Zordur, kendini yeniden tanımak, kendini yeniden var etmek…
Nasıl yapılacağını bilemezsiniz önceleri, nereden başlanacağını, işe yarayıp yaramayacağını, hatta bunun gerçekten zorunlu olup olmadığını…
Michelangelo’nun , “Davut” heykelini yaparken gösterdiği özen gibi, ilmek ilmek, desen desen, renk renk, nakış gibi işlemişsinizdir hayatınızı. Ve eserinizi tamamladığınızı sanıp şöyle bir iki adım geriden beğeniyle ona bakarken, bir anda tuzla buz olur eseriniz, dağılarak yerlere saçılır…
İnanamazsınız önce, inanmak istemezsiniz…
Sonra dağılan parçaları toplamak için eğildiğinizde, batan kıymığın çıkardığı acıyla anlarsınız; kanıyordur yüreğiniz; ince ince kanıyordur…
Her sabah doğudan doğuyordur güneş, her şey yolunda gidiyordur hayatta…
Düzene oturmuştur hayatınız; eviniz, eşiniz, işiniz, çevreniz rutininde ilerliyordur; sessiz, sakin, kaygısız.
Ve bir gün, uğruna ömrünüzü, hayallerinizi, yıllarınızı verdiğiniz hayatınız darmadağın olur…
Ya hayat şöyle yandan bir çelme takmıştır size, ya da siz hayatınızın kontrolünü ele almaya karar vermişsinizdir artık…
O gün güneş, batıdan doğmuştur…
Düzen bozulmuştur…
Paramparça olmuş hayaller, dağılmış umutlar vardır artık…
Korkular, umutsuzluklar, belirsizlikler, kalbin karanlık köşe başlarında sessiz çığlıklar atıp duruyordur.
Dünya, daha da büyümüş müdür nedir ya da siz mi daha da küçülmüş müsünüzdür yoksa…
El ayak çekilip gece karanlığına kavuştuğunda, uzanıp bakarken tavana, yüreğinizdeki boşluğa, ölüm ne de güzel gelir kulağa; uyuşmuş, korkmuş haldeyken, düşüncesi bile huzurdur aslında…
Sonra, “kalk ayağa” diye bir ses duyarsınız içinizde…
“yaşanacak çok gün, yapılacak çok şey var hayatta…
Kalk ve al eline ,dizginlerinin hayatının…’’ ‘’...’’
‘’Çıldırıyor muyum acaba” diye düşünürsünüz önce, anlam veremezsiniz içinizden yükselen bu sağır eden, sessiz sese.
Ve işte o vakit, Tanrının yedi kat tepede, gökyüzünde değil, aksine tam da hepimizin içinde olduğuna inanma vaktidir işte…
Bir uçurum kenarındaymışçasına, karar verme zamanıdır; ya bırakacaksınızdır kendinizi boşluğa ya da sımsıkı tutunacaksınızdır hayata…
Tutunmayı seçersiniz;
Hayat diye verileni yaşamak yerine hayat’ınızı yaşamayı…
Önce başınızın üstünde, sizi karamsarlığa iten bulutları ellerinizle dağıtıverirsiniz.
Sonra yüreğinizi tutup şöyle bir silkelersiniz…
Her şeyi kontrol etmekten vazgeçip “izin” verirsiniz evrene, her şeyin olması gerektiği gibi olması için…
Uzun uzun yürüyüşler yaparsınız, yazarsınız uzun uzun, sayfalarca…
Dost bildikleriniz kardeş olmuşlardır artık; yanınızda, canınızda…
Hiç ummadığınız zamanda kapınız çalınır, arkadaşlarınız oradadır; ellerinde en sevdiğiniz çikolatalı pastayla…
Sıkıca tutmuşlardır sizi yüreğinizden, hiç bırakmamacasına…
Bir sabah uyanıp gökyüzüne baktığınızda, güneşin sizin için doğduğunu hissedersiniz…
Yeniden başlamak, böyle bir şeydir işte; tüm yaşanmışlıkları doldurup küfeye, yüklenip yola çıkmaktır, yine, yeniden…
Güçlenerek yola devam etmektir…
Büyük muharebeleri kazanabilmek için ileride, küçük çatışmaları kaybetmeyi göze almak demektir…
En önemlisi de; bazen yükselebilmek için hayatta, yere çarpmak gerektiğini öğrenmek demektir…
“Bir daha başlayabilseydim yaşama, ikincisinde daha çok hata yapardım.
Kusursuz olmaya çalışmazdım…
Sırt üstü yatardım, neşeli olurdum…
İlkinde olmadığım kadar çok az şeyi ciddiyetle yapardım…
O kadar temiz olmazdım…
Daha çok risk alır, daha çok seyahat eder, güneşin doğuşunu daha fazla seyreder, daha çok dağa tırmanır, daha çok nehir aşardım…
Görmediğim yerlere gider, daha çok dondurma, daha az bezelye yerdim…
Sorunlarım daha gerçekçi olurdu, hayali problemlerim ise daha az…
Hayatın her anını gerçekçi ve üretken yaşayan insanlardandım. Elbette mutlu anlarım oldu ama, yeniden başlayabilseydim eğer, yalnız mutlu anlarımın olmasına çalışırdım…
Farkında mısınız bilmem; yaşam budur zaten:
Anlar, sadece anlar…
Sizde anı yaşayın, ''şimdi'' yi yakalayın…
Termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve paraşütümü almadan dışarı çıkmayan insanlardandım…
Eğer yeniden başlayabilseydim, ilkbaharda ayakkabılarımı fırlatıp atardım ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla…
Bilinmeyen yollar keşfeder, güneşin tadına varır, çocuklarla oynardım…
Bir şansım daha olsaydı eğer… Ama işte 85'indeyim ve biliyorum...
ÖLÜYORUM...”
Jorge Luis Borge’ ın ölmeden hemen önce yazmış olduğu bu satırlar, gerçekten de çok şey anlatıyor aslında…
Hayat geçip gidiyor nihayetinde…
Zamana karşıdır savaş.
Hayatta geç kalınmamalı ve insan, yürekten istediğini, istediği zaman yapmalı…
Ertelememeli hayatı ve yaşamamalı hayat diye dayatılanı...
Çok yıllar sonra yaşlanınca, evinin terasında, sallanan sandalyede, dizlerine battaniye çekmiş otururken, “keşke” dememeli, “keşke, hayallerimi önümde vakit varken geçekleştirebilseydim” diye hayıflanmamalı…
Ve zaman zaman yenilsek de hayat savaşında, bazen mağlubiyetin, kazanmanın başlangıcı olduğunu hiç unutmamalı…
Mutluluk, yetinmeyi bilmek demek…
Delice hayallerim var artık benim…
Bir umut yerleştirdim içime, hayallerimle birlikte.
Gerçek olması gerekmiyor, benim olması yetiyor bana…
Hayat, her şeye rağmen yaşanmaya değer…
Yeniden başlamak, küllerinden doğmak ve bir gün aynaya bakıp kendine gururla gülümseyebilmek için, her zaman bir şans var;
Güneş, bazen batıdan doğsa bile…
Cansen Erdoğan