* Gazi Mustafa Kemal’i Laik uygulamaya götüren sebepler:
Önce şu tespiti yapalım. Ben Müslümanım diyen herkes Kuran’ı yani onun hükümleri olan Şeriatı kabullenmiş demektir. Devletini şeriat hukukuna göre kurmak ve yaşamını şeriat ilkelerine göre düzenlemek zorundadır. Bu ne derece mümkündür? Tarih boyunca Şeriata dayalı devlet yönetimi kurulabilmiş midir? Şimdi mensubu bulunduğumuz İslam’ın Cumhuriyet kurulana kadar geçirdiği tarihi evreleri bu açıdan yeniden özetleyelim.
*Hazreti Muhammed (sav) dönemi: 622-632 yılları arasında 10 yıl sürmüştür. İdeal Şeriat devleti dönemidir.
*Dört Halife Dönemi: İdeal Şeriat yönetimi 632-650 yılları arasında sadece 18 sene uygulanabilmiştir. 650-661 yılları arası kargaşa yıllarıdır. Bu dönemde İslam’da olmaması gereken şeyler yaşanmış Müslümanlar birbiriyle savaşmışlardır
*Emeviler dönemi: 661-750 yılları arasındaki bu dönemde Şeriat devleti düzeni kaldırılmış, yerine saltanat devleti kurulmuştur. İslam Hukuku padişahın emrine girmiş, onun keyfi isteklerine göre uygulanmıştır. Bu dönemde bedevi Arap anlayışının hakimiyeti nedeniyle İslam alemindeki birlik tamamen bozulmuştur.
*Abbasiler dönemi: 750- 1155 yılları arasında saltanat yönetimi devam etmiştir. Bu dönemde Kuran’ı tartışan yeni düşünceler ortaya atılmış ve İslam mezheplere bölünmüştür. Bilimsel gelişmelerin yaşandığı bu dönemde İslam alemi cihanı yönetir konuma gelmiştir. Hâkim görüş olan Sünni düşüncenin karşısında pek çok mezhep yer almıştır.
* Selçuklular Dönemi: 1155-1299 yılları arası siyasi karışıklıklarla geçmesine rağmen Sünni düşüncenin gelişmesiyle sonuçlanmıştır. Müslümanların uğradığı Haçlı istilaları ve Moğol belası yüzünden çok zor günler geçiren İslam aleminde bu kere yeni bir parçalanmaya neden olan Tarikatçılık gelişmiştir.
*Osmanlılar dönemi: Bu dönemi şu bölümlerde incelemek yaralı olacaktır.
+Kuruluş dönemi: 1299-1517 yılları arasında Osmanlıda saltanat hâkimdir. Tarikatçılığın arttığı Türk İslam anlayışının egemen olduğu bu dönemde İslam hukuku padişahı çoğunlukla dizginleyebilmiştir. Bu dönem Şeriatın tam olmasa da olabildiğince uygulanabildiği bir dönemdir.
+Hilafetten sonraki dönem: 1517-1839 yılları arasındaki bu dönemde önce Türk İslam anlayışı terkedilmiş yerine Arap İslam anlayışı almıştır. Bilimsel gelişmeler önlendiğinden devlet siyasi ve ekonomik yönden gerilemeye başlamıştır. Tekke, zaviye ve dergâh kültürü toplumu atalete sürüklemiş, İslam zaman içinde hurafelere boğulmuştur.
+Osmanlının son yılları: 1839-1923 arası Osmanlının yıkılışını önleme gayretleriyle geçmiş, bilime sırt çeviren Osmanlı güçlü devletlere yenilmiş ve 1. Dünya Savaşı ile tarihten silinmiştir. Osmanlının son dönemlerinde tarikatçılıkla beslenen taassup had safhadadır. Müslüman Türk milleti Tanrının lütfu ile inanılmazı başararak Kurtuluş Savaşını kazanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuştur.
Yukarıdaki kısa özetten anlaşılacağı üzere İslami anlamda gerçek Şeriat devleti, sadece 622-661 yılları arasında yaşayabilmiştir. Bu zamanların dışında kurulan İslam devletleri Şeriat hükümlerini kendi istekleri doğrultusunda az veya çok kısmış ve öyle uygulamışlardır. Osmanlı İmparatorluğu da bir şeriat devleti değildir. Padişahın özel hakları onu dini hükümlerin üzerine taşımıştır.
*Çağın gerçekleri: Cumhuriyetin kurulduğu 1923 yılı dünyasını hatırlayalım. Bu yıllar da dünyanın olumsuz ortamını biraz olsun anlamaya ve kavramaya çalışalım. Cumhuriyetin ne büyük güçlükler içinde olduğunu anlayabilmemiz için buna ihtiyacımız var. O tarihlerde dünyanın siyasi ve ekonomik durumu şöyleydi.
*Dünyanın durumu:
İslam dünyasının tamamı sömürge durumundaydı. Pakistan, Hindistan, Malezya, İran, Irak, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Mısır ve Sudan İngilizlerin yönetimi altındaydı. Suriye ve Mağrip ülkeleri Fransızların, Libya, Somali ve Habeşistan İtalya’nın, Endonezya Hollanda’nın yönetimi ya da kontrolu altındaydılar. Orta Asya ve Rusya’daki Müslümanların hiçbiri bağımsız değillerdi. Çin veya SSCB’nin, egemenliği altındaydılar. Tek bağımsız Müslüman devlet olan Afganistan ise İngilizlerin gözetimi altındaydı.
Afrika’da bağımsız tek devlet yoktu. Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda İngiliz Milletler topluluğuna bağlıydı.
1.Dünya savaşının galipleri olan İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar dünyayı böyle bölüşmüşlerdi.
ABD dünya siyasetinde İngilizleri gerisinde yer almaktaydı. Güney ve Orta Amerika’da bağımsızlık mücadeleleri sürmekteydi. Meksika, ABD etkisinden kurtulmaya çalışıyordu. Çin uykudaydı. Japonya ekonomik gelişimini tamamlamış ve sömürgeci bir anlayış belirleyerek gözünü Filipinler ve Hindi Çini yarımadasına dikmişti.
