'MUŞ' GİBİ
Ya düşünüyorum da şanslı azınlıktanım ben. Bu tadı alabilmiş, keyfine varabilmiş, satır aralarına gizlenmiş o büyülü dünyada kaybolabilmiş şanslı insanlardanım. Oğlum sordu geçenlerde; “Sen kitap okumayı neden bu kadar çok seviyorsun anne, ben sıkılıyorum valla…”
Düşündüm bir an, gerçekten de ne çok seviyordum ben okumayı. O kağıt kokusu mest ediyordu beni, kapaklar heyecanlandırıyordu. En çok da hikayenin içinde kaybolmayı, yaşadığım anı unutmayı, kendimi karakterlerden birinin yerine koymayı seviyordum galiba. Her karakter bir hayattı benim için; öğrenilmesi, ders çıkarılması gereken. Her konu, bir yüzleşme, bir tokat, bir öğüttü, düşündüren, öğreten...
Birkaç gündür Raif Efendi’yi düşünüyorum. İçine kapanık, melankolik, sessiz ve dış dünyaya uyum sağlayamamış Raif Efendi’yi. Hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş, haksızlığa uğradığında bile buna karşı koyamamış, sevmediği bir kadınla evlenmiş o güçsüz adamı. Kendi hayatına kendi yön verememiş, başkalarının istediği bir insan olarak hayatını sürdürmüş ve bugün çevremizde onlarcasına benzeyen bu silik, güçsüz karakteri...
20'li yaşlarında babasının isteği üzerine-bakın yine kendi isteği ile değil, gittiği Berlin'de, sanata olan ilgisi sayesinde bir sanat galerisine gitmiş Raif. Galerideki tablolar arasında bir sanatçının otoportresini görmüş ve kadına aşık olmuş. Öyle ki kendini tutamayıp hemen her gün tabloyu görmeye gitmeye başlamış. Artık ritüel halini alan bu tabloyu seyretme seanslarından birinde bir kadın onun yanına gelmiş. Bu kadın, tablonun sahibi olan sanatçı Maria Puder'miş. Maria'nın karakteri Raif'e göre daha dominantmış. Kendisinin bir erkek gibi özgür yetiştiğini, canı ne isterse onu yaptığını Raif'e anlatmış. Hatta Raif'i de çok naif bulduğunu dile getirmiş. İkisi bu özellikleri sayesinde birbirlerini tamamlamışlar ama Raif Maria'yı çok sevmesine rağmen Maria'nın kendisine olan hislerinden emin olamamış. Yine de onun her istediğini yapmaya çalışmış ve beraber rüya gibi günler geçirmişler. Bir gün Raif, babasının öldüğünü öğrenip memleketine dönme kararı almış. İlişkileri mektuplaşarak sürmüş lakin birkaç mektuptan sonra, Maria'nın mektupları kesilmiş. Raif bunu hayra yormamış ve Maria'nın kendisinden sıkıldığını, vazgeçtiğini düşünmüş. Raif'in asla bitmeyecek olan kasvetli günleri burada başlamış ve onu unutmak için sevmediği bir kadınla evlenmiş. On yıl sonra Maria'nın bir akrabası ile Ankara'da karşılaşan Raif, ondan Maria'nın ölüm haberini almış. Üstelik Maria'nın mektuplarında sadece "iyi haber" olarak nitelendirdiği gerçeği de o anda öğrenmiş. Maria, on yıl önce Raif’den olan kızını dünyaya getirdikten bir hafta sonra komaya girmiş ve ardından ölmüş…
1943 yılında yayınlanan Sabahattin Ali’nin bu romanı, Kürk Mantolu Madonna’yı ilk okuduğumda üniversitedeydim. İtiraf etmek gerekirse çok sıkılmıştım okurken ve sonu belli tipik Türk filmlerine benzetmiştim. Yıllar sonra bir arkadaşımın; ‘Senin gibi bir tasvir gurusuna bu kitabı okumak yakışır’ diyerek hediye etmesiyle bir kez daha okudum ve farkı gördüm; İnsanın ruh hallerini, dalgalanma ve devinimlerini, karakter tahlillerini çok iyi yapmasıyla farklıydı kitap, konu değildi önemli olan, işleyiş stiliydi.
Raif, kitapta son derece silik ve cesaretsiz bir profil çiziyordu. Çılgınca aşık olduğu kadın için bile olduğundan farklı bir duruş sergilemiyordu. İlk başlarda çok sinir olmuştum ona, ne yalan söyleyeyim. Ama sonra onun bu olduğu gibi oluşu, olmadığı biri gibi davranmayışının özel geldiğini anladım Maria’ya. ‘Muş’ gibi yapmıyordu Raif Efendi; Oku-muş gibi, duy-muş gibi, biliyor-muş gibi…
Size de tanıdık geldi mi bu ‘muş’ hali ?
Valla bana çok geldi. Sağolsun sosyal medya sayesinde olduk hepimiz bir medya fenomeni. Gitmediği yerlerden yer bildirimi yapanlar, kuru fasulye-pilava talim edip lüks restaurantlardan menüler paylaşanlar, tüm maaşı yatırıp 3-5 günlük gidilen tatillerde, eller havada; ‘Umurumuzda mı dünya’yı pozlayanlar…
Ortalık, olmadığı ama olmak istediği kişiyi topluma göstermekle meşgul insanlarla çevrili. Oysa mesele ne kadar iyi olduğun değil, ne kadar iyi olmak istediğin. Ayrı dünyalarda yaşayan, aynı ev-ortak geçmiş dışında bir şey paylaşmayan çiftlerin mutluluk halleri, işten çıkarılmış, sevgilisinden ayrılmış, cebinde beş kuruş kalmamış kişilerin sahte tebessümleri. Amaç belli; Dostlar keyifli görsün, şanım yürüsün…
Oysa ne zordur olmadığın gibi davranmak! Mutsuzken bunu etrafa çaktırmamak, ay sonunu çıkaramazken zengini oynamak. Yapayalnız hissederken kendini kalabalıklar içinde, kahkahalar atmak, güçlü durmak, güçlü durmaya çalışmak…
O çekirge bazen bir, bazen iki sıçrar hatta bazen sıçramalara doyamaz. Ama illa bir gün yakayı ele verir. Maskeler düşer, perdeler iner ve gerçek tüm haşmetiyle artık sahnededir;
Mutsuz olan, fakir veya yalnız olan yani tüm muş gibi yapanlar, deşifredir. Heba olur onca emek, onca rol ve onca yalan. Mumları yatsıya kadar yanmıştır yanmasına sonunda da sönmüştür.
Ya Raif efendi, nereden nereye geldi konu bak gördün mü !
Karakter tahlillerin, sonunda beni bana götürdü. Kendimi tahlil ettim ben de sayende. Başkaları ne düşünür diye bırakalı çok olmuş benim, kendi doğrularım var, inandıklarım, sahip çıktıklarım. Müziği duymayanlar, dans edenleri deli sanıyorlar, sansınlar. Ben dans ediyorum inadına. Yağmurun yağmasını engelleyemiyorum belki hala ama şemsiyemi alıyorum artık yanıma. Eskiden altını çizdiklerimin şimdi üstünü çiziyorum hayatta. Kadir kıymet bilene canımız feda, bilmeyene elveda. Hem zaten Mevlana değiliz, olamayız da;
Ya göründükleri gibi olsunlar ya da gözümüze görünmesinler valla !
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan