Üçlemeler vardır, bir araya geldiklerinde bütün oluşturan; Deniz- kum- güneş/ Köfte-pilav- patates/ Domates- biber-patlıcan. Ama bence en güzeli, puslu bir İstanbul akşamında, güneşi boğazda batırmaya ant içmiş yakamozların dansını izlerken önümde tüm haşmetiyle duran rakı-roka-balık üçlemesiydi…
Bir yandan kadehler tokuşturulurken, fonda Zeki Müren’den ‘Elbet bir gün buluşacağız’ nağmeleri duyuluyor. Yan masada memleket kurtarılıyorken avuçlarımın içindeki buz gibi bardağa baktım da, ‘ne menem bir şeysin sen’ dedim; ‘bir içecek, sarıldığı gazete kâğıdına da, sakız kokulu beyaz keten örtüsü yayılmış masaya da, ete, ciğere, mezeye, balığa da, maviye de bu kadar mı yakışır’. Neşeye de efkâra da yoldaştır. Belki de ondan geceye inat bembeyazdır.
Bira gibi ayağa, çoluk çocuğa düşmemiştir, belli bir yaşanmışlığı, anıları, en basitinden hazırlanmış bir masası vardır. Viski gibi boğazı yakmaz, süzülerek akar gider. Şarap gibi değildir, zengin-fakir her eve girer. Rakının silueti sevgilidir, kokusu ana, tadı can. Çoğu kez bir dubleye sıkışmış şeytandır, yoldan çıkarmak için fırsat kollayan. Büyüğe hürmet, küçüğe sevgi, platonik hayatın ta kendisidir. Ve sevgiliden ayrıldığında içilen, içilmeden önce de telefonun imha edilmesi gereken yegâne içkidir. Çünkü sonrasında olabileceklerden kimse sorumlu değildir. Rakı masası yalan söylemez; Yanındakine kadeh kaldırırsın, kalbindekine içersin…
Lübnan’ın Arak’ı, Yunan’ın Uzo’su, İtalyan’ın Sambuca’ sı, gaflet ve delalete düşüp alternatif olmaya çalışsalar da rakıya, hüzünlerini sulandırmadan sek içmeye çalışmış bir milletin evlatları buna izin vermemiş, korumuşlardır bu anason kokulu cesaret hapının sıvılaştırılmış halini. Canım ne yani, rakı içen öldü de, içmeyen ölmedi mi?… Hem tıbbın çaresiz aldığı yerde, ondan bahsedilir. Özleme de, gurbete de iyi gelir.
Hayat tatlardan oluşur ya; ‘hayatın tadını çıkarmak’ mevzusu da buradan geliyor kanımca. Her içkinin kendine has bir kültürü vardır tamam da rakının misyonu başkadır. Çünkü kişi, kendini en iyi rakı içerken tanıtır. Müstakbel kayınpederlerin, damat adaylarını önce rakı sofrasına oturtmaları da bundandır. İçki içmek bir kültür ise adap bilmek adamlıktır. Bilmem dikkat ettiniz mi, yurtdışından buraya gelenlerin hemen hepsi, ‘Türkiye’de sevdiğiniz, beğendiğiniz nedir’ sorusunun cevabını, ‘raki-şiş kebap’ olarak vermektedir. Rakı, milliyetçi gözükse de aslında değildir. Hayal değil gerçektir. O kadehler bir kalkmaya görsün, ne dil kalır ne de ırk. Acılar ortaktır çünkü efkâr evrensel. Ve rakı, dilleri bülbül, milleti şair ederken, memleket meselelerini de hemen oracıkta halleder.
İki Alman; Karl ve Hans, Türkler'in neden bu kadar rakıya düşkün olduklarını ve içerken ne hissettiklerini merak etmektedirler. Konuyu araştırmak için İstanbul'a gelip bir meyhaneye girerler. Acemice etrafa bakındıktan sonra bir masaya oturarak yan masadakilerin söylediklerinin aynısını sipariş edip başlarlar mezeler eşliğinde içmeye.
Rakı seven adam kalitelidir. Beyaz peynir tercih eder, kaşarla işi olmaz. Bir erkek için en büyük keyiflerden biridir dostla, ahbapla erkek erkeğe içmek tamam da sevdiği kadınla rakı içmek bir başkadır. Güzeldir kadın, içtikçe güzelleşir. Ondan derler ki; Çirkin kadın yoktur, az rakı vardır. Kadının içindeki beyazdır rakı, buğudur, dumandır.
Ütüsüz kadınlardır rakı sevenler. Oysa şarap sevenler, ütülüdür. Çantaları, ayakkabıları, kemerleri aynı renktir. Şöyle bir bakınca tastamamdırlar. Oysa rakı sevenlerin üstleri başları değil belki ama dertleri, kederleri tastamamdır. Özlem kokarlar buram buram; Anasonla harmanlanmış sevda, biraz da hasret. Bardağa atılmış üç-beş buz söndürmez yangınlarını. Alayına isyan etmez bu kadınlar, aksine kadehini, alayının şerefine kaldırırlar.
twitter: @cansenerdogan
instagram: cansenerdogan