Savaşın mağlubu olan Almanya ağır bir anlaşma ile adeta esir edilmiş ve büyük bir bunalıma itilmişti. Her an patlayabilirdi.
Savaşın sonuna doğru Rusya’da işçi-köylü ayaklanması ile ihtilal olmuş, Çar devrilmiş, Bolşevikler iktidara gelmişlerdi. Dünya ekonomisine egemen olan batılı kapitalist dünyasının karşısına, tarihte ilk defa olarak komünist-kollektivist anlayış dikilmişti.
1.Dünya Savaşı dünyada pek çok sıkıntıları doğurmuştu. Dünya çok rahatsızdı. Siyasi yapı, sancılıydı. Ekonomik yapı bunalım içindeydi. Yeni bir dünya savaşı kapıdaydı.
İşte Türkiye Cumhuriyeti rahatsızlıklarla dolu bu dünyada doğdu. Türk milleti özgürlüğü seçmişti ama bu dünya düzeninde özgürlüğünü nasıl koruyacaktı?
Ekonomik yardım alabileceği İngiliz ve Fransızlardan yardım istenilemezdi. Çünkü kurtuluş savaşı bu devlere karşı yapılmıştı. Sömürgeci zihniyete sahip bu devletlere elini versen kolunu kurtaramazdın.
Kapitalizmle mücadele ettiği için bizimle aynı safta görünen SSCB’ye hiç güvenilemezdi. Çünkü onların topraklarımızda gözü vardı. Tarihsel olgu buydu.
Yükselen yeni güç ABD ise hiç Türk dostu görünmüyordu. Lozan Anlaşmasını dahi parlamentosunda onaylamamıştı.
Özetle ekonomik yardım alınacak bir yer yoktu. Türk Milleti kendi yağı ile kavrulmak ve kendi kendine ayağa kalkmak zorundaydı. Bu nasıl sağlanacaktı? Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in başbakan İsmet Bey’e (İnönü) gönderdiği Ülkenin ekonomik ve sosyal durumunu anlatan mektuptaki gerçeklere göre kalkınma pek kolay olmayacaktı.
*Türkiye’nin durumu:
Cumhuriyet kurulmuş sıra bu milleti muasır medeniyetler seviyesine ulaştırmaya gelmişti ama büyük engeller vardı. Vatan tahrip edilmişti ve millet çok fakirdi. Millet okuma-yazma yönünden de. İslami kültür yönünden de çok cahildi. En önemlisi topluma taassup hâkimdi.
İslam’daki en büyük tehlike: Taassup
Taassup kelimesinin anlamı Ord. Prof. Ali Fuat Başgil tarafından bu yazı dizisinin III- 1 bölümünde şu ifadelerle verilmişti. Din ancak özgür ortamlarda yaşayabilir. Dinin tek düşmanı vardır. Taassup, Taassup, bir kimsenin kendi inancından ve kendince hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç, görüş ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara düşmanlık beslemesi ve onları boğup susturmaya kalkmasıdır. İşte yalnız din hürriyetinin değil umumiyetle vicdan ve tefekkür (düşünce) hürriyetinin amansız düşmanı budur. Taassup kelimesi ile ifade edilen bu düşmanlık sabit fikirli olmak gibi kötü bir ruhi hastalıktır. Dini olduğu gibi siyasi ve felsefi de olabilir.
Gazi Mustafa Kemal’in taassup konusundaki düşüncelerini ise onun el yazılı notlarından okuyalım.
"Hürriyet, ihtimal ki zorla tesis olunur. Fakat herkese karşı taassupsuzluk (hoşgörü) göstermekle ve aldırmamazlıkla muhafaza edilir. Hürriyet, vicdan ve din hürriyetlerinin ne olduğunu biliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes Allah’a (cc) istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Türkiye’de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur. Ve buna müsaade edilmez. Artık samimi mutekitler (inançlı kişiler), derin iman sahipleri, hürriyetin icaplarını öğrenmiş görünüyorlar.
Bütün bunlarla beraber din hürriyetine, umumiyetle vicdan hürriyetine karşı taassup, kökünden kurumuş mudur? Bunu anlayabilmek için, taassupsuzluğun (hoşgörü-tolerans) ne olduğunu tetkik edelim. Çünkü; bu kelimenin delâlet ettiği manayı, zihniyeti herkes kendisine göre anlamaya çok meyillidir. Vicdan hürriyetini, insan ruhunun Allah’ın (cc) âli hüküm ve nüfuzu altında dini hayatı idare için malik olduğu haktan ibaret olduğunu bellemiş olanlar, acaba bugün nasıl düşünmektedirler. Bu gibiler kendisi gibi düşünmeyenlere içlerinden olsun kızmıyorlar mı? Bu saydığımız zihniyette bulunduğuna ihtimal verilen kimselere hür mütefekkirlerimiz (düşünürlerimiz) acaba bir tessür hissiyle, bir esefle bakmıyorlar mı? Bu saydığımız gibi muhtelif inanışlı kimseler birbirlerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa bu gibi kimselerde taassupsuzluk yoktur. Bunlar mutaassıptırlar.
Taassupsuzluk o kimsede vardır ki vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdani inanışlarına karşı hiç kin duymaz., bilakis hürmet eder. Hiç olmazsa başkalarının kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir. Tassupsuzluk (hoşgörü) budur. Fakat hakikati söylemek lazım gelirse diyebiliriz ki hürriyeti hürriyet için sevenler, taassupsuzluk kelimesinin ne demek olduğunu anlayanlar, bütün dünyada pek azdır. Her yerde umumi olarak cari olan taassuptur. Her yerde görülebilen sulh manzarasının temeli taassup ile hür fikrin birbirine karşı kin ve nefretin üstündedir. Temelin devrilmemesi, kin ve nefret zeminindeki muvazeneyi tutan fazla kuvvet sayesindedir. Bu söylediklerimizden şu netice çıkar ki aramızda hürriyet hallerinin zâil (yok) olduğuna, bizim gibi düşünen ve hissedenlerle birlikte yaşadığımıza hüküm vermek müşküldür. O halde görülen taassupsuzluk (hoşgörü) değil zaafın dermansız bıraktığı taassuptur.
