey mübah olur cesur olduğun ölçüde; Yapmak isteyip de yapamadıkların için fırsat yaratır, gitmek istediğin diyarlara yol alır, ‘o ne der, bu ne der’ kaygısını bir kenara bırakır, anı yaşarsın. En azından yaşamak için uğraşırsın. Şipşak sevişmelerin değil uzun uzun sevmelerin vaktidir artık. Sadece sizin duyabildiğiniz bir şarkıdır aşk, onun gözlerinden sızan. Hangi şiirden kaçıp geldiği belli olmayan ama tam da yüreğinizin ortasına konan!
Bilmem farkında mısınız, ölümden sonraki yokluk düşündürür bizi, düşünmeyiz doğumumuzdan önceki yokluğu.
Evrende her uyanış bir ölüme gebedir ama her ölüm bir uyanışa sesleniştir.
Bir uyanış ise bir son ile mümkündür ancak.
Tıpkı upuzun bir geceden sonra uyanılan mavi sabahlar gibi.
Sarı yaprakların, hüzünlü bir veda ile bembeyaz bir örtüyü üzerlerine çekmesi ve güneşin küçük bir tebessümüyle o beyaz örtüyü fırlatarak kendini yeşilin kucağına atması, yeşile sarınıp çiçekle kuşanmaları gibi…
Bir şey diyeyim mi ölüm bir son değil ama doğum bir başlangıçtır . Hiçbir şey ölmez, her şey yaşar, sadece biz göremeyiz. O yaşam artık başka bir boyutta yaşanıyordur.
Doğum başka bir alemde yaşanmış hayatın, yeryüzünde biten uzun yolculuğudur.
Ve her gece bir sabahla her dert bir duayla her keder bir mutlulukla son bulur.
Bebekleri izlerken camın arkasında, bunları düşündüm valla. Her son bir başlangıç, her veda bir kavuşmadır değil midir aslında. Nedensiz bir çocuk ağlaması bile bir sonraki gülüşün başlangıcıdır. Bütün kutsal kitapların sonunda, bütün gecelerin ardında, bütün acıların arkasında rüzgarı sizden esen, soluğu sizden üflenen yeni bir umut vardır!
Ve en güzeli de;
Doğan her çocuk, Tanrı’nın insanoğlundan umudunu kesmediğinin bir kanıtıdır.
Cansen ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan