SAKIZ KOKULU ŞEHİR
Bazen kördüğüm olur zamanlar…
Rengarenk ipleriyle kocaman bir yumaktan ibaret hayatın ipleri, karışır birbirine kimi kez.
Gündüzler, gece olur koyu hüzünlerle, geceler gündüz olur masum sevinçlerle.
Bahar, oyuncu bir kedinin o yumakla oynaması gibi karıştırır zamanları, çeker karnına ayaklarını, saklanır bir yerlere. Uzun bir kıştan sonra beklerken onu hesaplı kitaplı, o yapar muzipliğini… Gösterir kendini ince, uzun bahar dallarıyla sonra da saklanır bir kapı arkasına…
Nazlı güneşi, şımarık yağmurlarıyla kendini gösterip de tam geri çekeceği anda yakaladım baharı ellerinden.
Ve sıla kokusu, gurbet türküleriyle geri dönen göçmen kuşlara şehri emanet edip düştüm yollara;
Maviyle yeşilin aşık olup birbirlerine serenat yaptığı bir şehre ve onun sevimli ilçesine...
Son demleri mevsimin; Hani ısıtmaya devam etsem mi, etmesem mi asında kalmış güneşin ılık kararsızlığı.Neyse ki o güneş, körfezin üstünde parlak elmas öbekleri yapmak konusunda kararsız değil. Pırıl pırıl parlıyor, kendinden emin körfez. Dayandığı haşmetli dağlar, gururla gülümserken kızıyla övünen baba misali, mavi gökyüzü göz kırparak karşılıyor beni; ‘hoş geldin’ diyerek…
İşte İzmir’in üstünde uçakla geçerken, aklımdan geçen, gözümün önüne gelen tam da bunlardı. Uçaktan inip İzmir-Çeşme hattında yol alırken ve kekik kokulu ege havasını çekerken içime, bir başka sevdiğimi düşündüm bu şehri, egenin vakur, kendinden emin bu kentini.
Türkiye’nin batıya dönük yegane yüzü İzmir…
Aydınları, insanları, istikrarıyla, hırsı, çalışkanlığıyla, seksen milyon kişilik sınıfta, sınıf mümessili olması gereken şehir. İlerlerken avrupai tarzdaki o düzgün otobanında, anladım yaşadığı o haklı gururu, yıllar önce düşmanı denize döktüğü bir dokuz eylül sabahında…
Ilık samyeliyle sarmalanmış bahar güneşi bu kadar mı yakışır bir şehre, bir bedene…
Ergenlik çağındaki yeniyetmeler gibi umutlu, ürkek, biraz da delifişek.
Özündeki duruluğu kaybetmek istememekle bir an evvel büyümek arasında kalmış ruhun hırçın kararsızlığı duyuluyor yüksek perdeden.
Ama aldığı aile terbiyesine aykırı hareket etmeden; usul usul, derinden…
Misafirperverliğin dibine vurmuş bir ege masalında, huzur içtim kana kana…
Geleneklerine ve şehirlerine bağlı egenin zarif insanları, gelen yabancılara, misafirlere de çok saygılı. Sımsıkı kucaklıyorlar insanı. Yürürken yolda bakına bakına, yaşı az biraz geçkince bir teyze, ısırgan otlu gözleme uzatıyor ansızın. Damlasakızlı Türk kahvesinin beni benden alan kokusu tüterken burnumda, sakızlı un kurabiyesi tutuşturuluyor elime.
Ilık ege akşamı yıldızları ağırlamaya hazırlanırken, biz de konuk oluyoruz bu izzet-i ikrama.
İnanılmaz güzellikteki yeni marinasıyla, insanın kendini İtalya’da hissettiği, şık butikleri, el işçiliğinin hakim olduğu dükkanlarıyla ‘acaba ben şimdi neredeyim’ diye sirkülase oldurtan bambaşka bir dünya. Balığın envai çeşidi, kalamarın enfes kokusu, deniz börülcesinin inanılmaz tadı. Kadehleri vurup karşı yakaya, Hera, Afrodit ve Athena tebessümle karşılık verirken bu selama, tuz diye yakamoz bastık yaremize için için. Anason tadı, yapışıp kalmaz belki dilimize de, şerefe kalkan kadehler, yapılan muhabbetler silinmez yüreğimizden…
O samimi, içten akşamda daha önce duymadığım bir hikaye anlattı, masamızla ilgilenen garson, çok sevdiğim lakerdanın hikayesini;
İspanya'da Malaga kıyılarında yaşayan bir Musevi balıkçı varmış, adı Behmuaras.