Şüphesiz fikirlerin, itikatların başka olmasından şikâyet etmemek lazımdır. Çünkü; bütün fikirler ve itikatlar bir noktada birleştiği takdirde bu hareketsizlik alâmetidir, ölüm işaretidir. Böyle bir hal elbette arzu edilmez. Bunun içindir ki hakiki hürriyetçiler, taassupsuzluğun (hoşgörünün)umumi bir haslet olmasını temenni ederler. Fakat hatta hüsnüniyetle dahi olsa taassup hatalarına karşı dikkatli olmaktan vaz geçemiyorlar. Çünkü hüsnüniyetler hiçbir zaman hiçbir şeyi tamir edememişlerdir. İnsanların ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz. Herhalde bunu yapan Engizisyon papazları, hüsnüniyetlerinden ve iyi bir şey yaptıklarından bahsederlerdi. Belki de cidden bu sözlerinde samimi idiler. Fakat bir hamakatı (ahmaklığı) yahut bir hıyaneti iyi bir iş kalıbına uydurmak güç değildir. En nihayet bu bir isim değiştirmek meselesidir. İşte bu sebepledir ki, aldırmazlığı kayıtsızlık derecesine kadar götürmemek mühimdir. Gerçi hür olmak herkesin hakkıdır ve bunun için hakiki hürriyetçiler, hürriyetçi olmayanlara karşı da geniş davranılmasını isterler. Fakat bunların hiçbir zaman elleri ve ayakları bağlı olduğu halde kurbanlık koyun vaziyetine razı olacakları asla kabul olunmamalıdır.
Unutulmamalıdır ki bazı insanlar istikbal (geleceği) mazinin (geçmişin) arasından görmekte musırdırlar (ısrarlı). Bunlar alâkamızı kestiğimiz ananelere behemehal sadakatin iadesini isterler. Bu gibi insanlar, kendi itikat ettiği gibi itikat etmeyen kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse kendilerini cenderede hissederler. Herhalde taassupsuzluğun (hoşgörünün) arzu edildiği gibi umumileşmesi ve huy haline gelmesi fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır.
Gazi Mustafa Kemal Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumumuzda hâkim olan düşünce yapısını doğru teşhis etmişti. Toplumda her konuda taassup hâkimdi. Gerçek İslam’ın önündeki en büyük engel de taassup ve cehaletti. Topluma egemen olan dini cehaleti istismar eden etkin bir gurup vardı. Mustafa Kemal toplumda var olan bu dini cehaleti yenebilecek miydi? Dini istismar eden bu çevreleri bertaraf edebilecek miydi? Dini, olması gereken özgürlüğe kavuşturabilecek miydi? Şimdi bu soruyu cevaplamaya çalışalım ve şu gerçekleri ortaya koyalım
*İslam Dininin durumu: Osmanlının kuruluşu ve yükselişinde etkin olan bilim müesseseleri medreseler; Hilafetin Osmanlıya geçişinden sonra süratle Arap- İslam anlayışına evrildi.
Osmanlıyı kuran Türk İslam anlayışı hoşgörülüydü. Hayme Ana ile simgelenen kadın, devletin ve toplumun direğiydi. 'İlim Çin’de dahi olsa bulunuz, öğreniniz.' bir peygamber emriydi. Bu nedenle dini anlayış, Tanrının kâinatı yönetmek için koyduğu bilim kanunlarını bulma çalışmalarına karşı çıkmazdı.
İlk insan bilgi sahibiydi. Bilgide önde olan dünyaya egemen olurdu. İslam’ın özgür olmasının tek şartı bilgi ve bilimde üstün olmaktan geçmekteydi. Çünkü bilgi güçtü.
Arap İslam anlayışı çöl kültüründen beslendiği için tutucuydu. Özgürlüğe ve bilime önem vermezdi. Bu anlayışta kadın, ikinci plandaydı ve değersizdi.
Hilafetin gelmesiyle Osmanlıya egemen olan bu düşünce yapısı, Osmanlının yükselişini sağlayan cami ve medrese kültürünü yok etti. Osmanlının bilimsel gelişmesi durduruldu. Bu durum zamanla devletin zayıflamasına, sürekli yenilgilere ve çöküşe yol açtı.
Camilerin görevlerini ne olduğu belli olmayan tekke ve zaviye kültürü aldı. İslam mezheplerle yaşadığı parçalanmanın daha büyüğünü bu defa tarikat bölünmesi ile yaşadı.
Hoşgörü kültürü azaldı. Taassup arttı. İslam’ın kadına tanıdığı bütün haklar elinden alındı. Kadın cahil ve ekonomik yönden yoksul hale getirildi. Kafes arkasına hapsedildi.
Her toplumda kadın toplumun yarı nüfusunu teşkil eder. Tanrı insan vücudunu neden sağ ve sol olarak iki yanlı yarattı? Bundan çıkarılacak ders şuydu. Bir tarafı hasta olan vücut nasıl sağlıklı sayılmazsa kadını yok sayan toplum da sağlıklı olamaz, böyle bir toplumda huzur tesis olunamazdı. Toplumun dengeli olabilmesi için kadın haklarının geliştirilmesi şarttı, hatta zorunluydu.
**Dini kurumların siyasileşmesi: Cami kültürünün yerini alan tarikatlar ve bir kısım medreseler toplumun kendilerine verdiği itibarlarına dayanarak çıkarlarını koruma yoluna girdiler ve süratle siyasileştiler. Bunlar Osmanlı’da’’ İstemezük.’’ nidalarıyla pek çok yeniliğe karşı çıktılar, pek çok padişahı tahttan indirdiler ve pek çok kişinin kanının dökülmesine sebep oldular.
