Tom Hanks’in başarıyla oynadığı ‘Yeşil Yol’ filmini hatırlar mısınız bilmem. Filmin bana göre en dramatik öğesi, suçsuz bir mahkumun haksız yere yargılanarak idama götürülmesine seyirci kalan gardiyana Tanrı tarafından verildiğine inanılan cezaydı. Gardiyan, çok çok yaşlanmasına rağmen ölmüyordu. Birlikte büyüdüğü, okula gittiği, gezdiği, eğlendiği, eşi, dostu, arkadaşı, ailesi sırayla yaşları gelince teker teker ölüyor, sadece o yaşamaya devam ediyordu. Ve filmin son sahnesinde, bir gün, çok yaşlanıp dimağı hala berrak ve sağlamken ve çevresinde, eskiden tanıdığı ama yaşayan kimse kalmadığında, Tanrının verebileceği en büyük cezalardan birinin tüm tanıdıklarının, sevdiklerinin hepsinin bu dünyadan gidişine şahit olmak, onları ebediyete uğurlamak ve bu dünyada anılarını konuşabileceği kimsenin kalmayışını yaşamak olduğunu söylüyordu… Bu konu, uzun süre gündemde kalmış, tartışılmıştı. Gerçekten de, eğer bu bir cezaysa, çok ağır ve dahiyane bir ceza yöntemiydi. Hayatın rutin düzeninde, belki de farkında olmuyoruz ama bir an için çevremizde eskiye dair, geçmişe şahit kimse kalmadığını, tüm aile, eş ve dostlarımızın yok olduğunu ve onların her birini uğurlamanın vereceği acı düşünüldüğünde cezanın ağırlığı da tüm şiddetiyle kendini gösteriyor… Bunun üzerinde sonraları tekrar düşündüğümde, en az bunun kadar zor bir cezanın daha olduğunu fark ettim; ‘unutmak, unutamamak ve unutulmak’… Bazen ‘unutmak’ sorun olan… Bazen 'unutamamak’… Kimi zamansa ‘unutulmak’… ‘Unutacağımız hiçbir şey kalmayana dek her şeyi unutabilsek’ diyor Latife Tekin ‘Unutma Bahçesi’ adlı kitabında… İlk bakışta çok da yerinde bir dilek aslında; Unutmak, Allah’ın insanoğluna hediye ettiği büyük bir nimet. Hala acılarımızı ilk günkü gibi yaşasaydık; nasıl dayanılırdı hastalık ağrısına, ölüm karanlığına, ihanet yazgısına, ayrılık acısına…Ya unutulmasaydı kara gözlüler, yeşiller, sarı saçlılar, esmerler, kalınlar, ince belliler, sert çehreliler, narin yüzlüler. Hayalet olup dolaşsalardı eğer, kalbin bakir ve karanlık dehlizlerinde, çığlık çığlığa. Ölüm acısı, ilk günkü tazeliğini korusaydı, nasıl dayanırdı geride kalan, bu acıyla her gün yaşamaya… Ancak; Yürek gerçekten istemedikçe, hiçbir güç unutturamaz, Vicdan anımsadıkça, hiçbir günah unutulmaz… Hayat, kısacık zamana sığdırılmış uzun bir yol ve bu yolda türlü kişi eşlik eder size. Bu kişilerin bir kısmı yoldaş olur, tutunursunuz sımsıkı ve yürürsünüz beraberce. Bir kısmı ise, bir döneminize ışık tutarlar, katılırlar bu yolculuğa ve bir gün usulca yanınızdan ayrılırlar. Tesadüflere inanmayanlardanım ben; Hayatımıza giren her kişi, belli bir misyonla dahil olmuştur içimize; kimisi bir şeyler öğretir hayata dair, kimisi bir şeyler verir, kimisi yol gösterir, kimisi de yoldan çıkartır. Ve misyonlarını tamamladıktan sonra, sessizce ayılırlar yanınızdan, hayatınızdan. İşte unutmak demek, hayatın size verdiklerini hatta hayat diye size verileni, inkar etmek demektir. ‘Unutmak kalbi dolandırmaktır, kanatmaktır hüznün damarlarını. Unutmak, kırılan bir saat’in camlarından zamanı korkutarak öldürmektir sevgiyi. Unutmak, göğsünden vurmaktır sevgiliyi, can çekişmesidir ruhun. Gerçekten sevdiyse yürek, çektiyse acı en sağlamından, boşandıysa gözyaşları gök gürültülü ve sağanak yağışlarla, asla unutmaz. Unuttu sanır, hafifler, bastırılan tuzların acısı yaralara ve umarsız bir razı oluş başlar zamanla. Oysa ki unutmamıştır yürek, sadece alışmıştır ayrılığa. Bazen bir şarkı, bir ses, bir koku hatırlatır onu ansızın. Gelir, sarılıp sarmalanıp saklandığı derin kuytulardan. Yerleşir dudağın kenarına ve bir gözyaşı düşer aşağı usulca. Hatırlamak, unutmak üzere anmaktır ve ‘unuttum artık’ demek bile, O’nu hatırlamaktır aslında. Şuna inanın ki; Ne kadar unutmak isterseniz, o kadar hatırlayacaksınız… İnsanlar, onlara ne söylediğinizi unutabilirler, onlara ne yaptığınızı da unutabilirler. Ama onlara, kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar.. Ve unutmayın ki;‘Unutulanlar, unutanları asla unutmazlar…’ Cansen Erdoğan