Devlet nedir? Devletin çeşitleri ve devletin temel özellikleri nelerdir?
Tarih boyunca devlet çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. Dönemsel olarak devlet çeşitleri ve devletin temel özellikleri farklılık göstermiştir. Son yıllarda küresel etkisi artan devlet dışı aktörler, “devletin egemenliği”nin tartışılmasına neden olmaktadır.Bu yazıda devletle ilgili aklınıza gelen temel soruların yanıtlarını bulacaksınız.Devlet nedir?Devlet en basit şekilde tanımlanmış toprak sınırları içinde egemen yetki alanı kuran ve kalıcı kurumlar vasıtasıyla otorite uygulayan siyasal bir birlik olarak tanımlanabilir.Devlet, toprak ve hükümete sahip insan grubu olarak tanımlanır. Bu hükumet kendi sınırları içinde kanunlar üzerinde söz hakkına (şimdilerde hakimiyet olarak tanımlanıyor) sahiptir. Meşru bir şekilde cebir kullanma erki sadece devletlerin tekelindedir. Yani vatandaşlarını bir şey yapmaya yasal olarak zorlayabilir. Tabii ki, mafya da sizi borcunuzu ödemeye zorlayabilir, fakat sizi cezalandırmak gibi bir hakkı yoktur. Gelir İdaresi Başkanlığı ise sizi vergilerinizi ödemediğiniz için yasal yollarla hapse gönderebilir.Ulus-devlet nedir?Bazıları, “ulus-devlet” tanımını kullanır.Ulus-devlet tanımı uluslararası ilişkilerin aktörleri arasında en önemlisi olan devlete “milliyet” kavramını ekler.Ulus-devlet mensupları genellikle kendi dillerine sahip olmaları nedeniyle, farklı bir kimlik (aidiyet) hissine sahiptirler.Ulus-devletler aslında modern oluşumlardır. 500 yıldan daha eski değillerdir.
Dikkat:Uluslararası ilişkilerin aktörü olarak “devlet” kavramı, “Kansas Eyaleti” gibi Amerikalıların kullandığı anlamda kullanılmaz. Aslında uluslararası ilişkilere göre 50 Amerika Eyaleti “devlet” değildir. Çünkü, bağımsız değillerdir. Kendi sınırları üzerinde söz hakkına sahip değillerdir. Son sözü Washington’daki federal hükümet söyler.
Ulus-devlet ve milliyetçilikUluslararası ilişkilerin aktörleri konusunda yapılan bir çok analizin başlangıç noktası ulus-devlettir.Devletlerarası politika arenasında devlet gücü bireysel tercihlere ağır basar.Devletler kendi halkını askere alıp, onları savaşa gönderebilir.Halkları üzerinde psikolojik bir hakimiyetleri vardır. Milliyetçilik duygusu aşılar. Bu duyguyu bazen pek de iyi olmayan amaçlar için kullanır. Bu duygularla birlikte yabancı ülkelere karşı biz-onlar duygusu gelişir. “Biz” sadece kendini korumaya çalışan barışçıl bir milletizdir. “Onlar” ise, bize zarar vermeyi amaçlar. Her iki taraf da kendisinin mağdur olan taraf olduğunu düşünür. Amerika ve İran’ın birbirlerine karşı tutumları tam da buna örnektir.Devletin öncülük rolü zarar verici bir hale dönüşebilir mi?İnsan topluluklarında devlet kurumu olmazsa olmaz bir olgu değildir. Tarih boyunca büyük aileler, kabileler, krallıklar ve imparatorluklar daha ileri seviyede kuruluşlara dönüşmüştür.
DEVLETİN ÖZELLİKLERİDevlet egemenlik sahibidir. Bir toplumdaki diğer bütün birlik ve grupların üzerinde olduğundan mutlak ve kısıtlanmamış bir iktidara sahiptir. Thomas Hobbes (1588-1679) bu nedenle devleti
Leviathan (Tevrat ve İncil’de geçen ve kötülüğü temsil eden bir deniz canavarıın adıdır.) olarak resmetmiştir.
Devlet kurumları sivil toplumun ‘müstakil’ kurumlarının aksine ‘kamusal’ olarak kabul edilir, devlet yapıları kamu tarafından finanse edilirler ve kolektif kararların alınması ve toplumda uygulanmasını sağlamakla yükümlüdürler.
Devlet bir meşrulaştırma çalışmasıdır. Toplumun daimi menfaatlerini yansıttığı iddiasına dayanan devlet kararlarının genellikle (muhakkak değilse de) vatandaşları üzerinde bağlayıcılığı kabul edilen bir vakıadır.
Devlet bir hakimiyet (nüfuz) sağlama aygıtıdır. Yasalarına boyun eğilmesini ve ihlalcilerin cezalandırılmasını güvence altına alan cebri güce sahiptir: Max Weber’in (1864-1920) belirttiği üzere devlet ‘meşru şiddet’ araçlarının tekeline sahiptir.
Devlet bölgesel (teritoryal veya mevzii) bir birliktir. Coğrafi olarak tanımlanmış sınırlar içinde yasal yetki uygular ve uluslararası siyasette özerk bir varlık olarak (en azından teoride) kabul edilir.Devletler farklı şekillerde ve boyutlarda karşımıza çıkarlar.Klasik liberalizm ve Yeni Sağ tarafından müdafaa edilen minimal devletler veya ‘gece bekçisi’ devletler yalnızca birer koruyucu yapılardır. Çünkü yegane görevleri vatandaşlarının yaşamlarını kendilerince en iyi bir biçimde geçirebilecekleri bir barış ve sosyal nizam çatısı sağlamaktır.
Japonya ve Doğu-Güneydoğu Asya’nın ‘kaplan’ ekonomilerindeki kalkınmacı devletler önemli ölçüde dev işletmeler olan temel iktisadi çıkarlar ile devlet arasında yakın ilişkiler kurmak yoluyla uluslararası rekabet ortamında zenginleşme stratejileri geliştirmeyi amaçlarlar.
- Sosyal demokratik devletler
Modern liberalizmin ve demokratik sosyalistlerin ideali olan sosyal demokratik devletler büyümeyi sürdürmek ve tam istihdamı sağlamak, yoksulluğu azaltmak ve toplumsal ödüllerin daha eşit bir dağıtımını sağlamak için iktisadi ve sosyal yaşama geniş ölçüde müdahale ederler.
Ortodoks komünist ülkelerde bulunan kolektivist devletler özel mülkiyeti ortadan tamamen kaldırdılar ve iktisat bakanlıkları ve planlama kurulları ile yönetilen merkezi olarak planlanan ekonomiler kurdular.
Hitler Almanyası’nda ve Stalin Sovyetler Birliği’nde inşa edilen totaliter devletler (gerçi Saddam Hüseyin’in Irak’ı gibi modern rejimler de tartışmasız benzer nitelikleri gösterirler) kapsamlı takibat ve korkutma politikası ile ve yaygın ideolojik manipülasyon ve kontrol yolu ile beşeri varoluşun her zerresine nüfuz ederler.Devletin yönetim terimleriGenellikle birbirinin yerine kullanılan devlet ile yönetim (hükümet) terimleri arasında bir ayrım yapılmalıdır.
- Devlet yönetimden daha kapsamlıdır.
- Devlet kamu alanının bütün kurumlarını ihtiva eden ve topluluğun tüm üyelerini kucaklayan (vatandaşlık kapsamında) kapsayıcı bir birlik iken yönetim (hükümet) devletin sadece bir parçasıdır. Bu anlamda yönetim devlet otoritesinin eyleme geçirildiği bir vasıtadır; yönetim devletin ‘beyni’dir.
- Bununla beraber devlet sürekliliği ve hatta devamlılığı olan bir yapı iken yönetim geçicidir. Kalıcı bir devlet sisteminde yönetimler gelip giderler ve yönetim sistemi reform ve yeniden yapılandırma sürecinden geçirilebilir.
Otorite tatbikiDahası devlet kişisellikten uzak bir otorite tatbik eder. devlet kurumlarındaki personel seçim ve atama işlemlerinin bürokratik bir tarzda gerçekleştirilir. Personelin genellikle siyasal olarak tarafsız olmaları istenir. Böylece devlet kurumlarının mevcut hükumetin ideolojik heveslerine direnmeleri yönünde bir beklenti doğurur.
Devlet ve kamu çıkarıNihayet devlet en azından teorik olarak kamu çıkarını veya ortak faydayı temsil eder. Yönetim ise belli bir zamanda iktidara gelmeyi başaranların partizan anlayışlarını temsil eder.
Devletin yeri ve önemiDevlet her zaman siyasal analizlerin merkezinde olmuştur, öyle ki siyaset genellikle devlet üzerine çalışmak olarak anlaşılmaktadır. Bu hakikat iki kilit tartışmada açıkça görülmektedir.Bu tartışmalardan ilki ve en temel olanı devlete neden ihtiyaç duyulduğu ve siyasal yükümlülüğün temeli nedir soruları üzerinde yoğunlaşır.Devletin klasik haklılaştırması ‘doğa durumu’ olarak adlandırılan devletsiz bir toplumda hayatın nasıl olacağına dair bir tablo çizen toplumsal sözleşme teorisi tarafından sunulur. Hobbes ve John Locke (1632-1704) gibi düşünürlere göre herkesin herkese karşı bitmeyen bir iç savaşı ile karakterize edilen doğa durumunda, düzenli ve istikrarlı bir var oluş için elzem olan egemen bir yapıyı yaratmak amacıyla, insanlar özgürlüklerinin bir kısmını feda ederek bir anlaşma yapmaya (toplum sözleşmesi) istekli olacaklardır.Öyleyse, son tahlilde, bireyler kargaşa ve kaosa karşı tek güvenceleri olan devlete boyun eğmelidirler.Anarşizm tarafından öne sürülen alternatif görüş insan doğası hakkında daha iyimser varsayımlara dayanmaktadır ve bireyler arasında kendiliğinden gerçekleşen işbirliğine ve doğal düzene vurgu yapar. Anarşistler bir devletin yokluğunda sosyal istikrarın olabilirliğini desteklemek için ortak mülkiyet veya piyasa mekanizması gibi bir dizi “sosyal kuruma” başvurmaktadırlar.
Devlet iktidarının doğasıSiyaset teorisinin önemli bir kısmı bilhassa rakip devlet teorileri ile ilgilenir. Bu tartışmada önemli pozisyonlar aşağıdaki gibi özetlenebilir.Liberallere göre devlet, toplumdaki yarışan menfaatler ve gruplar arasında tarafsız bir arabulucu ve toplumsal düzenin en önemli güvencesidir; devlet en kötü ihtimâlle bir ‘zarurî fenalık’tır (necessary evil).Marksistler devleti sınıf baskısının bir aygıtı, ‘burjuva’ devleti, olarak resmeder ya da devletin hükmeden sınıftan ‘nisbî bir özerkliğe’ sâhip olduğunu kabûl ederek, sınıf iktidarına dayalı bir sistemde istikrarı sağlama rolüne parmak basarlar.Demokratik sosyalistler genellikle devleti, ortak faydanın cisme bürünmüş hâli olarak sayarlar ve onun sınıf sisteminin adâletsizliklerini düzeltme kifayetine değinirler.Muhafazakârlar ise devleti, genel olarak muhtemel bir kargaşadan toplumu korumak için ihtiyaç duyulan otorite ve disiplin ile ilişkilendirerek geleneksel olarak güçlü bir devleti tercih ederler.Yeni Sağ ise daha geniş toplumsal kesimlerden farklılaşan ve genel olarak ekonomiye zararı dokunan kendine özgü çıkarları olduğunu iddia ederek devletin meşru olamayan karakterine değinir.Feministler devleti erkek iktidarının bir aracı olarak değerlendirirler, ‘patriarkal’ devlet kadının yaşamın ‘kamusal’ veya siyasal alanından dışlanmasına hizmet eder.Nihâyet, anarşistlere göre devlet, güçlü olanın, mülk sâhiplerinin ve ayrıcalıklı olanın çıkarları doğrultusunda işleyen yasallık kazandırılmış bir baskıdan başka bir şey değildir.Ancak 20. Yüzyıl’ın sonlarına gelindiğinde devletin genel olarak ‘içinin oyulduğuna’ ve bazılarının tartıştığı üzere modern dünyada devletin artan yersizliği argümanlarına tanık olmaktayız.Bu gelişmeler arasında en başta gelenler: hiçbir devletin kontrol edemeyeceği bir şekilde ulusal ekonomilerin küresel olana doğru akışı olarak küreselleşme devlet idaresine karşı piyasa örgütlenmesinin gittikçe daha fazla tercih edilmesi olarak özelleştirme ve son olarak bölgesel-cemaatçi siyasetin güç kazanması ve cüzî milliyetçiliğin yükselmesi sonunda merkezkaç baskıların serbest kalması anlamında yerelleşme.
DEVLETLER EGEMENLİKLERİNİ YİTİRİYOR MU?Uluslararası ilişkilerde “devletler” kalıcı mı?Ortaya çıkacak uluslararası sistemin gelişmiş bir sistem olması beklense de, bu sistemin temel bileşenlerinin hâlâ bağımsız devletler olduğu ve hiçbirinin de huzurlu ve işbirliği içinde olan bir dünya istemediği görülüyor.
Modern devlet, ulus-devlet ya da genel anlamıyla “ülke” kavramı yaklaşık beş asır geriye, yani Batı Avrupa’da önemli değişimlerin yaşanmaya başlandığı zamanlara dayanır.Barut ve top mermisi sayesinde monarşi, soylular ve merkezi güç birlikleri üzerinde kontrolü ele geçirdi ve bu harekete “mutlakıyet” denildi.Monarkların hakimiyetlerini ilan edip hükümdarlıklarını laikleştirmeleriyle Roma katolik Kilisesi dünyevi kudretini kaybetti.Matbaa gibi yeni buluşlarla ve Asya, Kuzey Amerika ve Güney Amerika’ya ticaret yollarının açılmasıyla ekonomiler büyüdü.Sık sık yaptıkları savaşlara kaynak bulabilmek için krallar mülki idareler kurup, vergi toplamaya başladılar. Otuz Yıl Savaşları’nın 1648’de sona ermesiyle güçlü modern devletler Batı Avrupa’ya hakim oldular.Büyük ordular ve donanmalar kurup, onları finanse edebilecek güçteki modern güçlü devletler gelenekçi toprakları kolaylıkla fethedebildikleri için tüm dünyaya yayıldı. Bazıları gerçekten çok zayıf durumda olmasına rağmen Lâtin Amerika, Asya ve Afrika ülkeleri de, kendilerini koloni yönetiminden kurtardıktan sonra, güçlü devlet şeklini benimsediler.1700’lerin sonlarındaki Amerikan ve Fransız Devrimleri güçlü devlete yeni bir ivme kazandırdı: Kitlesel coşku ve katılım. Daha önceleri devlet işleri bir avuç kral ve aristokratın yönetimindeydi. Tebaa (vatandaş değil) sessiz kalmalı ve itaat etmeliydi. Demokratik fikirlerin yayılmasıyla vatandaşlar söz sahibi olduklarını düşünmeye, kendilerini vatansever hissetmeye başladılar. Fransız Devrimi ve Napoleon Savaşları’yla ortaya çıkan milliyetçilik dünyaya yayıldı ve 20. Yüzyıl’da büyük kitlelere hatta çılgınca büyük kitlelere ulaştı.
Devletler, uluslararası ilişkilerin ana aktörleri mi?Son yarım yüzyılda uluslararası ilişkilerin aktörleri bağlamında devletlerin sayısı muazzam bir artış göstermiştir: II. Dünya Savaşı’nın resmen sona erdiği yıl olan 1945’te dünyada yaklaşık 50 devlet vardı. Devletler arası ilişkiler, bu 50 ülke arasında gerçekleşiyordu.21. yüzyılın başında ise Birleşmiş Milletler (United Nations)’e üye olan devlet sayısı 196’ya ulaşmış, yani dört katına çıkmıştır. Üstelik, yeni kurulacak devletler sırada beklemektedir. Başlıca uluslararası ilişkiler aktörleri olan devletlerin sayısının artmasının uluslararası ilişkilere getirdiği zorluklar çözülememişken; uluslararası ilişkilerin aktörleri arasına “devlet dışı aktörler” de girmiştir.Bugün büyük çok uluslu şirketler yani devlet dışı aktörler uluslararası sınırları aşmakta, bazen de pek çok ulus-devletten daha fazla ekonomik kaynağı kontrol etmektedir.Nitekim, en az 12 uluslarötesi şirketin yıllık satışları dünyadaki devletlerin yarısının gayri safi yurtiçi hasılasından (GSYİH) yüksektir: Shell, IBM ve Wal-Mart gibi şirketlerin satışları Macaristan, Ekvador ve Senegal gibi ülkelerin GSYİH’lerinden çok daha fazladır.Bu çokuluslu şirketler askeri güç gibi bazı güç unsurlarına sahip değildir. Ekonomi açısından bakıldığında, IBM şirketi, Belçika için eski bir Belçika sömürgesi olan Burundi’den çok daha önemli hale gelmiştir.
TABLO: 1 Bazı Çokuluslu Şirketlerin Satış Rakamları, 2007 (ABD doları)Wal-Mart Stores | 351 milyar |
Royal Dutch Shell (Birleşik Krallık/Hollanda) | 319 milyar |
General Motors (ABD) | 207 milyar |
Toyota (Japonya) | 205 milyar |
Daimler-Chrysler (Almanya/ABD) | 190 milyar |
General Electric (ABD) | 168 milyar |
Total (Fransa) | 168 milyar |
Siemens (Almanya) | 107 milyar |
IBM (ABD) | 91 milyar |
Nestle (İsviçre) | 80 milyar |
Sony (Japonya) | 71 milyar |
Kaynak: “The Fortune Global 500”, Fortune, http://money.cnn.com/magazines/fortuna/globa1500/2008/full_list/ |
“Devlet dışı aktörler”e genel bakışOrta Doğu, dünyanın en önemli enerji kaynaklarına sahiptir. Savaşan devletlerin ve dış güçlerin olmadığı bir Orta Doğu tablosu ilginç olurdu. Shell, British Petroleum ve Exxon Mobil gibi çok uluslu petrol şirketleri Orta Doğu’da ağırlığı olan devlet dışı aktörler olarak göze çarpmaktadır. Ama sadece bunlar değil, dünyada başka devlet dışı politika aktörleri de vardır.
Birleşmiş Milletler(BM) gibi büyük hükümetler arası kuruluşlar, Arap Birliği ve Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) gibi daha küçük “devlet dışı aktörler” hem Orta Doğu, hem de dünya politikalarında rol oynamaktadır.
Kızılhaç (Red Cross) ve Uluslararası Af Örgütü gibi sivil toplum kuruluşları (STK’lar) da devlet dışı aktörlerdir.Türkiye, Suriye, İran ve Irak’ta yaşayan Kürtler, Orta Doğu’nun dört bir yanına ve Kafkasya’ya dağılmış Ermeniler gibi çeşitli uluslar ötesi etnik gruplar da vardır.Terörist gruplar, uyuşturucu çeteleri ve mafya örgütleri ulusal sınırları aşarlar ve sık sık kaynaklarını birden fazla devlet arasında bölüştürürler.Uluslararası dinsel hareketler, özellikle de Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki siyasi İslam da olası devlet dışı aktörler listesine başka bir boyut ekler.Soru, devletlerin mi yoksa devlet dışı grupların mı daha önemli olduğu değil —genellikle devletler daha önemlidir— yeni karmaşık koalisyonların bir bölgenin politikasını, geleneksel realist görüşlerin göstermeyi başaramadığı bir şekilde nasıl etkilediğidir.Yani, realistlerin vurguladığı gibi, devletler güncel uluslararası politikanın, devletler arası ilişkilerin baş aktörleridir, ama politika sahnesi sadece onlara ait değildir.
‘Uluslararası ilişkiler aktörleri’nin amaçlarıGeleneksel olarak, anarşik bir sistemde devletlerin en önde gelen amacı askeri güvenliğin, daha doğrusu kendi güvenliklerinin sağlanmasıdır. Günümüzde ülkeler elbette ki dün olduğu gibi askeri güvenliklerine önem vermektedir. Ama devletler, ekonomik refahlarına, uyuşturucu kaçakçılığını ya da AIDS’in yayılmasını durdurmak gibi toplumsal meselelere ya da ekolojik değişimlere de sık sık bunun kadar ya da daha fazla önem vermektedir.Ayrıca, tehditler değiştikçe askeri güvenlik tanımı da değişmektedir. Askeri güvenlik devletlerin güttüğü tek amaç değildir. Kanadalı bir diplomat, savaş olasılığının son derece düşük olduğu ABD ile Kanada arasındaki ilişkilere bakarak, korkusunun, ABD‘nin 1813’te yaptığı gibi tekrar Kanada topraklarına yürüyüp Toronto’yu ele geçirmesi değil, Toronto’yla ilgili verilerin Texas’taki bilgisayarlar tarafından erişim dışı kalacak şekilde programlanması olduğunu söylemişti.Ekonomik güç askeri güvenliğin yerini almamıştır. Ekonomik olarak güçlü bir ülke olmasına rağmen 2 Ağustos 1990’da Kuveyt devleti, Irak devleti tarafından hiç bir direnişle karşılaşmadan işgal edilmiştir.Devletlerin uluslararası ilişkilerin baş aktörü olarak, bir çok amaçları vardır. Devletler daha geniş bir yelpazeye yayılan amaçlar güttükçe, uluslararası politikanın gündemi karmaşık hale gelmektedir. Günümüzde, ekonomik ve güvenlik gerekçelerinin yanında, insani yardım ve insan hakları sorunlarının önemi artmıştır.Bazı analizciler ise devletlerin güvenliğinden çok bireysel insani güvenliğe atıfta bulunmaktadır.
TABLO:2 Bazı Ülkelerin Tahmini GSYİH’leri, 2006(Satın Alma Gücü Paritesi’ne göre ABD doları cinsinden)ABD | 13,1 trilyon |
Çin | 10,2 trilyon |
Hindistan | 4,2 trilyon |
Japonya | 4,2 trilyon |
Almanya | 2,6 trilyon |
Brezilya | 1 ,7 trilyon |
Rusya | 1, 7 trilyon |
Endonezya | 948 milyar |
Arjantin | 609 milyar |
Güney Afrika | 588 milyar |
Suudi Arabistan | 366 milyar |
Vietnam | 263 milyar |
Irak | 88 milyar |
Guatemala | 61 milyar |
Arnavutluk | 20 milyar |
Jamaika | 13 milyar |
Eritre | 5 milyar |
Kaynak: CIA World Factbook, 2009. |
‘Uluslararası ilişkiler aktörleri’nin araçlarıUluslararası ilişkilerin amaçlarının yanı sıra araçları da değişmektedir. Realist görüşe göre, askeri güç uluslararası politikada gerçekten önemi olan tek araçtır.Britanyalı tarihçi A. J. P. Taylor 1914 öncesi dünyayı tasvir ederken, büyük gücü savaşta galip gelebilecek bir güç olarak tanımlamıştır.Devletler bugün en önde gelen uluslararası ilişkiler aktörleri olarak, elbette ki askeri güç kullanmaktadır. Ama geçen yarım yüzyılda askeri gücün rolünde değişikler olmuştur. Pek çok devlet, özellikle de büyük devletler, amaçlarına erişmekte askeri güç kullanımını eskiden olduğundan daha maliyetli bulmaktadır. Harvard Üniversitesi’nden Prof. Stanley Hoffmann’ın belirttiği gibi, askeri güç ile başarı arasındaki bağlantı giderek gevşemektedir.
‘Askeri güç kullanımı’nın azalmasıAskeri güç kullanımı niçin azalmaktadır ? Nedenlerden biri, askeri gücün en gelişmiş, en caydırıcı, yok edici nihai araçları olan nükleer silahların durumudur. Bir vakitler sayıları 50.000’i aşsa da, 1945’ten beri savaşta nükleer silah kullanılmamaktadır. Nükleer silahların yaratabildiği büyük yıkım ile makul siyasi amaçlar arasındaki orantısızlık, anlaşılabilir bir şekilde, liderleri bu silahları kullanma konusunda çekingen kılmaktadır. O halde, askeri gücün nihai biçimi, yani nükleer silahların kullanılması, nereden bakılırsa bakılsın, liderler için savaşta kullanılmayacak kadar maliyetlidir.Milliyetçi halklara hükmetmek için kullanıldığında konvansiyonel gücün bile maliyeti artmıştır. 19. yüzyılda, Avrupa ülkeleri modern silahlarla donatılmış bir avuç askerle yerkürenin başka yerlerini ele geçirmiş, sonra da, sömürgelerini görece mütevazı garnizonlarla yönetmişlerdi. Ama halkların toplumsal olarak mobilize olduğu bir çağda, halkın ulusal kimliği konusunda çok hassas olduğu işgal edilmiş bir ülkeyi yönetmek güçtür.Amerikalılar bunu 1960’larda ve 1970’lerde Vietnam’da, Sovyetler Birliği ise 1980’lerde Afganistan‘da görmüştür. Vietnam ve Afganistan nükleer süper güçlerden daha güçlü ülkeler haline gelmemişti. Ama milliyetçi bilince sahip bu halkları yönetmeye çalışmanın maliyeti hem ABD hem de Sovyetler Birliği için fazla yüksek olmuştur.Milliyetçilik çağında bir ülkeyi yabancıların yönetmesi çok maliyetlidir. 19. yüzyılda Britanya İmparatorluğu Hindistan’ı bir avuç asker ve devlet memuruyla yönetebiliyordu.Ama bugünün dünyasında böyle bir şey olanaksız gibidir.
Askeri gücün devri kapandı mı?Askeri gücün rolündeki üçüncü bir değişim iç kısıtlamalarla ilişkilidir. Zaman içinde, özellikle demokrasilerde giderek güçlenen bir antimilitarizm etiği gelişmiştir. Bu gibi görüşler güç kullanımını engellemez. Ancak, özellikle yaygın ve uzun süreli olarak kullanıldığında, liderler için siyasi olarak riskli bir seçim haline getirir. Zaman zaman, demokraşilerin savaş zayiatlarını kabul etmeyeceği söylenir, ama bu fazla basit bir görüştür.Örnek vermek gerekirse, ABD 1990’da Körfez Savaşı’na girmeyi planlarken yaklaşık 10.000 kişilik bir zayiat bekliyordu, ama ulusal çıkarlarını o kadar yakından ilgilendirmeyen Somali ya da Kosova’da zayiat vermekte isteksizdi. Ve güç kullanımı başka ülkelerin gözünde haksız ya da gayrimeşruysa, demokratik ülkelerde siyasi liderler için maliyetli olabilir.
Gücün devri kapanmış değildir.Bu gibi ahlaki kaygılar devlet dışı terörist aktörleri devletlerden daha az bağlar. Ama çoğu devlet için güç kullanımı geçmişte olduğundan daha maliyetli ve daha güçtür.
Askeri gücün çözemeyeceği meseleler nelerdir?Son olarak, güç yoluyla çözülmesi zor olan bir çok mesele vardır. Sözgelimi, ABD ile Japonya arasındaki ekonomik ilişkileri ele alalım: 1853’te, Amiral Perry bir Japon limanına girmiş ve Japonya limanlarını ticarete açmazsa bombalama tehdidinde bulunmuştu. Bu, ABD ile Japonya arasındaki güncel ticari anlaşmazlıkları çözmekte pek işe yarar ya da siyasi olarak kabul edilebilir bir yöntem olamazdı. O halde, uluslararası politikada güç hâlâ önemli bir araç olsa da tek araç değildir.Karşılıklı ekonomik bağımlılığın, iletişimin, uluslararası kuruluşların ve uluslarötesi aktörlerin kullanılması bazen güçten daha büyük bir rol oynar. Devletin bir aracı olarak askeri gücün devri kapanmamıştır. Taliban hükümetinin Eylül 2001’de ABD’ye yönelik saldırıları düzenleyen terör şebekesine yataklık ettiği Afganistan’da neredeyse 14 yıl süreyle icra edilmiş olan savaş ya da ABD ve Britanya’nın 2003 ‘te Saddam Hüseyin’i devirmek için Irak’ta güç kullanımı buna tanıklık eder. Ama o dönemde Irak’ta savaşı kazanmak barışı sağlamaktan daha kolaydı.
Fakat, terörizmden korunmak için tek başına askeri güç yeterli değildir.Askeri güç uluslararası politikada nihai araç olmaya devam etmekle birlikte, maliyetinde ve etkinliğinde meydana gelen değişiklikler, günümüzün uluslararası politikasını daha da karmaşıklaştırmaktadır.
Uluslararası ilişkilerin aktörleri ve hegemonik savaşlarTemel güvenlik oyunu devam etmektedir. Bazı siyaset bilimciler güç dengesini genellikle, lider ya da hegemonik bir devletin —örneğin, 16. yüzyılda İspanya, XIV. Louis döneminde Fransa, 19. yüzyılın büyük bölümünde Britanya ve 20. yüzyılın büyük bölümünde ABD— belirlediğini ileri sürerler.Sonunda, en tepedeki devlete meydan okunacak ve bu meydan okuma hegemonik savaşlar ya da dünya savaşları dediğimiz türde büyük yangınlara yol açacaktır. Dünya savaşlarından sonra, yeni bir antlaşma —1713 Utrecht Antlaşması, 1815 Viyana Kongresi, 1945’ten sonra Birleşmiş Milletler sistemi— yeni düzenin çerçevesini çizer.Atina ile Sparta arasındaki üstünlük mücadelesinden beri uluslararası politikada hiçbir temel değişiklik olmadıysa, yeni bir meydan okuma yeni bir savaşa mı yol açacaktır, yoksa hegemonik savaş döngüsü geçmişte mi kalmıştır?
Yükselen bir Çin ABD’ye meydan okuyacak mıdır?Nükleer teknoloji dünya savaşını fazla mı yıkıcı hale mi getirmiştir? Karşılıklı ekonomik bağımlılık dünya savaşının maliyetini çok mu yükseltmiştir? Teröristler gibi devlet dışı aktörler hükümetleri işbirliğine mecbur edecek midir?Küresel toplum, savaşı toplumsal ve ahlaki olarak düşünülemez hale mi getirmiştir?Öyle olduğunu umalım, zira bundan sonraki hegemonik savaş sonuncusu olabilir. Ama önce, süreklilik konusunun anlaşılması önemlidir.
Egemenlik elden gidiyor mu?Yeni uluslararası sistem eskisinden daha huzurlu ve işbirliğine açık olacaksa, uluslararası ilişkilerin aktörleri olarak ülkelerin en temel özelliklerinin, yani egemenliklerinin en azından bir kısmından vazgeçmeleri gerekecek. Kısmen yasal olarak, kısmen güç kullanarak, kısmen de psikolojik olarak egemenlik, hukuken son sözü söylemek, ülkenizin içişlerini kontrol edebilmek ve diğer ülkelerin işlerinize karışmasını önlemek anlamına gelir. Bir anlamda kendi gemisinin kaptanı olmak demektir.Egemenlik, ülkelerin birçok şeyi istedikleri gibi yapabilmeleri anlamına gelir. Geçmişte Pakistan, Amerika ile yakın işbirliğinde bulunmuştur, fakat İslâmcı militanları bazen koruyarak bazen de onlarla savaşarak ikili oynamaktadır. Washington bundan nefret eder, ama İslamabad Washington’un değil, kendi milletinin isteklerine göre karar verir. Washington’a göre, Çin parasının yani yenin değeri çok düşüktür, yükseltilmelidir. Beijing buna karşı çıkar, çünkü düşük yen onlara ihracat avantajı sunar. Çin ekonomisi için neyin iyi olacağına Beijing karar verir, Washington değil. 1990’da Suudî Arabistan topraklarım Irak’tan koruması için Amerikan birliklerinden yardım istedi. Amerikan askerleri Irak sınırından içeri girene kadar bir bira bile içememişlerdi. Suudi Arabistan yasalarının alkol yasağı Amerikan askerlerinin hızla ilerlemesi için bir teşvik olmuştu. Egemenliğin nasıl da güce denk olduğu görülmektedir.Egemenlik her zaman biraz masal gibidir. Büyük, zengin ve güçlü ülkeler dâima küçük, yoksul ve zayıf ülkeleri etkiler ve hatta nüfuzu altına alır. Örneğin Lübnan, 1975’teki iç savaşta dağıldığı için egemenliğini kaybetti, toprakları siyasî—dinci militanlar, Suriye ve İsrailli işgalciler tarafından paylaşıldı. İsrail’in 2000 yılında Lübnan’ın güneyinden çıkması çok da işe yaramadı, çünkü topraklar Lübnan askerleri tarafından değil, Hizbullah savaşçıları tarafından işgal edildi. Suriye hala Lübnan üzerinde hakimiyet kurmaya uğraşıyor.
Günümüzde egemenlikler zayıflamaktadırİran’la Birleşmiş Milletler aracılığıyla konuşan dünya İran’a kitle imha silahı (KİS) üretmenin İran’ın işi değil, dünyanın işi olduğunu söyledi. Dünya, 1994’te 800.000 Ruandalının katledilmesine seyirci kaldığı için utanç duydu. Kitlesel katliamlar bile bir “iç mesele” olabilir mi? 1999’da NATO, Kosovalı Arnavutların katledilmesini önlemeye çalışırken Yugoslav egemenliğini hiçe saydı. Milletler artık kabahatlerini egemenlik perdesi arkasına gizleyemezler. Birçok millet yeni bir doktrin önermekte; “Koruma Sorumluluğu” (Responsibility to Protect — R2P). Bu doktrin sayesinde uluslararası toplum, vatandaşına kötü muamele eden bir devlete müdahale edebilecektir. Eğer uygulanırsa, R2P egemenliği ortadan kaldıracaktır, işte bu yüzden birçok ülke bu doktrini sevmez.Uluslararası ilişkilerin aktörleri olarak son yıllarda “Ulus-üstü (supranational)” oluşumlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunlardan en önemlisi Avrupa Birliği (AB)‘dir.AB artık dev bir ekonomik pazardır ve pek çok önemli karar üyelerinin başkentlerinde değil, AB’nin Brüksel’deki merkezinde alınır. AB üyeleri egemenliklerinin bir kısmını daha yüksek bir heyete teslim etmişlerdir. Birçoğu kendi para birimlerinden vazgeçip yeni bir ortak para birimine, avroya geçmişlerdir. AB artık ortak bir ve savunma politikası oluşturmaya çalışmaktadır. Burada sorun şudur ki eğer AB işi, Avrupa’nın tamamen birleşmesine kadar götürürse, o zaman da egemenlik ortadan kalkmış olmayacak, onun yerine başa çıkılması daha zor olan daha büyük ve daha güçlü bir egemenlik kurulmuş olacaktır. İleride Avrupa ekonomik korumacılığa da gidecektir. Bu da ekonomik savaşları başlatabilecektir.
Kaynaklar:(1) Andrew Heywood, Siyasetin Temel Kavramları, Çeviren: Hayrettin Özler, Adres Yayınları (2012)(2) Global Policy (3) Michael G. Roskin ve Nicholas O. Berry, Uluslararası İlişkiler, Adres yayınları (2014)