Oysa Tanrı Kuran’ın pek çok yerinde bilginleri şiddetle uyararak indirilen din ayetlerinin insanlara değiştirilmeden, dosdoğru olarak anlatılmasını istemiş Onun çıkar amaçlı kullanılmasını ve saptırılmasını şiddetle yasaklamıştı.
Hatta insanların inanmadıklarını görüp üzülen peygambere 'Sen ancak sana emredilenleri dosdoğru söylemekle sorumlusun. Onların iman edip etmemelerinden sorumlu değilsin.’ diyerek din adamlarının görevini açıkça tarif etmişti. Din adamı kisvesindeki kişiler siyaset yapamazlardı. Çünkü İslam onlara bu yetkiyi vermiyordu.
Osmanlı bu mücadeleler içinde tarih sayfalarına gömüldü ama tarikat kültürü ve din adamlarının siyasi hareketleri azalmadan Cumhuriyete intikal etti. Osmanlının son şeyhülislamlarının başlattığı bu siyasi tavır, Cumhuriyet kurulduktan sonra da devam etti.
Osmanlının son padişahı ve şeyhülislamları İngilizlerin yönetimindeki ülkelere kaçtılar. 1925 yılında din elden gidiyor iddiasıyla ortaya çıkan ve Musul Meselesinin kaybedilmesine sebebiyet veren Şeyh Sait isyanının arkasından da İngilizler çıkmıştı. Dünya Müslümanlığını esir alan İngilizler yeni Cumhuriyete de nefes aldırmak niyetinde değillerdi. Cumhuriyetin bekası için din ağırlıklı bu siyasi yapının ve tavrın bertaraf edilmesi gerekmekteydi.
***İslam Din ve Kültürünün durumu: Tanrı Kuranın anlaşılmasını istiyordu ama elde Türkçe Kuran tercümesi yoktu. Kuran tercüme edilemez diye düşünen Osmanlı, dinin temel kitabı olan Kuran’ı Kerimi halkın anlayabileceği dilde Türkçeye çevirmemişti. Müslümanlar dinlerini ancak Arapça bilen din adamlarından öğrenebiliyorlardı. Onların dini bilgileri doğru anlatmadıkları ortadaydı. İslam dini hurafelerle doluydu. Dinin yasakladığı pek çok şey din diye yaşanmaktaydı. İnsanlar peygamberlerini dahi bilmiyorlardı. Dinin özü kaybolmuştu.
Dindarlığın sağladığı bütün moral değerler yok olmuş, toplumu derin bir karamsarlık kaplamıştı. Cumhuriyetin ilanı bu karamsarlığı bir nebze olsun hafifletmişti ama bu yetmezdi. Cumhuriyet İslam’a sahip çıkmalıydı. Toplumdaki bu karamsarlık dini ve bilimsel eğitimle mutlaka yenilmeli, insanlar geleceğe umutla bakabilmeliydiler. Bu durumun olmazsa olmaz şartı toplumun ekonomik kalkınmasının sağlanmasıydı. Ekonomik kalkınma içinde buna gerek vardı
Cumhuriyet, topluma doğru din eğitimini ve çağdaş bilimsel eğitimi vermek zorundaydı.
**** Örnek alınacak bir dünya yoktu: 20. yüzyıl başlarında İslam Dünyası tarihinin en kötü durumunu yaşamaktaydı Siyasi, ekonomi ve kültürel yönden İslam alemi yerlerde sürünmekteydi. İslam Dininin asırlarca yanlış uygulanması ve bilimsel gerçeklere ihanet edilmesi nedeniyle Müslüman alemi köle durumuna sürüklenmişti
Dünyayı yöneten İngilizler, Fransızlar (son dönemde ABD) birkaç asır önce dinde reform yaparak kiliseyi siyasetten uzaklaştırmış, aydınlanma çağı ile düşünce devrimini gerçekleştirmiş, sömürgelerden sağladığı kaynaklarla bilimsel ve sanayii (teknoloji) devrimini tamamlamış, şimdi de özgür düşünceye değer veren cumhuriyet ve demokrasiyle dünyaya örnek olma konumuna gelmişlerdi. Rönesans ve reform aşamalarını geçmelerine rağmen Almanya ve İtalya, faşist yapılanma içindeydi. SSCB kendi iç kavgalarıyla boğuşmaktaydı.
Cumhuriyet için ne yazık ki örnek alınacak devletler kurt postuna bürünen kuzu misali İngiltere ve Fransaydı. Devletlerin bekası için gereklik bilimsel düşünce, ekonomik kalkınma gücü ve demokratik yönetim anlayışı sadece bu iki ülkede vardı. Kurtuluş Savaşında amansız mücadele ettiğimiz bu iki devlet yine karşımızdaydı. Örnek alınacak başka bir ülke yoktu. Ancak Cumhuriyet çağın gerçeklerine göre yapılanmak zorundaydı.
İşte bu ana sebepler Cumhuriyet yöneticilerinin yolunu belirledi. İslam Dininin özüyle doğru yaşanması, bilimsel eğitimin gerçekleşmesi, ekonomik kalkınmanın sağlıklı yapılabilmesi ve Cumhuriyetin bekası için Laiklik zorunlu bir tercih oldu.
4.4 Laiklik uygulamalarının kritiği:
Bu konuda atılan adımları tarih sırasına göre değerlendirelim.
*429 no’lu kanun: Bu kanunla Şeriye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Umumiye vekaletleri kaldırıldı. Din işlerini yürütmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu. Şer’i Mahkemeler görevlerini diğer mahkemelere devrettiler. Mecelle hukuku, Türk Medeni Kanunu’nun kabulüne kadar (1926), yürürlükte kaldı.
Cumhuriyet yönetimi Osmanlının eskimiş ve âtıl hale gelmiş yapısı ile devam etmek istemedi. Yeni bir yapılanmayı tercih etti. Bunun dine aykırı bir yanı yoktu.
