Bir önceki yazımızda vatan şairi Mehmet Emin YURDAKUL’un mısralara döktüğü Anadolu’nun 1914 yılındaki durumu, I. Dünya savaşı yıkımından sonra daha da kötüleşmiş, bu savaşta Osmanlı Devleti’nin şehit, kayıp, esir, yaralı, sakat ve hasta olarak insan kaybı 2,5 milyon kişiye ulaşmış bu mücadelede en büyük kaybı yine Anadolu insanı vermişti.
Osmanlı Devleti’nin imzaladığı Sevr anlaşması ile yurdu işgal eden Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler ve hele Yunanlıların, işgal sonrası yaptıkları yok etme, yağma ve cinayetler sonucu işgal edilen bölgeler tahrip edilmiş, insanlar vahşetle katledilmişlerdi.
1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1914 yılından çok daha kötü bir Anadolu gerçeği ile karşı karşıyaydı.
Bu durumdaki bir ülkede ekonomik ve kültürel kalkınma nasıl sağlanacaktı?
Cumhuriyetle kazanılan siyasi özgürlük, nasıl korunacaktı?
Bunun için milletin Cumhuriyet yönetimine sahip çıkması, milli kalkınma ve gelişmiş ülkeler düzeyine ulaşma yolunda atılacak her konuda devletini desteklemesi gerekiyordu.
Millet, Cumhuriyet yönetimini ne ölçüde benimsemişti? Şimdi bu soruyu cevaplandırmaya çalışalım.
***Cumhuriyet yönetimini kimler benimsemedi? Kimler benimsedi?
a) Cumhuriyet yönetimini benimsemeyenler:
*Bunların başında Cumhuriyetin kurulması ile çıkarlarını yitiren Osmanlıcılar gelmekteydi.
1922 yılında saltanatın kaldırılması ile son Osmanlı padişahı, yanındaki birkaç kişi ile İngilizlere sığınarak yurt dışına kaçtı. 1924 yılında Hilafetin kaldırılması ile Osmanlı hanedanının büyük bölümü yurt dışına çıkarıldı. Bu kanunla yurt dışına çıkarılan Osmanlı hanedanına mensup bu insanlar, yurt dışında Türkiye Cumhuriyeti aleyhine tek kelime söylemediler, tek eylemde bulunmadılar. Hayatları sıkıntı içinde geçti ama asaletlerine uygun hareket ettiler.
Hanedan mensuplarının bu asil davranışlarına rağmen Ülke içinde kalan padişah yanlıları ve çıkarları bozulanlar, Cumhuriyeti benimsemediler. Dünya bugün olduğu gibi maddi çıkar hesabına dayanmaktaydı. Osmanlı hanedanına yakın olan, ondan beslenen, yalı, çiftlik ve benzeri gibi büyük mülklere sahip olan zadegân sınıfı ve bunların sözcüsü olan İstanbul basını, kapatılan medreselerden İstanbul Üniversitesine geçen bilginler, Cumhuriyete karşı tavır sergilediler. Bunlar yaptıkları yayınlarla halkın cumhuriyeti benimsemesini önlemeye çalıştılar.
*Hilafet yanlıları ve medrese mensupları da Cumhuriyeti benimsemediler. Kendi çıkarlarını ve toplumdaki itibarlarını korumak isteyen bu çevreler, yeniliklere dolayısı ile Cumhuriyete karşı idiler.
Asırlarca ‘’ İslam’ı doğru anlayabilmesi için halkın bizim gibi ilim adamlarına ihtiyaçları vardır. Çünkü halk, kendi başına İslam’ı doğru anlayamaz.’’’ diyerek Kuran’ın Türkçe veya Osmanlıca mealini ve tefsirini yapmayan, böylece halkın İslam’ın temel kitabı olan Kuran’a aracısız ulaşımını engelleyen, İslam’ı istedikleri gibi yorumlayan ve bu davranışları ile bir nevi ruhban sınıfına dönüşen bu çevreler, Cumhuriyeti değil benimsemek yeni Cumhuriyet yönetimine hiç yardımcı olmadılar.
*Tekke, zaviye ve dergahlarda Tasavvuf kültürünü benimseyen kişiler de Cumhuriyeti benimsemediler.
Anadolu’nun vatan olmasında ve Osmanlı Beyliğinin kuruluş döneminde Osmanlı- İslam düşünce dünyasına yeni ufuklar açan tasavvuf kültürü, zaman içinde Tanrı ve insan sevgisine dayanan bu temel niteliğinden uzaklaşmış, eskiyen, köhneyen bir hale bürünmüş, topluma zararlı hale gelmişti.
En sonunda, ’Din elden gidiyor!’’ diyerek İslam’ı değil kendi varlıklarını korumaya çalışan ve dini kendi yorumları ile istismar etmekten çekinmeyen bir kısım tekke, zaviye ve dergâh mensupları ve kırsal alanlardaki şeyhler (şıhlar) ve ağalar etkisinde olan kitleler, Cumhuriyet yönetimini benimsemediler, destek vermediler ve zaman zaman dış tahriklerle beslenerek Cumhuriyet yönetimine isyan ettiler
İslam, bu çevreler elinde tahrip edildi, özünden saptırıldı, hurafelere boğuldu. Bu çevrelerce gerçek İslam’ı yaşama düşüncesi daima ikinci planda kaldı. Dini duyguları istismar ederek maddi çıkar sağlamak ve topluma egemen olmak düşüncesi gücünü hiç yitirmedi. Bunlara safça inanan ve gerçek İslam’ı bilmeyen, o güne kadar cahil bırakılmış, din hocasının ağzına bakan, onun söylediğini dini vecibe sayarak uygulayan cahil halkın bir bölümü de cumhuriyete destek vermedi.
*Dış düşmanların içteki iş birlikçileri: Kurtuluş Savaşı döneminde İstanbul Hükümetinin onayı ile İngilizler ve onu destekleyen işbirlikçiler tarafından kurulan İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Kuvayı Milliye hareketini önlemeye çalışmıştı. Muvaffak olamayınca bu cevreler boş durmadılar. Cumhuriyet kurulduktan sonra yeni yönetimi benimsemeyen içteki dostları ile iş birliklerini devam ettirdiler ve Din elden gidiyor propagandası ile memleket dahilinde birçok isyanın çıkmasını sağladılar. Bunlara Kürtçülüğü ve mezhep ayrımcılığını da eklediler.
Sevr Antlaşması ile Anadolu’yu paylaşım haritasına işlenen Kürt devleti düşüncesi, Kurtuluş Savaşında gösterilen milli dayanışma ile önlenmiş, daha sonra bu konu Lozan anlaşmasıyla tamamen yok edilmişti. Ancak Kürt sorunu, İngiltere tarafından kaşınarak daima gündemde tutuldu. Lozan görüşmelerinde çözülemeyen Musul Meselesini çözmek için İngilizler, bu konuyu alabildiğine işlediler. Kürtçülüğe dini unsurlar ekleyerek Ülke dahilindeki bir kısım Kürt topluluklarının Cumhuriyet yönetimine karşı isyan etmesini sağladılar.
1923-1938 yılları arasında Kürt unsurlar tarafından Cumhuriyete karşı başlatılan 17 isyan hareketinin sonuçları bakımından en önemlisi 13 Şubat-31 Mayıs 1925 yılları arasındaki Şeyh Said isyanıdır. Tamamı Cumhuriyet yönetimi tarafından bastırılan bu isyanlardan Şeyh Said isyanı, İngilizlerin Musul yöresinde yaptıkları siyasi etkinlikleri, onların lehine kolaylaştırdı. Bu isyan, Musul- Kerkük bölgesinin kaybedilmesine sebep oldu.
Oysa, Cumhuriyetin din ile bir sorunu yoktu. Dini istismar edenlerle ve toplumun gelişmesine karşı gelenlerle sorunu vardı. Cumhuriyetin Kürtlerle de bir sorunu yoktu. Lozan görüşmelerinde Kürt sorunu diye bir sorun hiç görüşülmedi. Kürt vatandaşların böyle bir talebi hiç olmadı.
*Bir kısım siyasiler ve askerler: Bunlar içinde en önemli grup, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde iktidara gelen ve devletin çöküşüne sebep olan İttihat Terakki Partisinin kalan artıklarıydı. Yeni devlette hak ettikleri yeri alamadıklarını iddia eden bu kişilerin yanında eski konumlarına dönmek arzusunda olan bakanlık yapmış, valilik yapmış eski yöneticiler ve askerler de bulunmaktaydı. Siyasi varlıklarını tam bir gizlilik içinde sürdüren İttihat Terakki mensupları, 1926 yılında Gazi Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsünde bulundular. Bu7 olay6 üzerine İttihat Terakki Partisi mensupları tamamen tasfiye edildiler.
Kurtuluş Savaşının önde gelen komutanlarının siyasete atılarak TBMM de kurdukları Terakkiperver Halk Fırkasının bu suikast eylemi ile ilişkili olduğunun İstiklal Mahkemesince tespit olunması Cumhuriyet için tam bir talihsizlik olmuş, adı geçen siyasi parti kapatılmış ve komutanlar siyaseten yasaklanmışlardı.
Kurtuluş savaşının önde gelen komutanlarının siyasetten uzaklaştırılması, Cumhuriyet yönetimine karşı olan diğer gruplara moral destek sağladı.
Bu olaylar özellikle Şeyh Said isyanından sonra1925 yılında kapatılan tekke ve zaviyelerin yer altına inmesine ve faaliyetlerine orada devam etmelerine zemin hazırladı.
b) Cumhuriyet yönetimini benimseyenler.
*Din adamları, tekkeler ve tarikatlar:
Mustafa Kemalin 19 Mayıs 1919 da Samsun’da Anadolu’ya ayak basmasından sonra yol boyunca başlattığı çalışmalar Osmanlı sarayı tarafından uygun görülmedi ve Mustafa Kemal geri çağrıldı. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi öncesi 7-8 Temmuz günleri saray ile telgraf başında yaptığı görüşmeler sonucu geri dönmeyi reddetti ve mensup olduğu askerlikten istifa ederek ordudan ayrıldı. Erzurum ve Sivas Kongrelerine katıldıktan sonra Mustafa Kemal ve yanındaki heyet 27 Aralık 1919 tarihinde Ankara’ya geldi. Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 tarihinde açıldı.
O güne kadar Mustafa Kemal, gittiği her yerde din adamlarının bulunduğu heyetler tarafından karşılandı. Havza’da ulemadan Hacı Mustafa Efendi, Amasya’da müftü Tevfik ve vaiz Abdurrahman Kâmil Efendiler, Erzurum’da Hoca Raif Efendi ve müftü Sadık Efendi, Sivas’ta Müftü Abdurrauf Efendi, Kayseri’de Müftü Ahmet Remzi Efendi ve Kazıklı Hacı Kasım Efendi, Hacı Bektaş’ta Çelebi Cemaleddin Efendi ve dede postu Niyazi Salih Baba , Ankara’da müftü Rıfat Efendi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının başlattığı Milli Kurtuluş savaşına destek verdiklerini ifade ettiler.
Erzurum Kongresine Siirt’ten müftü hacı hafız Mehmet Cemil ile müderris hafız Cemil Efendiler Erzincan’dan meşayihten hacı Feyzi Efendi, Sivas’tan müderris Fazlullah Efendi, Diyarbakır’dan müftü hacı İbrahim Efendi ile Kuruçay, Of, Kelkit, Şiran Rize müftüleri delege olarak katılmışlardı.,
Sivas Kongresine ise Erzurum’dan Hoca Raif Efendi, Erzincan’dan şeyh hacı Fevzi Efendi ve Çorum’dan müftü Tevfik Efendi katıldılar. Sivas kongresinin hazırlık komisyonunda ise vali vekili kadı Hasbi Efendi, müderris Fazlullah Efendi ve müftü Abdurrahman Efendi görev üstlenmişlerdi.
Batıda Yunan işgali başlamadan birkaç saat önce "İşgal edilen memleket halkının silaha sarılması dini bir görevdir." Bu nedenle "Cihad-ı mukaddes fetvasını ilan ve tebliğ ediyorum." diyerek halka milli mücadele fikrini aşılayan Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Efendi ve onun bu çağrısına katılan Sarayköy müftüsü Ahmet Şükrü Efendi, Çal müftüsü Ahmet İzzet Efendi, Acıpayam müftüleri Hasan ve Mehmet Arif Efendiler , Tavas müftüsü Cennet zade Tahir Efendi ve ilçe halkları ilk toplantılarını yaptılar. İlk direniş örgütlerini kurdular.
İşgal öncesinde İzmir de Yunan işgaline karşı düzenlenen mitingde İzmir müftüsü Rahmetullah Efendi, İzmir Valisinin ‘’Yunan işgaline karşı çıkılmasın.’’ emrine ‘’ Vali Bey! Bu sakalım kanımla boyanabilir. Ama bu alnıma Yunan alçağını sükunetle selamlamış olmanın karasını sürerek Huzur u İlahiye çıkamam.’’ diyerek karşı çıkmış ve Anadolu’daki diğer din adamlarına gerekli mesajı vermişti.
Yunan işgali ilerledikçe Batı Anadolu’da bütün il ve ilçe müftülükler, benzeri çağrıları yaparak halkı Yunan işgaline karşı direnişe çağırmışlar, silahlı örgütlerin kurulmasına yardımcı olmuşlar ve bir kısmı fiilen bu mücadelelere katılmışlardı.
Fransız işgaline karşı da benzeri çalışmalar, din adamlarının fetvaları ve fiili eylemleriyle gerçekleştirilmişti.
Kurtuluş savaşında Üsküdar Özbekler tekkesi, İstanbul Gülşeni dergâhı, Ankara Taceddin dergâhı, Hacı Bektaş Bektaşileri, Konya Mevlevileri ve Gümüşhane Nakşibendileri, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek veren tarikat ve dergâhlardı.
Görüldüğü üzere Anadolu halkı din adamlarının öncülüğünde padişaha bağlı yerel yöneticileri dinlememiş ve vatan savunmasında Kuvay-ı Milliye kuvvetlerinin yanında yer almıştı. TBMM açıldıktan sonra Kurtuluş Savaşını destekleyen söz konusu din adamları ve dergahlar, Cumhuriyet kurulduktan sonra da Cumhuriyet yönetiminin yanında yer aldılar. Cumhuriyetin kurmak istediği yeni dini yapılanmayı desteklediler.
Çünkü, Cumhuriyetin din ile bir sorunu yoktu. Dini istismar ederek kendilerine çıkar sağlayan ve gelişmelere karşı gelenlerle sorunu vardı.
*İşgalden kurtulan bölgelerin halkları: I. Dünya Savaşında Doğu Anadolu bölgesi Rusların işgaline uğradı, Ekim 1917 devrimi ile Rus kuvvetleri geri çekilince onların yerini alan Ermeniler, bölgede büyük katliamlar yaptılar.
Brest- Litovsk anlaşması ile savaş öncesi sınırlar kabul olununca, Erzurum- Köprüköy’ün doğusunda kalan Ağrı, Kars, Ardahan ve Iğdır’ın bulunduğu topraklar Rus yönetimine terk edildi. Bu topraklar üzerinde Ermeni mezalimi, kurtuluş yıllarına kadar devam etti.
30 Ekim 1918 Mondros Anlaşmasından sonra Anadolu başta Yunanlılar olmak üzere İtalyan ve Fransız kuvvetleri tarafından işgal olundu, Trakya Yunanlıların eline geçti, Boğazlar ve İstanbul, İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetlerince işgal edildi.
Bu işgaller 11 Ekim 1922 Mudanya Anlaşmasına kadar sürdü. Trakya, 1922-Ekim ayı sonuna kadar boşaltıldı. Boğazların çevresi TBMM yönetimine girdi. En son 6 Ekim 1923 tarihinde İngilizler İstanbul’u terk ettiler ve Mustafa Kemalin 1918 yılı Kasım ayında ifade ettiği’’ Geldikleri gibi giderler.’’ söylemi gerçekleşti. Geldikleri gibi gittiler.
Anadolu halkı, yaşadığı bu işgal sürecinde çok büyük zulüm yıkım ve katliamlara uğradı. Ermenilerin Doğu Anadolu bölgesinde, Yunanlıların Batı Anadolu bölgesinde yaptıkları yıkım, tahribat ve gösterdikleri vahşet, insanlık dışıydı. Bu olaylar, bölgede yaşayan Müslüman Türk halkına büyük zararlar verdi ve ruhlarında derin yaralar açtı.
Asırlardır padişaha itirazsız biat eden bu insanlar, padişah yönetiminin gerçek yüzünü acı bir şekilde öğrendiler. İşgalden kurtulduktan sonra kurulan Cumhuriyet yönetimine bütün benliği ile sahip çıktılar. Halk geleceğini Cumhuriyet yönetimine bağladı.
*Cumhuriyete karşı olan din adamlarının telkinlerine rağmen Cumhuriyetin geleceğine inananlar:
İşgale uğramamış Anadolu halkı, güvendikleri din adamları tarafından yapılan ‘’Padişaha bağlı kalın.’’ telkinlerine kulak asmadı. Bu insanların gerçek yüzünü gördü ve Anadolu’nun kurtuluşu için elinden gelen bütün gayreti gösterdi. Özellikle Anadolu kadınları, tarlaları sürdüler, ekinleri biçtiler. Orduyu beslediler. Milleti aç bırakmadılar. Ordudaki askerlerin bütün giyim ihtiyaçlarını karşıladılar. Sırtında taşıdığı bebeğinin soğuktan donmasına aldırmadan orduya kağnılarla silah ve cephane taşıdılar. Gerekli yerlerde cephede savaştılar.
Savaşamayacak durumda olan erkekler ise orduya silah ürettiler, ikmal işlerinde ordunun her türlü ihtiyacını karşılamaya çalıştılar ve kurtuluş için Nafiz KOTAN gibi pek çok kişi servetlerinin tamamını feda etmekten çekinmediler.
Osmanlı onları ne hale düşürmüştü? Osmanlının sonunun geldiği gerçeğini ne yazık ki çok acı olaylarla anlayınca geleceklerini kurulan yeni devlete, Cumhuriyete emanet ettiler.
Bu insanların çoğu cahildi. Ama doğruyu ve yanlışı ayıracak iyiyi ve kötüyü anlayacak ferasete ve basirete sahip idiler. Çünkü; vicdanları tertemizdi. Vefalıydılar. İnsanlık duygularını maddi çıkarlara satmamışlardı. İnandıkları kutsal değerlere sadık ve saygılıydılar. Vatan müdafaası onları için şeref ve namus meselesiydi.
Çocuklarının geleceğini Cumhuriyet yönetiminde gördüler. "Biz okuyamadık, cahil kaldık. Çocuklarımız bizim kaderimizi paylaşmasınlar." düşüncesi ile Cumhuriyete sahip çıktılar.
*Yenilikçi, aydın nesil: Sayıları az da olsa eğitim görmüş, Avrupa’yı ve dünyayı siyasi, ekonomik, kültürel yönleriyle tanıyan, Osmanlı devletinin durumunu idrak eden bu nesil Cumhuriyete bütün içtenliği ile sahip çıktı.
Çünkü Cumhuriyet, Türk Milleti için yeni bir umuttu. Ezilen ve sömürge haline gelen insanlık için de bir umut ve heyecan kaynağı idi.
Dünya savaşı ve Kurtuluş savaşında üniversite ve lise gençliği fiilen savaşlara katılmış ve bu nesil çok sayıda şehit vermişti. Cumhuriyet kurulduğunda okur yazar sınıfı teşkil eden bu nesil Cumhuriyetin beyin takımıydı ve Cumhuriyet, bu nesilden çok şey beklemekteydi.
Mustafa Kemal ATATÜRK, Cumhuriyeti gençliğe emanet etti. Çünkü bu nesil vatanın gerçeklerini biliyordu. Özgürlüğün kıymetinin farkına varmıştı. Özgürlüğünü nasıl koruyacağının da bilincindeydi. Ülkenin kendisinden beklentilerinin, sorumluluklarının farkındaydı.
