Puslu, yağmurlu bir pazar gününde, dumanı tüten bir kahveyle kitap okumak gibisi var mı ey ahali, sorarım size!
Üzerimizden geçen koca bir yılın ağırlığı omuzlarımda, gelecek yıla dair umutlarım kursağımda, tüylü ev terliklerim ayağımda, başarılı bir hukukçu iken edebiyatı seçen, kalbimi de fetheden Franz Kafka’nın bir anısını okudum. Öyle bir anı ki bir zamanlar kaybolduğum yolda, kendimi bulduğum…
Franz Kafka, rutin yürüyüşlerini yaptığı parkta, bir gün küçük bir kıza rastlamış. Kız ağlıyormuş çünkü oyuncak bebeğini kaybetmiş ve bu onu oldukça üzmüş. Kafka, bebeği arayacağını söylemiş ve ertesi gün aynı noktada buluşmak üzere sözleşmişler. Vakit yitirmeden eve koşan Kafka, bir mektup yazmaya başlamış. Bebek, tekdüzelikten, hep aynı insanlarla yaşamaktan bıkmışmış bu yüzden de artık dünyayı gezmek, yeni arkadaşlar edinmek için seyahate çıkmışmış. Kafka, ertesi gün küçük kızla buluştuklarında bu mektubu okumuş. Mektup oyuncak bebek tarafından küçük kıza ithafen yazılmış; “Lütfen benim için üzülme! Ben dünyayı görmek için uzun bir yolculuğa çıktım. Merak etme, sana başımdan geçenleri anlatacağım.” Bu mektup, ardından gelecek birçok mektubun da ilkiymiş aslında. Kafka, küçük kızla her buluştuğunda, oyuncak bebeğin hayali maceralarını özenle yazdığı mektuplardan ona okurmuş. Küçük kız da bu şekilde avunurmuş. Derken gün artık görüşmelerin sonu gelmiş. Kafka, son görüşmede küçük kıza oyuncak bir bebek getirmiş. Küçük kız, aslından oldukça farklı olan oyuncak bebeğe şaşkınlıkla bakakalmış. Bebeğe iliştirilmiş bir not ise küçük kızın şaşkınlığını gidermiş: “Yolculuğum beni çok değiştirdi.”
Uzun yıllar sonra artık yetişkin bir kadın olan o küçük kız, bir gün gözü gibi baktığı bebeğinin sırtında, gözünden kaçırdığı bir çatlağın içine sıkıştırılmış bir mektup bulmuş. Mektupta şu yazıyormuş; “Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin ama o sevgi, bir gün, başka bir surette geri dönecektir!”
Huzurun, teslimiyetin, kendini akışa bırakarak olanı kabul etmenin sonsuz rahatlığı yok mu bu inanışta? Bence var fazlasıyla! Uzun zaman aldı bu düsturu benimsemem, öğrenmem!
Bir gün nasılsa gidecek diye korkmak bağlanmaktan, ölecek diye kaçmak, yaşanacak olanlardan. Zamanla anladım ki sevdiğin her şey, bir şekilde kalıyormuş hayatında. Mutluluk, varılacak son değil yaşanan sürecin ya kendisiymiş aslında.
O çok özleyip de göremediğiniz, bir kelebek olup konuyor avucunuza. Cennetten salladığı el, önünüze düşen bir kuş tüyü oluyor, mezarlıkta. Yüzünüze düşen bir yağmur damlası, hangi şarkıya ait olduğunu çıkaramadığınız bir melodi bazen de tarçın kokusu hatırlatır sevdiğiniz kişiyi. Bir gece rüyanıza gelir, varlığını hissettirir ve usulca gider yine, izi kalır teninizde.
Kafka’nın sevdiğin her şeyin bir gün geri döneceğine dair bu çarpıcı, derin söylemini, sevgili Paulo Coelho da; "Çiçekler hiçbir şeyin kalıcı olmadığını öğretir bize; ne güzellikleri kalıcıdır ne de solgunlukları. Çünkü sonradan yeni tohumlar verirler. Mutluyken de üzgünken de hatırla bunu. Her şey geçip gider, yaşlanır, ölür ve yeniden doğar." sözleriyle destekliyor.
Düzen diye kendimizi yırttığımız bu dünyada hiçbir şeyin kalıcı olmadığını bilmek ama yine de bundan vazgeçmemek ne tuhaf değil mi?
Hiçbir şey sonsuza dek sürmüyor; Ne hayatlar ne de hayaller! Tüm coğrafyalarda fırtınalar eninde sonunda diniyor, mutlu masalların da bir gün sonu geliyor. Her gece, sabaha kavuşuyor, her sabah yeni umutlara uyanılıyor. Acılar unutuluyor, yaralar sarılıyor, kayıplara alışılıyor. Bir tek sevgi, sevgi hiç kaybolmuyor, döne döne- değişe değişe bir şekilde hayatımızda kalıyor.
Hele o mutluluk yok mu mutluluk, başımızın üstündeki zangoç, kendisini bulmamız için bizi ne kadar zorluyor. Yıllar sonra anladım ki mutluluk, tek başına olmuyor. Ya biriyle ya biri sayesinde yaşanıyor. Kafka’nın hikayesinde de aslında gizli formül ortaya çıkıyor;
O zamana kadar hiç evlenmemiş Franz Kafka, küçük kıza üzülüyor ve on u mutlu etmek istiyor. Onun o masum, saf mutluluğuyla kendi de mutlu oluyor. Yani o kız ‘sayesinde’ bu duyguyu yaşıyor. Birini mutlu ederken kendin de mutlu oluyorsun işte bunu gösteriyor.
‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ filminde ne diyordu Asya; Sevgi emekti. Emek olmadan sevgi olmuyor. Kafka da oyuncak bebeğin ağzından yazarken o mektupları, hiç üşenmiyor. Uğraşıyor, didiniyor ve kızın yüzünü güldürmeyi başarıyor. Onun küçücük yüreğindeki koskocaman sevgisini kazanıyor.
Bir insanın sizi ne kadar sevdiğini anlamak istiyorsanız size neler verdiğine değil sizin için nelerden vazgeçtiğine bakın. Hakikat orada çünkü, hakikat emekte, sevgi ise yüreğin tam orta yerinde, tüm duyguların önünde mağrurca dikilmekte!
Hayat kısa, kuşlar uçuyor!
Herkes şapkasını çıkarsın önce bir, önüne koysun!
Bu saatten sonra da çalışıp uğraşmayan, emek harcamayan bir zahmet geri dursun!
Sevgi, sakız değil ki öyle çiğnenip çiğnenip yutulsun,
Kapımıza vuran değil kalbimize vuran buyursun!
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdoga