Hani gün olur bir ses duyarsınız içinizde, birilerine dair inceden...
Hani gün olur bir yerler çağırır sizi, sebebini bilmeden...
İşte öyle bir gündü, İstanbul gelinliğini giymiş edalı bir kadın gibi parlıyordu bembeyaz...
Soğuk bir kış günüydü.
Mezun olduğum üniversitenin tam önünden geçiyordum arabayla, yanımda oğlumla.
O görkemli, gri bina göz kırptı bana, gülümsedi...
Çağırdı beni ve içeri girdim tam 10 yıl önce, son kez ayak bastığım okuluma...
Aynı koridorlar; oğlum koşmaya başladı o ince, uzun koridorlarda...
Kocaman pencereler; cumbalı, oymalı...
Sınav sonuçlarının asılı olduğu ve bizim kader çarkı diye adlandırdığımız korkunç, dikdörtgen panolar...
Herşey yerli yerinde, aynen duruyor...
Değişen tek şey aradan geçen 10 yıl.
Büyük tahta kapılı sınıflardan birinin önünde durdum ve derin bir nefes alarak yavaşça içeri girdim.
Aynı sınıf; kendimizi dünyayı kurtaracak kişilerden olarak görüp gururla ders dinlediğimiz on yıl önceki sınıf.
Ama o zaman daha mı kocaman geliyordu ne.
Derse yetişmek için koşturduğumuz koridorlar, daha mı uzundu yoksa.
Ya aşağıdaki soğuk kantin;
Ellerimizde kahvelerimiz, soğuk kış günlerinde doluşarak gençliğe dair en pervasız umutlarımızı paylaştığımız, gülmekten katıldığımız kantin, daha renkli değil miydi sanki...
Etrafıma bakındım sınıfta...
Yıllarca kah dikkatli kah dalarak ders dinlediğim, uzun sınavlarda kalemi elimden bırakacağım anı iple çektiğim sınıfıma...
Günlerin hiç geçmeyeceğini, takvimin hep aynı kalacağını düşündüğüm dönemler geldi gözlerimin önüne birbir.
Hoyratça harcanmış, o en gamsız, vurdumduymaz günler.
oturdum uzun sıralardan birine, sesini dinledim sessizliğin ve düşünmeye başladım;
Sorun zaman galiba ve bizim zamana yüklediğimiz anlam...
Hayatın anlamı, zamanı iyi kullanmak ve bunu yaparken de zevk almak sanırım.
Hep bir zaman telaşı içerisindeyiz; yapılması gereken işler, bitirilmesi gereken ödevler, gidilmesi gereken yerler, gerçekten yapmak istediklerimizi engelleyen bir sürü şeyler.
Oysa biliyor muyuz ki kaç güneş doğuşu kaldı sabah erken kalkıp seyredeceğimiz...
Kaç gün batımı kaldı sevdiklerimizle geçireceğimiz...
Arabaya atlayıp plansız programsız bilinmeze gideceğimiz
Ya da...
Tüm gün yataktan çıkmadan DVD seyredeceğimiz.
Yapmamız gereken, kalan zamana maksimumu sığdırmak galiba.
Vakit yaratmak kendimize ve sevdiklerimize.
Kontrolü elimize almak belki de daha çok gezmek, daha çok görmek, dinlemek, daha çok sevmek...
Herkese ve her şeye zaman ayırırken kendimizi de es geçmemek...
Gerçekten de zaman çok hızla ilerliyor ve kaybolan zaman maalesef geri gelmiyor.
keşke diyorum, keşke sınavlara üzüleceğime, daha çok dalga geçseydim kendimle.
İstemediğim derse gireceğime, daha çok muhabbet etseydim kantinde, daha çok şiir yazıp daha çok şarkı söyleseydim sıraların üstünde.
Yağmurda Beyoğlu’na gidip daha çok profiterol yeseydim İnci pastanesinde.
Daha çok fasıla gidip, ağlasaydım çalan keman sesine.
Oyuncaklarımın hepsini dağıtmasaydım keşke, hele de o küçük maymunumu vermeseydim kimselere...
Kendimiz için mi yaşıyoruz?, Yoksa başkaları için mi? çoğu kez...
Gerçekten istediğimiz hayatı mı yaşıyoruz? Yoksa hayat diye bize verileni mi?
Olmak zorunda olduğumuz muyuz? Olmak istediğimiz mi?
Sevdiğimizle miyiz şimdi? Yoksa bir zamanlar sevmiş olduğumuzla mı?
Zaman hızla akıp gidiyor, yıllar yarışıyor geçmek için birbirini.
Kış ortasında yaz kokusunu duymak için fazla da vakit yok aslında.
Anne poğaçası yemek için sıcak sıcak, yada aşık olduğunla öpüşmek için, yağmurda bir saçak altında, onunla yürümek için bir sahil kenarında ve gözlerinin içine bakıp 'seni seviyorum' demek için bağıra bağıra...
Tam on yıl sonra, sınıfta oturmuş bunları düşünürken, ansızın fark ettim ki aslında en pişman olduğum şey, pişman olurum diye yapmadıklarım.
Gözlerimi kapadım...
Sınıfta, yıllar öncesinin o tozlu, gamsız havasını içime çekerken, zamanın hiç geçmediğini düşündüm.
On yıl önceye, 22 yaşıma döndüm.
Şen şakrak kahkahalarını duydum bir an geçmişin, 'ne çok şey var daha yapılacak, sınavlar verilecek okul bitecek, işe girilecek, daha yıllar yıllar var, nasıl geçecek bu zaman' diye düşünürken bir ses duydum sınıfın kapısının yanında...
Döndüm on yıl sonra bu zamana ve açtım gözlerimi...
Oğlum sesleniyordu, 'hadi anne, sıkıldım artık, ne zaman gidiyoruuuz'...
Tadını çıkaracağınız, kıymet bilinen zamanlar dileğiyle...
Cansen ERDOĞAN