Bu nesil, Cumhuriyete sahip çıktı. Özgürlüğe sahip çıktı. Kirlenmemişti. Vatanına bağlıydı. Dünyanın aldatıcı nimetlerine gözünü kapadı ve Cumhuriyetin yükselmesi konusunda üzerine düşen görevleri yerine getirdiler.
M. Kemal Atatürk’ün "Ey yükselen yeni nesil! Cumhuriyeti biz kurduk. Onu yükseltecek ve yaşatacak sizlersiniz." ülküsüne sahip çıktılar.
4.2.1.2 03 Mart 1924 Devrim kanunları:
Genç Türkiye Cumhuriyeti devletinin ayakta durabilmesi ve gelişebilmesi için olağan üstü tedbirlere ihtiyaç vardı. Bu tedbirler, devrim kanunları olarak hayata geçirildi. Cumhuriyeti kuran ve Osmanlı eğitimini alan yönetici kadro, Ülkeyi halkın eğilimini, beklentilerini ve büyük ölçüde onayını alarak şu gerekçelerle devrim kanunlarını çıkardı ve yeni bir rejime yöneldi.
*Devrim kanunlarının ana gerekçeleri:
Gazi Mustafa Kemal,1 Mart 1924 günü TBMM açılış konuşmasında şu üç hususun üzerinde dikkatle durur.
1-Millet, Cumhuriyetin bugün ve gelecekte bütün saldırılardan kesin ve ebedi olarak korunmasını istemektedir.
Milletin isteği Cumhuriyetin denenmiş ve olumlu sonuçları görülmüş olan bütün esaslara bir an önce ve tam olarak dayandırılması şeklinde ifade edilebilir.
2- Millet kamuoyunda tespit edilen eğitim ve öğretimin birleştirilmesi ilkesinin bir an önce uygulanmasını gerekli görüyoruz.
3- Müslümanlığın yüzyıllardan beri yapılageldiği üzere İslam’ın bir siyaset vasıtası olarak kullanılmaktan kurtarılmasının ve yüceltilmesinin şart olduğu gerçeğini de görmüş bulunuyoruz.
*Siyasi varlığı koruma ve güçlendirme,
*Köhnemiş ve faydasız zihniyetlerden uzaklaşma, eğitim ve öğretimi birleştirme,
*İslam’ı siyasetten kurtarıp yüceltme,
Temel amaçlar, olarak kabul olundu.
En önemli devrim kanunları 03 Mart 1924 tarihinde kabul olunan 429, 430 ve 431 nolu kanunlardı. Şimdi bu kanunları sırasıyla inceleyelim.
*429 no’lu kanun: Şeriye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Umumiye vekaletlerinin kaldırılması:
Siirt millet vekili Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının teklifi ile TBMM de görüşülerek kabul olunan bu kanun, hukuk sistemini değiştiren ilk önemli adım olması açısından önemlidir. Din hizmetleri ile Şer’i mahkemeleri ve vakıf hizmetlerini yürüten Şeriye ve Evkaf vekaleti kaldırılınca din hizmetlerini yürütmek için aynı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı, Evkaf işlerini yürütmek için Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.
Şeri Mahkemeler görevlerini diğer mahkemelere devrettiler. Mecelle hukuku, Türk Medeni Kanunu’nun kabulüne kadar (1926), yürürlükte kaldı.
Aynı kanun ile Erkan-ı Harbiye Umumiye Vekaleti de kaldırıldı, Yerine müstakil Erkan-ı Umumiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) kuruldu Böylece ordu siyasetten uzaklaştırılmış oldu.
*430 no’lu kanun: Tevhid -i tedrisat (Eğitimin birleştirilmesi) kanunu:
Manisa millet vekili Vasıf Bey ve 50 arkadaşının teklifi ile TBMM de görüşülerek kabul olunan bu kanun ile medreseler kapatıldı, eğitim veren bütün okullar, Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplandı.
Medreselerin kapatılması, Şeri Hukuk uygulaması açısından önemli sonuçlar doğurdu.
429 ve 430 no’lu kanunlar ve bu kanunların getirdiği yenilikler lâik hukuk yapısının oluşmasını sağlaması açısından son derece önemliydi.. Bu kanunlarla eğitim ve hukuk alanında yapılan değişiklikler birbirlerini etkilediği için bu kanunların öncesi ve sonrası gelecek yazımızda ayrıntılı olarak ele alınacaktır
*431 no’lu kanun: Hilafetin kaldırılması: Osmanlı saltanatı, Cumhuriyet ilan edilmeden 1 Kasım 1922 tarihinde kaldırılmış, Hilafet makamına dokunulmamıştı. Ancak son halife Abdülmecid’in İstanbul’da padişah gibi davranması, TBMM Hükümetinin bilgisi dışında bazı yabancılarla görüşme yapması ve TBMM’den büyük bir bütçe talep etmesi üzerine TBMM 3 Mart 1924 tarihinde Urfa mebusu Şeyh Saffet, Bursa mebusu Şeyh Servet Efendiler ve bazı din adamlarının imzasını taşıyan kanun teklifini görüşmeye başladı. Hilafet makamının kaldırılması ve halifeyle Osmanlı hanedanına bağlı kişilerin yurt dışına çıkarılmasına yönelik 429 nolu kanun teklifi aynı gün TBMM de kabul olundu. Böylece padişah Yavuz Sultan Selim tarafından 1517 yılında Mısırın fethedilmesi ve son halifenin İstanbul’a getirilerek Hilafet makamının Osmanlı Hanedanına devredilmesi ile başlayan süreç, sona ermiş oldu.
Hilafet nedir? Bu konu daha önce bu sütunlarda yayınlanan Hilafet Meselesi adlı yazıda açık ve detaylı bir şekilde incelenmişti. Ülkemizde Hilafet heveslisi bazı din adamlarının basındaki beyanları üzerine yaptığım incelemenin özeti şöyleydi.
İslam’da Hilafet, Hazreti Muhammed’in(sav) halifesi anlamına gelir. Din ve devlet başkanı niteliğindeki bu makamın hüküm süresi, Hazreti Muhammed’in(sav) Kadir suresinin nazil oluş sebebini açıklamasında işaret ettiği üzere Emevi Devletinin 661 yılında kurulmasıyla sona ermiştir. Çünkü bu tarihten sonra din, özgürlüğünü kaybederek saltanatın emrine tabi olmuştur.
İslami anlamda Hilafet, 632-661 yılları arasındaki Hulefay-ı Raşidin döneminde ve sadece 29 yıl yaşayabilmiştir.
O tarihten sonra Halife unvanını üstlenen pek çok hükümdar, bu unvanı kendi iktidarı için kullanmış ve İslam’ın kabul etmediği pek çok cinayetlerin ve rezaletlerin müsebbibi ve sorumlusu olmuşlardır.
Hilafetin kaldırılmasına karşı gelenlerin şu iddiaları sürekli olarak dile getirirler,
*Hilafet makamı dini temsil eden en üst makamdır. Kaldırılması doğru olmamıştır.
Dini istismardan başka bir özelliği kalmayan, içi boşalmış, hiçbir gücü olmayan ve TBMM tarafından 1924 yılında kaldırılan Hilafetin, İslam Peygamberinin ve O’nun halifesi olan 4 Halifenin anlayışı ile ve İslam’ın özü ile hiçbir ilgisi kalmamıştı.
*Hilafet, tüm İslam alemini birleştirebilecek bir güçtür. Bu gücü kırmak isteyen İngilizlerin siyasi hileleri ile kaldırılmıştır. Bu nedenle doğru olmamıştır.
Padişah II. Abdülhamit ve Sultan V. Mehmet Reşat, İslam alemini cihada davet etmişler ancak Hindistan’da toplanan bir miktar para yardımının ötesinde İslam aleminden Osmanlıya bir yardım gelmediği gibi Çanakkale’de Müslüman Senegal askerleri Osmanlıya karşı savaşmışlardı.
Osmanlının son asırlarında İslam, dünyanın her yerinde sömürge durumundaydı ve İslam alemi perişan haldeydi.
İslam alemini asırların yanlışları ile bu hale getiren halife ünvanlı kişiler, bu rezalete sebep olan din adamları ve tüm Müslümanlar vebal altındadırlar. Kuran hükümlerini hiçe sayarak İslam aleminin bu duruma düşmesine sebep olan kişiler, ahiret günü Yaradan’a nasıl hesap verecekler? Hazreti Muhammed’den(sav) hangi yüzle şefaat dilenecekler?
Tanrının peygamber vasıtası ile gönderdiği İslam, Müslümanlara ve insanlığa bir nur, şifa, hidayet ve mutluluk kaynağıdır. Esaret ve sefalet, miskinlik ve akılsızlık İslam’ın kesinlikle kabul etmediği şeylerdir. İslam alemini bu rezil duruma getirenler ve bu yapıya olumlu destek verenler ne biçim Müslümandılar?
*Hilafet makamı günümüzde Papalık gibi bir makam olarak kalmalı ve bütün Müslümanları bir çatı altında toplamalıydı. Hilafetin kaldırılması bu nedenle doğru olmamıştır.
Kuran’ın hükümlerini hiçe sayarak, İslam’ın gerçeklerini gizleyerek kendilerine dünya çıkarı sağlayan, cahil insanları kendilerine mecbur eden bu yaklaşım İslam’da olmaması gereken bir yapının oluşmasını sağlamıştı.
İslam’da Tanrı ile kul arasına hiçbir varlık girmez. Giremez. İslam, Tanrıdan başka hiç kimseden bir şey istenmeyeceğini bildirir.
Peygamber dahi kızına “Kızım olman sana bir şey kazandırmaz. Çünkü ben dahi ne olacağımı bilmiyorum. Sen amellerinle Tanrının hoşnutluğunu kazanmaya çalış.” derken, bugün din hocalarından, şeyhlerden medet uman bir toplum ve onları bu duruma sürükleyen bir ruhban anlayışı ortaya çıkmıştır. İslam dünyasında Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına benzer bir ruhban sınıf türemiştir.
Bu insanlar samimi Müslümanlara cennet vadedebilmekte, kendilerini Tanrının yerine koyarak (El hakem ve El hâkim) sıfatlarına göre Müslümanlar hakkında hüküm verebilmektedirler.
Hıristiyan dünyasında papa ekümeniktir. Yani Hazreti İsa (as) ile ilintilidir. Bu nedenle sorgulanamaz. Hıristiyan din adamları da Hıristiyanları doğuşta vaftiz etmekte, onların günahlarını çıkarmakta, ölürken kişinin başında istavroz çıkartmaktadır. Bu sınıf Hıristiyanların hayatlarında Tanrı ile kişi arasında yer almaktadırlar ki İslam bu yaklaşımı en büyük günah olan şirk olarak tanımlar.
İran’daki Ayetullahlar ve Afganistan’daki Talibanlar ve Ülkemizde mürşidinin kesin olarak sözünden çıkmayan mürit ve yakınlarının teşkil ettiği cemaatlerden bir kısmının, günümüz İslam dünyasında bir nevi ruhban sınıf oluşturdukları, acı bir gerçektir.
Hilafet Makamının Hıristiyanlıktaki Papalık yapısına benzer bir yapıda devam etmesine taraftar olanlar bir ruhban sınıfın İslam’a egemen olmasını istediklerinin acaba farkında mıdırlar? İslam bunu kesinlikle kabul etmez.
Müslüman olduklarını ifade eden bu kişiler uyansınlar. Dikkatli olsunlar. Çünkü şirke çok yakın duruyorlar.
Konumuza dönersek;
Urfa Mebusu Saffet Beyin önergesi ile kabul olunan 431 no’lu kanunla Halifelik kaldırılmış ve kanun gerekçesinde ifade olunduğu üzere TBMM, dünyevi ve uhrevi bütün yetkileri nefsinde toplamış olmaktadır.
Gelecek yazı: 430 ve 429 sayılı kanunlar.