Çağıran bir şeyler var hep beni uzak şehirlerde…Bana ait bir şeyler var o sert gülüşlerde…Sen yine olduğun gibi kal benim için sakın değişmeGiderim bugün ha yarın hareket vakti gelince…Sen yine olduğun gibi kal misafirim bu şehirde…Bir el sallarsın yeter hareket vakti gelince… Bu şarkı çalındığında kulağıma, Erdoba Konaklarının terasında, uçsuz bucaksız Mezopotamya’yı dinliyordum, gözlerim kapalı… Çağıran bir şeyler vardı beni uzak şehirlerde ve bugüne dek gördüğüm en müthiş ‘ev sahibi’ misafir etti beni, şems-i şehrinde… Mardin… Kalker ve lavlarla bezeli, teninden başka giysisi olmayan, çıplak dağların en kuytusu, Taşın, toprağın ve doğum yerini unutmuş suların anayurdu, Alın teriyle karılmış kerpicin ve mavi bedenli bulutların anası… Uçaktan inip şehre doğu yol almaya başladığımızda, bir başka hayata, zamana ve boyuta geçmeye başladığımızı hissetmeye başlamıştım bile… Sığırcık kuşlarının kortejinde, sessizliğin sesini dinleyip ağır ağır giderken, az sonra karşımıza çıkacak olan görüntünün muazzamlığından haberdar değildik henüz…. Ve işte oradaydı; Dağ yamacına setler halinde kurulmuş, altın rengi kerpiç evleri, terastan terasa atlayarak dağdan inilebilecek hissi veren yapıları, camileri, kiliseleri ve ‘kimse fark etmese de ben buradayım’ diyen Güneydoğu’nun mistik şehri Mardin… Süryaniliğin, Hıristiyanlığın, Müslümanlığın kısaca dinlerin kavşak noktası… Persleri, Emevileri, Romalıları, Bizanslılar ve Osmanlıları misafir etmiş medeniyet rotası ve ‘Dünya, insanların evidir’ diyen bir halkın yuvası Mardin… ‘Abbara’ denen daracık, taş sokaklarında yürüyerek çektik içimize Mardin’i ve fıstık ağaçlarının tarçınla karışmış kokusunu... Antik Sur’da Mardin’e özgü kaymağı, ‘asel’ denen özel balı, ahududu reçeliyle yöresel bir kahvaltı yaptık. Antik Sur’un sahibi Aziz bey, şehri’ni anlattı gururla, içilen acı kahveler; ‘mırra’lar eşliğinde… Devam ettik bu büyüleyici şehri gezmeye; başka bir zamanın, boyutun ve tarihin insanları olarak… Medeniyetin henüz şehrin ara sokaklarına girmediği, yerel el sanatları yapan ustaların köşe başlarını tuttuğu tarihi Mardin Çarşısı… Zaman şimdilik burada durmuş gibi, çarşının sokaklarında yürümek zaman tüneline girmek gibi… Rengarenk yazmaları, el emeği göz nuru telkarileri, taze badem şekerlerini seyredip eskiden sinagog olduğu söylenen Marangozlar kahvesinde ‘sumak şerbeti’ içtik huşuyla… Ulu Cami’den gelen ezan sesine, az ötedeki Kırklar Kilisesinden gelen çan sesinin selam etmesini dinledik, gözlerimizden akan yaşlarla… Kınalı saçları, kocaman mavi gözleriyle sekiz yaşındaki Gülsüm ile çatık kaşlı Kürt çocuğu Dijvar’ın kahkahalarla oynayışlarını seyrettik buruk bir gülümsemeyle ve kahrettik, ileride onları birbirine düşürebilecek siyasetin kahpe emellerine… Mardin’in en güzel sofrasına ‘Cercis Murat Konağı’nda oturduk. Firkiye adı verilen ekşili çağla bademli pirinç pilavını, İncasiye denen pekmezli erik tavasını, Hammis’i, Sembusek’i, ekmekli ova kavurmasını, Kibe’yi, Kitel Raha’yı tattık; tenimizi okşayan bozkır rüzgarlarıyla… Binlerce yılın eğitim şehri, onlarca medreseyle bezenmiş, ilk ruhbani okulların beşiği, Mezopotamya’nın bu güneş şehrinde, şimdi ancak parmakla sayılabilecek kadar okul olması nede acı bir ironi… Ve akşam… Antik Sur konağının avlusu… Biraz uzansam yıldızlara dokunabileceğim uçsuz bucaksız bir gökyüzü... Kadehlerde ev yapımı Süryani şarabı ve sıra gecesi; ‘Nemrut’un kızı, yandırdı beni…’ Hemen ileride gözüken Suriye’nin ışıkları... ‘Sarı gelin’ türküsüyle hüzünlenmiş dalmışken uzaklara, başının üstünde içi dolu bir bardakla reyhani oynayan Suut Bey’le döndük şimdiki zamana… Ertesi sabah, odanın penceresinden, üzerinde bir tarih yatan Mezopotamya’yı seyretmek üzere başımı uzattığımda, gökyüzünde onlarca uçurtma gördüm. İçimdeki küçük kız, sevinçten haykırarak bakarken gökyüzüne, Mardin’in uçurtma festivali olduğunu anlattı ona, artık ‘büyümüş ben’… Hasankeyf’e ve Midyat’a gitmek üzere, Mardin’in en koyu Beşiktaşlısı Kadir Bey’in arabasındayız işte... Bir zamanlar güneşe tapanların tapınak olarak kullandığı, sonrasında Süryani Ortadoksluğunun merkezi olan Deyrulzafaran Manastırı’nın safranla yıkandığı söylenen duvarlarına dokunduk, içimizden dualar mırıldanarak… Zaman, büyük şehirdeki zaman değil sanki… Şehrin kalabalığında, çılgın gibi oradan oraya koşarak bizi peşinden koşturan zaman, burada o kadar sakin ve huzurlu ki… Koşmuyor öyle çılgınca, kovalamıyoruz onu… Aksine, sakince duruyor yanımızda, hiç acelesi yok… Yüzyıllardır hoyrat Fırat’ın yanında, tüm nezaketiyle sessiz sakin akan Dicle Nehri’nin bir efsanesi varmış meğer… Allah, o zamanın peygamberlerinden Danyal Peygamber’e bir asa vererek Hazar gölünün güneyindeki bir mağaranın içindeki kayalıklardan doğan Dicle Nehri’nin yönünü, elindeki asayla toprağa dokunarak çizmek suretiyle belirlemesini emretmiş. Ancak, bu yön belirlenirken dul, yetim ve vakıf arazilerine dokunulmayacak, nehir bu arazilerin içinden geçmeyecekmiş. Danyal Peygamber, elindeki asasıyla gerçekten adil bir şekilde toprağa dokunup çizgiyle, denize döküldüğü Basra Körfezi’ne kadar Dicle’nin yönünü belirlemiştir. İşte dul, yetim ve vakıf arazilerine girmeyişinden dolayıdır ki, çoğu yerde zikzaklarla, derin mendereslerle sakince akar gider dingin sularıyla Dicle… Mezopotamya’nın tutkusu böyle işledi işte yüreğime… İğne oyalı, nakışlı, atlas kumaşlar gibi… Renk renk, desen desen… Binlerce yıllık yaşanmışlığın büyülü diyarında, her adımımda aşık oldum, tarihi, sokaklarında saklamış, nazlı bir geline benzeyen Mardin’ e… Şu an havaalanındayım ve buradan yazıyorum yazımı… Zaman, çoktan binip uçağa, dönmüş İstanbul’a; bekliyor çılgınca kovalamamız için, bizi orada… Ve ben az sonra uçağa bineceğim; kalbime sıkı sıkı tutunmuş zarif Dicle’yi ve Mezopotamya ovasının üstünde dans eden uçurtmaların kuyruklarına takılmış Mardin’i geride bırakabilirsem eğer… Cansen ERDOĞAN