Üç çocuk babası olan balıkçının en küçük çocuğu, en çok torik balığını seviyor.
Balıkçı da çok sevdiği çocuğu için balıktan torik yakalamadan dönmemeye çalışıyor.
Ancak torik en zor yakalanan balıklardan biri, çünkü onu tutmak için çok açılmak gerekiyor.
Bir cumartesi günü Behmuaras, karısının tüm itirazlarına rağmen çocuğu için torik yakalaması gerektiğini söyleyerek denize açılıyor. Ancak cumartesi, Museviler için mutlak bir çalışmama günü. Museviler için kutsal sayılan cumartesi günleri, kişilerin her türlü mesleki ve dünyevi işe ara verip kendini ibadete vermesi beklendiği gün. İşte bir cumartesi günü denize açılan Musevi balıkçı ne o cumartesi ne de ondan sonraki iki ay boyunca hiç torik balığı yakalayamıyor.
Bunun üzerine dua ediyor ve tanrıdan onun affetmesini, çocuğuna torik balığı verebilmeyi diliyor. Perşembe günü denize açıldığında ise büyük bir sürüye denk geliyor ve tam 30 adet torik yakalıyor.
Dualarının kabul olduğunu anlayan balıkçı bir karar veriyor ve "Ben bunları satmaktansa tuzlar ve saklarım. Çocuğum da dilediği zaman torik yiyebilir" diyor ve bugün lakerda olarak bildiğimiz yöntemi geliştiriyor.
Önce balıkları temizliyor, eşit parçaya ayırıyor. İliklerini çıkarıp soğuk suda bekletiyor. Kanını süzdürüp tam 25 gün tuzda sıkıca saklıyor. Sonraları Musevi balıkçı babanın bu keşfi yayılıyor ve İspanyollar bu yiyeceğe lakerda adını veriyor. Yani ‘la kerrida’, istenince olan şey...Bir babanın çocuğu için keşfettiği bu lezzetli yiyecek yıllardır sofralarımıza konuk oluyor ve çok seviliyor.
Ve Alaçatı…
Sardunya taçlı, taş evler, mavi pencereli beyaz butikler. Çok şık, küçük lokantaları, açık hava müzesi gezer gibi konuşlanmış binaları, limon ağaçlarıyla küçücük bir masal diyarı Kokulu sabunlarının o ipeksi dokusuna dokunmak, Veli Usta’nın karadutlu, sakız aromalı dondurmasını tatmak, kumru yemeden oradan çıkmamak, pembe sardunyalara aşık olmak; yaşayacaksak böyle yaşayalım, yoksa da hiç yaşamayalım demek haykırarak…
İmbat rüzgarları davet ederken sörfe, kenarda oturup yelkenlerin renk cümbüşünü izledik keyifle. Cevizli-peynirli salatayı şarap eşliğinde tatmak gerek zeytinyağının bu anavatanında.
Her an bir tanıdık, bir ünlüyle karşılaşılabileceği yüksek ihtimaliyle daha dikkatli bakınmak gerek çevreye. Bir de bakınmaktan bitap düşüp attığınızda kendinizi sokaktaki beyaz bir sandalyeye, şükretmek gerek; ‘Allahım beni iyi ki buraya getirdin’ diye…
Ben sonu mutlu biten bir masal yaşadım sakız kokulu bu kentte. Ilık rüzgarlar, soğumuş kalmış terlerini ürpertirken yüreğimin, mavi boyalı dostluk türküleri dolaştı durdu dilimde…
‘Yine geleceğim’ dedim kendi kendime;
‘Tertemiz insanları, sersem eden rüzgârı, Arnavut kaldırımları, sakız kokulu sokaklarıyla beni mutlu eden bu yere yine geleceğim”.
Çünkü burası dostluğun, sevginin, aşkın adı ve benim de;
Bir elimde defne, bir elimde sevda, kalbim Ege’de kaldı…
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: @cansenerdogan