Yazıyooo, yazıyoooo! Ailenizin yazarının döndüğünü yazıyooooo….
Valla doğru yazıyor :) İşte geldim buradayım ve sizi fena halde özlemiş durumdayım!
Ne çok şey birikti yazacak, paylaşacak. Ne hikayeler dinledim, size anlatacak. Adı tatildi bu ayrılığın da pek tatil gibi sayılmazdı aslında. Çok çalıştım, çok yazdım, gördüm-dinledim- biriktirdim. Tuhaf duygular içindeyim şu an. Uzun yaz tatilinden sonra okul bahçesinde arkadaşlarına kavuştuğun zamanki o his vardı ya, tam da öyle hissediyorum şu anda. İçim içime sığmıyor, görseniz ağzım kulaklarımda :)
Ne çok konu var aslında aklımda; doların şahlanan yükselişinden, yolcu köpek Boji’nin uğradığı iftiraya, öğretmenler gününden, yılın derbisine kadar. Coşan covid var hatta aşıya karşı çıkanlar hala inatla. Ama hiçbirine girmeyeceğim bu hafta. Ekonomi yerle bir, umutlar da keza öyle. Bir de ben mum dikmeyeceğim üstüne. Yakın tarihin bu en zor, en karanlık, sıkıntılı günlerinde, nasıl ayakta kalırız onu konuşalım bence. Dilimizdeki şarkı; “Yıkılmadım ayaktayım”, başlayalım öyleyse;
Dünya olarak olağanüstü bir dönemden geçiyoruz. Neredeyse iki yıldır bir başımıza kalmayı deneyimledik evlerde. Evde eğlenmeye, öğrenmeye, çalışıp üretmeye alıştık gibi de. Lakin sosyal toplumuz biz, dokunarak sevmeyi, kalabalık eğlenmeyi, dışarlarda gezmeyi severiz. Acıyı da sevinci de dibine kadar yaşarız. Han çılgın bize zincir vuracakmış, şaşarız!
İki yılın acısını çıkarmak, covid’i geçmiş gitmiş hatta hiç gelmemiş kabul edip attık kendimizi sokaklara. Aşılandık ya kafalar rahat sonuçta. Lokantalar tıklım tıklım, trafik sıkışık, hayat tam gaz yolunda. Yolunda demeyelim, yoldan çıkmış halde. Bizim emektar Türk Lira’sının itibarı yerlerde. Değersizleşen sadece o değil elbette; bizim ümitlerimiz, tatil hayallerimiz, gezmelerimiz, geleceğe dair düşüncelerimiz. Herkes umutsuz herkes mutsuz.
Erken rezervasyon diye bir şey vardı örneğin, yaz tatili kıştan planlanırdı, herkes bütçesini ona göre ayarlardı. Şimdi değil kıştan yaza, bugünden yarına ne olacağı belli değil. Sabah bir kalkıyoruz, dolar 10 TL’yi geçmiş. Önce biraz vah vah, eyvah sonra kahrolsun Amerika! Ya dolar 3-4 TL seviyelerindeyken 5 TL’ye çıkınca kopan kıyamet, yerini derin bir sessizliğe bırakmış durumunda. Bu sessizlik, derin bir kabullenişin emaresi mi, fırtınadan önceki sessizliğin ta kendisi mi acaba?
Bir sinema keyfimiz vardı, sonbahar-kışın en klasik eğlencesi. Öncesinde yemek sonrasında tüm dertlerini, düşünmek zorunda kaldığın problemleri film boyunca ertelemek. İki yıldır hasret kaldığımız sinemaya kavuştuk diye mutlu olmak isterken bilet fiyatlarını görünce ne heves kaldı ne istek. Zenginden yoksula herkesin ortak yapabildiği tek keyifti belki de, o bile kalmadı elimizde. Biz evde geçirdiğimiz iki yılın acısını çıkarmaya çalışırken, işletmeler de kapalı kaldıkları zamanın acısını, bizden çıkarmayı düşünmüşler meğerse. Kuaföründen cafe sahibine, doktordan fabrika sahibine herkesin dilinde aynı terane; “Dolar yükseldi, böyle oldu valla”. Ağdanın dolarla ne alakası varsa!
Kriz var deniyor da gece kulüplerine bakınca krize rastlanmıyor pek oralarda. Yemek fiyatları ateş pahası, canlı müzik varsa hele o da cabası. Dolarlar uçuşuyor havada, şampanyalar açtırılıyor birbiri ardına. Bir kısım açlıktan ölürken bir kısmın umurunda değil dünya!
Bir de Sma 1 hastalığı var şu sıra çokça gündemde. Eskişehirli Toprak bebeğin hikayesini duymuşsunuzdur. Gereken para, büyük emek ve çabayla nihayet toplandı ve Toprak, tedavi için yola çıktı. Yine Sma hastası, 1 yaşındaki bebek Muzaffer’e umut olmak için harekete geçildi ama 10 yıl önce yine bu hastalıktan diğer çocuğunu kaybeden annesi, bu çaresizliğe dayanamayarak intihar etti. Tüm bunlar olurken, devlet neredeydi? Niye devlet bu hastalık için kollarını sıvamıyor da bu kurtarma için seferber olma işi halka düşüyor? Halk, tüm bu çocuklara nasıl yetsin, yetemiyor. Her şeyi devletten- pardon halktan beklememek gerekiyor. Onlar bizim çocuklarımız, geleceğimiz, neslimiz. Canavarlar masallarda olur ve biz de onları bu canavar hastalığa mahkum etmemeliyiz!
Dolmuşum bakın dolmuşum, güya girmeyecektim bu konulara, tutamadım yine kendimi. Şu taksi rezaletine de bir dokunup çıkacağım söz!
Malumunuz bir taksi yokluğu yaşanıyor İstanbul’da. Büyükşehir belediyesi ile Ulaşım Koordinasyon Merkezi (UKOME) arasındaki inatlaşma, İstanbulluları perişan etti valla. Değil sadece Türkiye'nin, dünyanın da en büyük metropollerinden biri olan İstanbul'da, uzun zamandır yeni taksi plakası verilmiyor. 1990 yılında kentin nüfusu 7 milyon 309 binken 17 bin 395 taksi plakası bulunuyordu. Bugün mega kentin nüfusu 16 milyondan fazla ve taksi plaka sayısı hala aynı. Üstelik bu virüs sebebiyle toplu taşımadan çekinen halk, taksileri daha da çok kullanınca ortalık kızılca kıyamet. Bir de taksi şoförlerinin yok köprü geçmem yok kısa mesafe gitmem gibi şahsi kaprisleri de eklenince niye deliriyorsun, niye cinnet geçiriyorsun! Sen onu delirtene soracaksın kardeşim, cinnet geçirmeyi hobi mi sanıyorsun!
Yine de onca kayıptan, eve kapanmalardan, buluşmaya, gezmeye, eğlenmeye hasret kalmalardan sonra çok şükür dışarıdayız sonunda. Sizi bilmem de kendi alnımdan öpüp iyi dayandın kızım demek istiyorum bu aralar. Annemleri görüyorum rahatça, arkadaşlarımla yiyor, içiyor, eğleniyorum. Sevdiklerimle gezip hayatı camdan izlemiyorum. Çözemediğim düğümü kestiğimden beri keyfim yerinde. Kendi bindiğim gemiyi yakacak kadar deli olduğumu bilmeyenlerin beni kibritle korkutmalarına pek gülüyorum. Onca tecrübeye rağmen yine de elimdekinin değerini kaybedince bilenlerden değil değer verdiği için kaybedenlerden olmayı tercih ediyorum. Köpek gibi çalışıyorum, bey gibi de geziyorum. Her şeyin kazası olur namazın bile ama keyfin kazası olmaz, bunu biliyor ona göre yaşıyorum. Velhasıl ben bıraktığınız gibiyim hala; Biraz deli biraz Pollyanna :)
Ne gıybet biter bu köşede, ne isyan ne de eğlence. Paylaşılacak nice şey ile çok özleyerek geldim işte. Ne çok yazmışım yine, dilim şişmiş mi ne :)
O zaman macera başlasın,
Haftaya görüşmek üzere!
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan