Bu haftanın yazısını konusuna yakışır şekilde pek bir dingin, sakin, huşu içinde yazıyorum.
E konu ağır, mevzu derin, hissi sonsuz. Ve işte gündemin nabzını tutan yazarınızın kaleminden Şeb-i Arus;
Şeb-i Arus, düğün gecesi demek. Mevlana en büyük aşka, Yaradan’a kavuştuğu geceyi;
“Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” diyerek düğün gecesi olarak tanımlıyor. Bir şey söyleyeyim mi, ben ölümden korkmuyorsam bugün, o kadar da korkutucu gözükmüyorsa bana, bunda Mevlana’nın etkisi çok. Aynı düşünüyoruz yanı zat-ı şahaneleri ile; “Ölüm, yok olmak değil, Allah’a doğru uçmak değil de ne…?”
“Herkes ayrılıktan bahsetti, bense vuslattan” diyerek düğün gecesi olarak tanımlıyor. Bir şey söyleyeyim mi, ben ölümden korkmuyorsam bugün, o kadar da korkutucu gözükmüyorsa bana, bunda Mevlana’nın etkisi çok. Aynı düşünüyoruz yanı zat-ı şahaneleri ile; “Ölüm, yok olmak değil, Allah’a doğru uçmak değil de ne…?”
Ne zamandır yazmak istiyordum aslında bu yazıyı, Mesnevi’yi okuduğumdan beri. Haddimi aşmak mıydı korkum ya da kifayetsiz kalacak kelimelerim miydi beni durduran, bilmiyorum. Ama kalemim, son verdi bu duruma, sözcükler çıktı raydan, cümleler koştu tasavvufa.
Farklı bir yanı var Mevlana’nın, diğer düşünürlerden farklı bir yanı.
O- bu–şu diye ayırmadığı için insanları belki.
Tüm dinlerin özünün aynı olduğuna, sevginin evrenselliğine inandığı için, dine kattığı estetik boyutla ya da dansı, müziği, şiiri dinsel ritüellere kattığından mı bilmem ama çok sevilmiştir hep, sayılmıştır. Kendi ruhunu kattığı bir farklılık yaratmıştır Mevlana;
Dansla müzikle şiirle İslam Rönesansını gerçekleştirmiştir.
Bana göre ise müthiş uyumu, kaosu, kuantumu ve birbirine bağlı olan her şeyi zamanında çözmüş, çelişkilerin hayatın özü olduğunu kabul etmiş şahsiyettir kendisi. Bir peygamber değildir elbette ki, ancak kutsal bir kitaptır, yazdığı Mesnevi’si…
Sizi bilmem ama semazenler beni çok etkiler. Fırsatınız olursa Galata Mevlevihanesi’ne gidin bir kere, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Semazenlerin, tasavvuf müziğiyle ve derin bir teslimiyetle kendi etraflarında dönüşü, bir inanışı temsil ediyor. O dönme hareketi, insanın doğuşunun, yüce Allah’a ulaşmanın, kainatın oluşumunun ve insanın kainatta dirilişinin sembolü. O müzik ise insanın kalp ritminden esinlenerek bestelenmiş.
Mevlana, "Gülün dikene katlanması, onu güzel kokulu yaptı." diyen bir filozof, “Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma." diyen bir düşünür, “Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır." sözü ile başka bir şey demeye gerek bırakmayan üstün, şimdilerin tabiriyle ‘aşmış’ kişidir.
Tabi Mevlana deyince ‘O’ndan bahsetmemek olmaz. Güneş ve ay gibi çünkü onlar. Tahmin ettiğiniz üzere, Şems-i Tebriz-i’den yani Tebrizli Şems’den…
Mevlana’yı hayatta en fazla etkilemiş kişi o;
Şems, Mevlâna'yı Mevlâna yapandır.
Karşılaşıncaya kadar Mevlâna, bir alimdir, Konya’nın sevgilisi, olgun ve makul baş müderrisi. Lakin aklın ve bilimin sınırları içinde dolaşan mantıklı bir İslam aliminden bir fırtına, bir sanatçı çıkaran Şems’tir.
Ansızın gelir Şems;
Yaşı kırkı bulmuş olan Mevlâna’nın belki de hiç beklemediği ve ümit etmediği anda. Şems güneş demektir ve bu güneş öyle bir sel yaratır ki Mevlâna’nın engin denizlere benzeyen ama henüz rüzgar görmemiş sakin ve emniyetli ruhunda, suyun toprağa kavuşması gibi kavuşurlar. İlahi aşka kavuşmak için birlikte yürüyen bu dostluğun kanlı sonu gibi, Şems bir bıçak gibi böler Mevlâna’nın ömrünü tam orta yerinden ikiye. Öncesinde Mevlâna ne idiyse artık o değildir; Temkinliyse temkini bırakır, mantıklıysa aklın sınırlarını çatlatır. Şems ona, ruhun akla üstünlüğünü, gerçeğin akılda, fikirde, bilimde değil, yürekte, sevgide olduğunu anlatır. Ondan tamamlarlar birbirlerini. Akıl ile kalp insanın temeli, zaten hayatın da ta kendisi değil mi…
Ne çok okuyorum bu aralar onu, beni anlatıyor sanki, söylemek isteyip de söyleyemediklerimi. Ne güzel diyor Şems-i Tebrizi; "Sonsuzluğa götüren bir denizin kıyısına varmıştım. O zaman anladım ki susmak bir cüsse işi, derin denizlerin işi. Sığ suları en hafif rüzgârlar bile coşturabiliyor, derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki derin ve esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli..."
Ne tek başına akıl ne de tek başına kalp yetiyor dünyada. Birini seçsen diğeri imtihanın oluyor, hayat seni tam oradan vuruyor. Direnmekti yaptığım benim, uzun zamandır;
Hayata, isteklerime, düşlerime en çok da kendime.
Direndikçe yıprandım, inkar ettikçe yoruldum, korktukça kendimden oldum.
Bakın burası hepimizin sancısı;
Değiştirmeye çalıştıkça kendim değiştim, cesaret edemedikçe güçsüzleştim.
Sonra bir gün Şems’in şu dizeleriyle karşılaştım;
Beni tutan kollarımdan, ayağa kaldıran;
“Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. ‘Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir’ diye endişe etme. Nereden biliyorsun, hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını, bir düşünsene…”
Ölümü bile bir son değil bir başlangıç olarak kabul eden, “Düğün gecesi” diyen, ardımdan yas tutmayın diye vasiyet eden büyük Üstat, nurlar içinde yat!
Ayna oldun bize, sahip çıktın, ‘Ne olursan ol gene gel’ dedin de biz senin kadar olamadık affet. Kul şaşar, insan beşer. Ama yola yine seninle devam ediyoruz, senin sözlerin bize yeter.
Öğrendik ki ancak sabırla tevekkül ile bu ömür geçer.
Olması gerekenler yanındadır zaten, diğerlerini de boşver.
Hayat bu; Olduğu kadar, olmadığı kader…
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan