ŞÖHRET TOZU
Yıldönümümüzü kutladık geçenlerde. Başbaşaydık ama herkes oturduğu yerden, evlerinden eşlik etti kutlamaya. Nefesimizi kesti, hastanelik etti ve Corona hayatımıza gireli bir yılı geçti, yıldönümü oldu bile…
Farklı duygulardan geçtik, hayat toplu bir sınavla sağlıkla sınadı bizi bu kez. Kalabalıklar içinde yalnız olmak yerine yalnızlığımızla kalabalık olduk. Herkes kendince geçirdi bu zamanı, film izleyerek, yemek pişirerek, yazıp çizerek, uyuyup düşünerek…
Ben de bitmek bilmeyen enerjim, yaratma isteğimle geçirdim bu süreci, üreterek. Hep çekimser, uzaktan mesafeli yaklaştığım YouTube ile müşerref oldum nihayet. Alanında uzman kişilerle sohbet ettiğim, onların hayatlarını, yaşadıklarını, izleyicilerle paylaştığım bir YouTube kanalı kurarak kaynaştık kendisiyle. Çok değerli kişilerle çok güzel sohbetler yaptık, çok kıymetli insanlar tanıdım, tanıdığım için kendimi şanslı saydım. Bir de kendilerini bir şey sanan, ünlü sıfatını taşıyamayan, hazımsız kişiler vardı tabi, maalesef onlarla da karşılaştım. Keşke karşılaşmaz olaydım!
Şöhret; Gökteki yıldız! Işıltılı, renkli, şatafatlı bir hayat. Herkesin tanıdığı, hayran olduğu, saygı duyduğu kişi olmak. İnsanların bir kere görebilmek, dokunabilmek, konuşabilmek, yan yana durabilmek için çırpınması, fotoğraf çektirebilmek için kuyruk olması. Şık kıyafetler, mücevherler, güzel evler, seyahatler, yardımcılar, aşçılar, şoförler, menajerler!
Ünlü olmak, her kapıyı açan sihirli bir anahtar. Eskiden kral ve kraliçeler ünlüydü, güçlerini Tanrı’dan aldıklarına inanılırdı. Ün denen ilahi güç sonraları ülkeleri yöneten siyasetçilere, uçuk hayatlar yaşayan zenginlere, jet sosyetiklere geçti. Ve nihayet artistlere, sanatçılara, yıldızlara doğru evrildi. Teknoloji ilerledikçe, internet sayesinde şöhret artık herkesin ulaşabileceği yerde. Herkes futbolcu, manken, popstar, artist olma derdinde.
Neden mi? Tabi ki imaj endüstrisi sayesinde.
Bizim zamanımızda diye başlayan bir cümle kuracaktım ki bu ara ne kadar çok kurduğumu fark ettim bu cümleyi, yaşlanıyor muyum ne! Valla sizi bilmem de bu 1,5 seneyi saymam ben. Evden çıkamadan, gezip tozamadan, yiyip içemeden geçti zaman. Elimizde telefonla yaşadık hayatı, oradan takip ettik ünlüleri ve kendini ünlü sananları. Eskiden sanatçıları, şarkıcıları, kaliteli artistleri izlerdik, onları merak ederdik. Şimdi ise uçuk hayatlar yaşayan eşcinselleri, abuk sabuk dans edenleri, ona buna sallayıp eleştirenleri, gündem olmak için soyunup kendini teşhir edenleri izliyoruz. Hak etmedikleri bu şöhreti hem kınıyor hem de takibi bırakmıyoruz. Sadece müziklerini, filmlerini değil aile hayatlarını, kavgalarını, gaflarını, makyajsız hallerini, frikiklerini de izliyor hatta merakla bekliyoruz.
İki uçlu bir değnek şöhret, anladınız siz :) Bir yandan zor ve riskli bir yandan da heyecanlı ve renkli. İnsanlar kendi yapamadıklarını ünlüler yapınca tatmin oluyorlar, kendi çevrelerinden birinin yaptığı ayıplanacak davranışı ünlü biri yapınca alkışlıyorlar. Onlara göre yasakları yapan, farklı davranan hatta ahlaksız olanlar kahraman sayabilir. Normalde asla kabul edilmeyecek şeyler, şöhret tozuna bulanınca kabul görebilir. Hal böyle olunca da aklıma Cervantes’in şu söz geliyor; ‘Her parlayan şey, altın olmayabilir’
Bu buzdağının görünen yüzü, bir de dibi var ki işte o kısım fecahat. İyi başlayıp kötü biten bir film gibi şöhret. Evlenince, yaşlanınca, popüleriteyi koruyamayınca ve ün gittikçe azalınca başlıyor o zaman depresyonlar, intiharlar. Sahneyi, beyaz perdeyi, televizyonu bırakmaya razı gelmeyen bunu kabul etmeyen ünlüler, dibe doğru sürükleniyorlar. Çünkü hep en güzel, en çekici, en sevilen, en istenen olmak istiyorlar. Mümkün olmayınca da deliriyorlar. Tabi bir de bunlar şöhretlerinin zirvesindeyken öyle pohpohlanıyorlar, öyle kendilerini bir şey sanıyorlar ki etrafındakilere kök söktürmeyi hak görüyorlar. Kaprisleri, eziyetleri hep çekilir, bu hava cıvaları hep sürer diye düşünüyorlar. Olmuyor tabi, geçiyor bunların da zamanları, doluyor miyadları. Işıltıları sönünce de boşalıyor etrafları. Ne arayanları kalıyor ne de soranları. Başlıyorlar sitem, şikayete; “Sanat camiası çok nankör !”
Nankör değil anacım, o kadar acıttın ki zamanında insanları, o kadar kötü davrandın o kadar ukalaydın ki kaçırttın onları. İş icabı, mecburen sana katlananlar, sen bittiğinde gittiler. Çünkü seni sevdikleri için değil kendi menfaatleri için yanındaydılar ve senin şişik egona fazlasıyla dayandılar. Ünün bittiğinde de arkalarına bile bakmadılar. Valla sonuna kadar da haklılar!
Şöhret bir hastalık, duygusal bir hastalık. Kendi benliğinden çıkarıp yeni ve suni bir benliğe dönüştürüyor insanı ve bir gün bitince de o suni benliğe sığamıyor insan. Öz benliğini de bulamıyor koyduğu yerde, arada kayboluyor. Belki de bu yüzden şöhret hortuma benziyor; Döne döne göğe yükseliyor, insanı alıp yükseltiyor ve yere çakıyor.
Velhasıl şöhret oluyorsun da bir şekilde, orada kalabilmek zor olan. Eninde sonunda bitiyor o şaşaa. Yanındaki tüm o kalabalık gidiyor. Ailen varsa yanında, bir-iki de dostun, şanslısın. Yoksa yapayalnızsın.
O yüzden merdivenleri çıkarken karşılaştığın kişilere selam ver!
Çünkü inerken yine onlara rastlayacaksın!
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan