MESAJ İLETİLDİ!
On günden fazla geçti…
Dünya kendini sessize aldı, virüs haberleriyle titreşimde sadece.
Rüya mı bu acaba diye düşünürken buluyorum kendimi zaman zaman.
Her yer kapalı, sokaklar boş, parklar sessiz.
Sahiller, martılarla avutuyor ıssızlıklarını, meydanlar gürültülü sessizliklerle bastırıyor yalnızlıklarını…
Her şey keyifsiz, herkes bir sessiz. Sanki tüm dertler birikmiş de derman çaresiz.
Minicik bir virüs yüzünden durdu hayat, evlere hapisiz. Güneş de inadına çıkmıyor, sanki oyun oynuyor.
‘İnsanlar bu kadar kirli olmasaydı belki bu kadar yağmur yağmazdı’ diyorum, kimse gülmüyor.
Olan şu; ‘Şimdi elindekileri usulca bırak yere’ dedi evren, ‘Teslim ol, eller yukarı!’
‘Dur artık’ mesajıydı gönderilen ve mesaj iletildi. Yediden yetmişe, bitmek bilmez bir yetişme derdiyle, ertesi gün, daha ertesi gün aynı hız ve aynı ivmeyle geçip giderken zaman, mıhlanıp kaldık işte olduğumuz yerde. Verilen bu zorunlu este belki sık sık sık gördüğümüz, önünden geçtiğimiz, bize sıradan gözüken ama şimdi pek de kıymetli olduğunu anladığımız şeyler geliyor gözümüzün önüne; Hani yetişmek zorundayken bir yere, metro çıkışında gözlerini kapamış keman çalan adam gibi mesela. İpinden kurtulmuş bir uçurtmayı görünce durup gülümseyebilmek, karşılaştığın komşuna selam verebilmek, sahilde yürürken iyot kokusunu içine çekip martılara özenebilmek gibi.
Hayatın kendisi görsel, sosyal ve izlenesi bir şölen iken onca koşturmaca arasında durup bakmadan, bakıp seyretmeden geçip gidiyor yanı başımızdan ve şimdi de diyebildiğimiz; ‘Farkında olmadan nasıl da geçiyormuş zaman’…
Sınavlar üstüne kurulmuş bir hayatta kazanmak ve kaybetmek önemli tabi ki.
Ama nereye kadar?
Başkalarını kazanmak için kendini kaybetmek doğru mu acaba?
Üç-beş kuruş daha çok kazanmak için, kendini, değerlerini, eş-dost çevresini harcayanlarla dolu ortalık. Sonu olmayan bir kazanma hırsıyla en yakınındakine bile acımayan, çalıp çırpan bir güruh var etrafta. Peki, ne uğruna?
Kaybedişlerin anlık üzüntüsünü, haksız zaferlerin ömürlük vicdan azaplarına tercih etmediğimiz gün tükendik biz. Bir şeyi kazanmadan önce gerçekten hak edip etmediğimizi sorgulamadığımız gün yenildik. Ve bir şey diyeyim mi; Her şeyi kaybedip de çay koyup yeniden başlayamadığımız gün bittik!
Yerine yenisini koyamadıklarımızı, telafisi olmayanları kaybetmek zor, gerisinin illa vardır berisi, gerisi, dibi. Ama bazı şeylerin tekrarı yoktur, hayat gibi, zaman gibi, aşk gibi…
Hayatın bence en kalleş çelmesi, değeri olan şeylerin ancak kaybedilince fark edilmesi.
Güzel zamanların, özel insanların, kıymetli anların önemi, artık onlara sahip olmayınca anlaşılıyor genelde. Bir gün gittiğinde, onunla birlikte anılar, umutlar bittiğinde, ya da şimdiki gibi tutamadığın, dokunamadığın, yanında olamadığında, hayatında açılan boşluk çok derinden hissedildiğinde dank ediyor bir şeyler, acıyor bir yerler insanın yüreğinde.
İşte o zaman vakit çok geç oluyor, keşke demek için bile.
Geçiyor ömür bir ah ile, içi dolu eyvah ile…
İflah olmaz bir Pollyanna olduğum gerçeğini kabullendiğinizi varsayıyorum artık.
Diyorum ki kaybetmek, aslında kazanmaktır belki de.
İçimdeki Pollyanna’nın yalancısıyım ben, o diyor böyle.
Sebebi de şuymuş; “Hayattaki en pahalı şey tecrübe, onu kazanmak içinde bazen kaybetmek gerekiyormuş”…
Millet olarak madem eve tıkılıyız, o zaman kaçınılmazsa keyfini çıkarmalıyız. Valla tam da sıcacık battaniyenin altına girip kitap okuma havası. Dışarıda zembereğinden boşanmış avaz avaz bir yağmur varken bir klarnet taksimi boyunca uzanıp hayal kurmak baharlara, yazlara. Ve budanmayı bekleyen fikrimizin ince güllerini, bırakmak nadasa…
Ne çok şey var yapılacak, tam da bu havalarda; Albümlere bakmak mesela.
Geçmişi yeniden yaşamak, zamanda yolculuk yapmak. Resimler yerleştirilir sayfalara, anılar yaşanır, o zamanının duygularıyla. Kâh bir kadeh yalnızlık doldurulup içilir sessiz kuytularda, kâh birkaç damla yaş eşlik eder, izi kalır, resimlerin tutunduğu yorgun yapraklarda.
Sonra bolca film izleme zamanıdır, yanında patlamış mısırla.
Bakın bu zamanlara fasıl da iyi gider; Kanun, keman, darbuka, içtimada hazır bekler.
Biraz peynir, biraz haydari, bir kadeh de rakı, hasretle yolunuzu gözler.
Hayat böyle, bir anda her şey değişiveriyor, durabiliyor işte; Darbe, kriz, deprem, direniş, savaş, salgın. Tüm ömrü boyunca en fazla ancak ikisini görüyormuş insan, o da eğer yüzyıl yaşarsa.
Biz şanslı nesiliz diyorum size, hepsini gördük valla.
Ya ne çok şey birikti anlatacak, ileride çocuklara, torunlara.
Dünya tarihinde çok az yaşanacak bir döneme tanıklık ediyoruz, yapmayın moralinizi bozmayın.
Kaybetmeyin enerjinizi, yitirmeyin ümidinizi.
İsyan etmeyin, sessiz kalıp bekleyin.
Biraz sabır, er geç her şey düzelecek, normale dönecektir.
Çünkü;
Sükut bürünmüşse dillere, yara derindir!
Yara derinse, Allah Kerim’dir!
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: @cansenerdogan