*430 no’lu kanun: Eğitimin birleştirilmesini amaçlayan Tevhid -i Tedrisat kanunu ile medreseler kapatıldı. Eğitim hizmetleri Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplandı. Fatih ve Süleymaniye medreseleri gibi Osmanlının yükselişini sağlayan medreseler zamanla bilimsel eğitimden uzaklaşmış, yenileşme hareketlerine karşıt bir konuma gelmişlerdi. Tanzimat’ın ilanından sonra açılan ve bilimsel eğitim veren müesseselerin yanında medreseler sadece din eğitimi vermekte ve Şeri Mahkemelerde görev alacak elemanları yetiştirmekteydiler. Şeri Mahkemelerin devam ettiği geçici dönemde kapatılan medreselerin görevi, açılacak yüksek öğrenim kurumlarıyla karşılanacaktı. Ancak bu tam yapılamadı.
Eğitimin tek elde toplanmasının dince bir sakıncası yoktu.
Din, insanları iyiliğe götürecek bilimsel eğitime ve çalışmalara karşı değildi.
Din, insanlara tek Tanrı inancını, ona ibadeti ve ahlak kurallarıyla onun iyiliklere yönelmesini emretmekteydi.
Bilimsel gelişmeler toplumlara güç kazandırıyordu. Bilimin sağladığı bu gücün insanlara faydalı olacak şekilde kullanılması için toplumların ahlaklı olması şarttı. Toplumsal ahlak ise en etkin olarak din eğitimi ile kazanılabilirdi. Bu nedenle ilk ve orta okullarda öğrencilere yeteri düzeyde din eğitimi verilmeliydi. Ne var ki zorunlu olmadığı için bu eğitim orta öğretimde yeterince verilemedi. Gençlik din ve ahlak eğitiminden yoksun kaldı.
*431 no’lu kanun: Hilafetin kaldırılmasını sağlayan bu kanunun İslam’a aykırı bir yanı yoktu. Zira Hilafet dönemi Hazreti Peygamberin (sav) bir hadisinde belirttiği gibi 661 yılında Emeviler’in iktidara gelmeleriyle zaten sona ermiş ve hilafet makamı bu tarihten sonra padişahın emri altına girmişti.
Halife unvanı, sadece padişahların dini duyguları kullanarak kendilerine güç sağlama amacı oldu. Öyle kullanılageldi. İslam’ı temsil etme gücü ve yetkisi olmayan bir makamın varlığına gerek yoktu. Bu nedenle TBMM, Hilafeti kaldırdı.
*Tekke zaviyelerin kapatılması: Hilafet kaldırıldıktan ve medreseler kapatıldıktan sonra tarikatlara ve onların mahalleri olan tekke ve zaviyelere dokunulmadı. Çünkü tekke ve zaviyeler camiden sonra bu toplumun manevi hayatının yaşandığı önemli yerlerdi. Toplumun huzura ihtiyacı vardı. Toplumun bir kesimi bu yerlerde gördüğü eğitim ve ayinlerle huzur bulmaktaydı.
İngilizlerin kışkırtması ile 13 Şubat 1925 tarihinde başlayan Şeyh Said isyanı ve 25 Kasım 1925 tarihinde kabul olunan kıyafet kanunundan önce yurdun birçok yöresinde yaşanan yeniliklere karşı direnen taassup zihniyetinin çıkardığı şapka olaylarından sonra; kurunun yanında yaş yanar misali siyasete bulaşmayan ve sadece kültürel faaliyetlerde bulunan tarikatlar dahil bütün tekke ve zaviyeler 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 sayılı kanunla kapatıldı. Vakıf mallarına el konuldu.
Tarikatlar yok olmadılar. Yer altına indiler ve faaliyetlerine devam ettiler. Çünkü toplumun buna ihtiyacı vardı. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla, toplumda manevi kültür açısından önemli bir boşluk oluştu. Camiler din eğitimi yönünden bu boşluğu dolduramadılar. Sonradan açılan Halkevlerinde dini ve manevi eğitim yeteri ölçüde yer almadı. İnsanlar dinlerini nerede öğreneceklerdi? Elde Türkçe Kuran’ın olmayışı toplumu dini yönden pek çok sakıncaları bünyesinde barındıran tarikat kültürüne mecbur ve mahkûm etti.
Tarikat kültürünün faydaları ve zararları vardı. Tekke, zaviye ve dergâhlarda yaşanan Tasavvuf kültürü dinde üstün nitelikli bir düşünce sistemiydi. Özü sevgiye dayanırdı. Hedefi İlahi aşktı.
En önemli faydası verilen eğitimle insan ruhunun manen yücelebilmesini sağlamasıydı. En büyük zararı insanları miskinliğe teşvik etmesiydi. Tarikatlar nefis terbiye yerleriydi. Buralarda insanlara tevekkül ve sabır tavsiye edilirdi. Ancak üzerine düşen görevi yapmadan Tanrı’ya tevekkül etmek, tembellik ve miskinlikti. Topluma egemen olan bu tembellik duygusu onun maddi sahada gelişmesinin önündeki en büyük engeldi.
Cumhuriyet böyle bir miskinliğe müsaade edemezdi. Siyasetle ilişkileri olan tarikatların kapatılması, düzenin selameti için devletin hakkıydı. Bu eylem İslam’a aykırı değildi.
*1926 yılı Türk Medeni kanunu: Kanun teklifini TBMM Genel Kuruluna sunan Hukuk Komisyonunun başında ünlü din hukuku bilgini eski Şeriye vekili Mustafa Fevzi Efendi bulunmaktaydı. Demek ki Türk Medeni kanunu tasarısı din hukuku açısından incelenmiş ve gerçekçi bulunmuştu.743 sayılı Türk Medeni Kanunu, 17 Şubat 1926 yılında kabul edildi. 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi.
Kabul olunan Türk Medeni kanunu özellikle kadın hakları konusunda kadına yeni haklar tanımaktaydı. Kadın İslam öncesi çok değersiz bir durumdaydı. Meta olarak alınır satılırdı. İslam kadına büyük haklar tanıdı. Ancak Müslüman erkekler zaman içinde İslam’ın kadına sağladığı bütün hakları onun elinden aldılar. Kadını cahil, ekonomik yönden güçsüz bırakarak onu eve hapsettiler.
Cumhuriyetin geleceği için dengeli bir toplumun inşası, bunun içinde kadın haklarının geliştirilmesi gerekiyordu. Ülkenin her konuda yükselebilmesi için kadınların toplumda olması gereken yere getirilmesi zaruriydi. İşte Türk Medeni kanunu İslam’ın kadına sağladığı hakların ötesine geçerek kadına yeni haklar tanıdı ve yapılan yanlışlıkları düzeltti. Şöyle ki:
* İslam’da kadın yaşam hakkı olarak erkekle eşit haklara sahipti. Ancak evlilikte ve evin geçimini sağlamada yani sosyal hayatta erkek üstün sayılmıştı. Cumhuriyet ilkelerine göre vatandaş olan kadın, erkek herkes eşit olmalı ve kanunlar önünde eşit sayılmalıydı. Bu doğrultuda Kuranda şarta bağlı olan kadın şahitliği erkekle eşit sayıldı. Miras bölüşümünde kadın erkekle eşit hakka sahip kılındı. Eşitlik konusunda Medeni Kanun ile getirilen hükümler İslam hukukuna aykırıydı.
*İslam evliliği nikah akdine bağlamıştı. İmam nikahı ile kurulan evlilikler erkek tarafından Boş Ol demekle kolayca sonlandırılabiliyordu. Medeni Kanun resmi nikah şartı getirerek ve boşanmayı mahkeme kararına bağlayarak kadını güvence altına aldı. Bu yaklaşım boşanmayı sevmeyen, Tanrının istemine uygundu.
*İslam kadına evlilik karşılığı mihr denilen ekonomik bir güvence sağlamaktaydı. Zamanla bu güvence başlık parasına döndürülerek amacından saptırıldı. Medeni Kanun boşanma sonrası kadına nafaka ödenmesini getirerek bu güvenceyi yeniden sağladı. Bu hüküm İslam hukukuna uygundu.
*İslam çok kadınla evliliğe karşıydı. Erkeğin dört kana kadar evlenmesi ancak zaruri ve istisnai haller için geçerliydi. Genel kural tek eşlilikti. Medeni kanun tek eşliliği getirerek İslam’a uygun bir adım atmış oldu.
*İslam kadının eğitim görmesini yasaklamamıştı. Ancak kadını kısıtlayan Arap İslam anlayışı nedeniyle Osmanlıda kadının eğitim yapması ve okuması önlendi. Cumhuriyet kurulduğunda kadınlarda okuma yazma oranı % 0,4 idi. Toplum çok cahildi. Medeni kanun kadınlara okuma hakkı tanıyarak İslam’a uygun bir tavır sergiledi.
Mecelle Hukuku, Türk Medeni Kanunu’na ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat kanununun 43. maddesiyle 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlükten kaldırıldı. Böylece dine dayalı hukuk sistemi, sona erdi.
*1926 yılı Türk Ceza Kanunu: 01 Mart 1926 tarihinde TBMM’de görüşülerek yasalaştı. 13 Mart 1926 Tarihinde yürürlüğe girdi. Kanunla İslam ceza sisteminden tamamen uzaklaşıldı.
Ölüm ve yaralama olaylarında uygulanan kısas sistemi kaldırıldı. Yerine hapis cezası getirildi. Kısas uygulamasını hafifleten ve zarar görene maddi tazminat olarak verilen diyet kaldırıldı. Oysa Tanrı, Kuran-ı Kerim’de; "Kısasta sizin için hayat vardır.’’ demekle bu uygulamanın ne kadar gerekli olduğunu açıkça ifade etmekteydi. Kısasın kaldırılması ondan beklenen bütün faydaları yok etti. Suç işlemede caydırıcılığı azalttı. Türk Ceza kanununda yapılan bu düzenleme İslam hukukuna aykırıydı.
İslam hukukunda hırsızlık yapanın cezası bileği kesilerek verilirdi. Caydırıcı niteliği olan bu ceza kaldırıldı ve yerine hapis cezası getirildi. Bu değişiklik de İslam hukukuna aykırıydı.
İslam’da zina yapmak büyük suçtu. Ancak bu suçun tespiti çok zor olduğundan en az 4 şahidin ifadesi ile suç kesinleşebiliyordu. Cezalandırma, örnek alınsın diye toplum huzurunda değnek cezası ile verilirdi. Türk Ceza kanununda yapılan değişikliklerle 4 şahidin yerini cürm-ü meşhut (suç üstü) kavramı aldı. Zina cezası kaldırıldı yerine hapis cezası getirildi. Bu değişiklikler de İslam hukukuna aykırıydı.
Türk Ceza kanununda yapılan bu değişiklikler sonucu bütün suçlar arttı. Tanrı insanı devamlı uyarmaktaydı. Ama insanoğlu Tanrıya karşı bir direnç içindeydi. Buna Müslümanlar da dahildi.
*Yeni ekonomik düzenin kurulması: Dünyaya egemen ekonomik sitem batının uyguladığı özel teşebbüse dayalı liberal-kapitalist sistemdi. Kendisine Batı dünyası ile yaşamayı hedef alan Cumhuriyet, ekonomi alanında batı tipi bir uygulamaya geçti. Bu doğrultuda kara ve deniz ticaret kanunları, borçlar kanunu, icra iflas kanunu, bankalar kanunu ve bu gibi kanunlar yürürlüğe konuldu.
Yeni ekonomik düzende faiz esastı. Dünyada egemen olan faiz oranından kaçınılamayacağına göre bu orandaki faiz İslam’da mazur ve meşru görülebilirdi. Bu orandan daha fazla olan faiz İslam hukukunda kesin olarak yasaktı. Yeni düzende bu sınıra dikkat edilmediğinden İslam’ın koyduğu faiz yasağı fiilen ortadan kalktı. Faiz esaslı yeni ekonomi sistemi İslam hukukuna aykırıydı.
Peşin alışveriş yerini vadeli ticarete bıraktı. İslam’da alışveriş peşin ödeme esasına dayanmaktaydı. Bir nevi gizli faiz olan vadeli ticaret sistemi de İslam’a aykırıydı.
Kapitalist ekonomi tüketime dayanmaktaydı. Oysa Tanrı "Yiyiniz. İçiniz. Ama israf etmeyiniz. Allah (cc) israf edenleri sevmez." Kuran ayeti ile (Araf-31) aşırı tüketimi, israfı yasaklamıştı. İsrafa dayanan kapitalizm İslam’a tümüyle aykırıydı.
Devlet, yapacağı hizmetlerin karşılığı olarak halka vergiler koydu. İslam özellikle fakirler, yoksullar ve miskinler için zekâtı namazla birlikte Müslümanlara farz kılmıştı. Toplumdaki fakirliği yok edecek, en azından muhtaç kişilere insanca yaşama hakkı sağlayacak olan zekât uygulaması, namaz ibadeti kadar önemli ve zorunlu bir ibadetti. Servet üzerinden hesaplanan zekât, fakirlerin hakkıydı. Verilmemesi fakirin hakkını çalmakla eşdeğerdi.
Zekât, zaman içinde toprak, hayvan vs. gibi çeşitli vergilere dönüştü. Osmanlının son dönemlerinde belediyeler masraflar çıktıktan sonra kalan paranın bir kısmını zekât olarak fakirlere dağıtmaktaydılar.
Cumhuriyet, köylüye ekonomik destek olmak üzere zekât karşılığı olarak topraktan alınan aşar vergisini kaldırdı. Toplumda fakirlik had safhadaydı. Olması gereken zekât sisteminin yeniden ihya edilmesi ve yoksulun ihtiyaçlarının karşılanmasıydı.
Devlet, İslam Dininin yönetimi için Diyanet İşleri Başkanlığı kurmuştu. Bu kurum, Kuran ve hadisleri tercüme ettirerek İslam dinini öz kaynaklarına kavuşturmuş, halkı cehaletten kurtarmıştı. İlk okullarda zorunlu din dersleri veriliyordu., İmam hatip okulları açılmıştı. Ve bütün bunlar laikliğin bir görevi olarak yapılmaktaydı.
Bu doğrultuda yine laiklik kapsamında zekât müessesesi yeniden düzenlenebilirdi. Vergi herkesten alındığı için adil değildi. Bu haksızlık zekât yoluyla giderilebilirdi. Bu yola, gidilemedi. Çünkü zekât vermek istemeyen ve zekâttan daha az miktarda vergi veren kapitalistler böyle istediler. Dünya, kervanını dağdan aşıracak kişilerin egemenliğinde yaşamaktaydı. Özetle, Cumhuriyetin kurduğu yeni ekonomik sistem pek çok yönü ile İslam’a aykırıydı.
Şu hususa dikkatinizi çekmek isterim. Günümüzdeki İslami çevreler ve onların sözcüleri cami, ezan ve türban konularında Cumhuriyet karşıtı söylemlerde bulunurlarken; Müslümanlara namaz kadar farz olan zekâttan neden pek bahsetmezler? Bu suskunluklarıyla fakirin hakkını korumamış ve zenginin haksızlığını da bir nevi onaylamış olmuyorlar mı? Onların anladığı İslam bu mu acaba? Yoksa Tanrı onlara İslam’ı keyfinize göre ya da işinize geldiği gibi uygulayabilirsiniz diye bir yetki mi verdi?
*Yeni harfler ve rakamlar: İslam peygamberi "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız." diye nasihat ediyordu. Halk Arapça bilmiyordu. Arapça okuma ve yazmayı öğrenmede zorlanıyordu. Halk çok cahildi. Bu cehaletin önlenebilmesi için öğrenilmesi daha kolay olan Latin harflerine geçmek İslam’a aykırı değildi.
*İslam kelimesinin Anayasadan çıkarılması: 1924 anayasasındaki "Devletin dini İslam’dır." İbaresi 1928 yılında anayasadan çıkarıldı. Bir devletin hukuku dini esaslara göre düzenlenmişse o devlete din devleti denilir. Bir başka ifadeyle bir din devletinde hukuk eksiksiz dini esaslara göre düzenlenir. Günümüz dünyasında Şeriat devleti gibi görünen devletlerden hiçbiri, din hukukundan az veya çok ayrılmış olduklarından tam anlamıyla bir din devleti sayılamazlar.
Gerçek İslam devleti sadece 622-661 yılları arasında yaşayabilmiş, o tarihten günümüze kadar hiçbir devlet İslam hukukunu tam olarak uygulayamamıştı. Günümüzde din devletini bütün vasıflarıyla yaşatmak ise neredeyse olanaksızdı. Ülkemizde Cumhuriyet döneminde yapılan kanuni düzenlemelerle yer yer dini hukukundan uzaklaşılmış olması bu dünya gerçeğinin kabulünden ibaretti.
Günümüz dünyasında din devleti gibi görülen devletler ile TC’nin farkı, o devletlerin özellikle kadın hakları ve ekonomik uygulamalarda dini hükümlerden uzaklaştıkları halde bu durumu gizlemelerinden başka bir şey değildir.
* CHP ve 6 Ok: Devleti kuran parti olan CHP, 1932 yılında 6 okla belirlenen ilkeleri kabul etti. Bunlar Cumhuriyetçilik,, Milliyetçilik, Devletçilik, Halkçılık, Devrimcilik ve Laiklik ilkeleriydi.
*Cumhuriyetçilik: İslam insanların özgür olmasını ister. Çünkü din öz olarak ancak özgür ortamlarda yaşanır. İnsanlara özgürlük sağlayan, halkın kendi kendisini yönetmesi esasına dayalı ve Dört Halife döneminde uygulanmış olan bu ilke İslam’a aykırı değildir.
*Milliyetçilik: Kuran-ı Kerimin Rum Suresi 22. ayetindeki "Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da Allah’ın (cc) ayetlerindendir Bunda bilenler için ibretler vardır." ifadesi insanların mili benliğini korumalarının bağlı olduğu ümmet (milleti) fikrine aykırı olmadığını göstermektedir.
Bugün İslam alemindeki en yaygın milliyetçilik Arap milliyetçiliğidir. Günümüzde Araplar, İranlılar, siyah Afrikalılar, sarı Çinliler ve beyaz Türkler, Hazreti Muhammed’i (sav) peygamber olarak tanırlar ve bunların içinde Müslüman olanların tamamı Muhammed ümmetidirler.
Günümüzdeki bazı çevrelerin ümmet fikrini ileri sürerek kendi milliyetlerini ve benliklerini inkâr yoluna sapmaları, hem Tanrının yaradılış kurallarına bir isyandır. Hem de gerçek dışı kuru bir gürültüden başka bir şey değildir. Çünkü; Milliyetçilik ilkesi ve duygusu, İslam’ın özüne aykırı değildir.
*Devletçilik: Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan ve liberal- kapitalizm, 1929 Dünya ekonomik buhranı ile başarısız olmuştu. SSCB’de uygulanan 5 yıllık planlı kalkınma modeli başarılı olunca 1933 yılından itibaren bu model uygulanmaya başladı. Bu modelle Ülkenin ekonomik kalkınması için gerekli altyapı, devlet tarafından gerçekleştirilecekti. Devletçilik adını alam bu sistem israfı ve haksız kazancı amaçlayan kapitalizmi frenlediği için İslam’a uygundu.
*Halkçılık: Cumhuriyetin temel ilkesi; halkın kendi kendini yönetmesi, ekonomik ve sosyal hakların toplumca adil bölüşülmesiydi. Uygulanan ekonomik modelde ekonomik kaynaklar genelde zengin çevrelerce kullanılmakta, ancak halk kendi payına düşen geliri yeterince alamamaktaydı. Halkın gerek eğitim gerek sosyal ve gerekse ekonomik kalkınması için devlet halkçılık ilkesini uygulamaya başladı. Halk yararına olan bu ilke İslam’a uygundu.
Bu ilkenin başarısı için zorunlu olarak uygulanması gereken zekât sisteminin hayata geçirilememesi büyük eksiklik ve talihsizlik oldu. Ülkenin özelliklerini dikkate alarak uygulanan laik yönetimde zekât sistemi pekâlâ uygulanabilirdi. Uygulanamadı. Çünkü zengin Müslümanlar farz olan zekâtı yeterince vermiyorlardı. İnsan oğlu doymaz bir iştaha sahipti. Mevki sahibi olarak hükmetmek, para ve mülk sahibi olarak üstün olmak insanoğlunun en büyük zaaflarıydı. İslam, Müslümanların dünyaya olan bu düşkünlüğünü yenemedi.
Sormak gerek. Maddi çıkar olunca İslami hükümleri dışlayan bu tür Müslümanlık nasıl bir Müslümanlıktır? İslam’ı sadece namaz kılmak, oruç tutmak çizgisine taşıyan, salih ameller (faydalı işler, iyilikler) işlemeyen, yoksulun hakkını korumayan ve kadına hakkını vermeyen bu anlayış ortamında gerçek İslam nasıl yaşayabilir?
Bu nedenle sosyal devlet anlayışı ile hareket eden halkçılık ilkesi, çoğunluğu işte böyle Müslüman olan bu toplumda ne kadar yaşayacaktı? Çünkü aç kurtlar pusudaydı.
*Devrimcilik: İslam’ın değişmeyen ve çağın şartlarına göre değişen hükümleri vardı. Hazreti Peygamber (sav)çağın şartlarına uyulabilmek için Müslümanlara içtihat yapma iznini vermişti. İslam’da İçtihat yapmak (yeni kanun ve kural koymak), ancak İslam’ın temel ilkelerine aykırı olmamak kaydıyla mümkündü.
Tek adam tarafından yönetilen toplumlarda sürdürülen keyfi yönetime karşı tavır almak istemeyen ve bu nedenle sorumluluk yüklenmeyen sözde din alimleri içtihat kapısının kapanmasına sebep oldular. İslam dinamizmini kaybetti, donuk (statik) bir duruma girdi. Çağın gerisinde kalan İslam ülkeleri sömürge konumuna düştüler.
Bu durumdan kurtulmanın ve toplumu çağdaş ülkeler düzeyine çıkarmanın tek yolu, yeni kuraların konulması ve bu kuralların uygulanmasından geçmekteydi. Devrimcilik ilkesi işte bu ihtiyaçtan doğdu. Devrimcilik, halka rağmen yukarıdan aşağıya doğru yapılır ve halkın kabul etmesi beklenmez.
Ülkemizde yapılan devrimci hamleler çok kısa zamanda ve pek çok alanda yapıldığı için halkın bu devrimleri kabul etmesi pek kolay olmadı. Yapılan devrimler İslami hassasiyetler dikkate alınarak yapılabilseydi belki daha başarılı olurdu. Ama toplumda zaten İslam dışı bir İslam anlayışı hakimdi. Bu nedenle yapılan devrimler çoğu yerde tepkilerle karşılandı. Devrimcilik ilkesi akla ve gerçeklere uygun olduğundan genel olarak İslam anlayışına uygundu.
*Laiklik: Genel olarak din ile devlet işlerinin ayrılması olarak anlaşılan bu kavram Ülkeye batıdan intikal etmişti. 1789 Fransız Devriminde kabul olunan özgürlük ilkesi, laiklik anlamını da belirlemiş ve devlet yönetiminde egemen olan kilisenin hakimiyetine son verilmişti. Hıristiyan dünyasına mahsus olan bu kavram nasıl doğmuştu.? Bu soruyu cevaplayabilmek için İlahi dinlerin yapısını, amaçlarını ve dinin nasıl yozlaştığını hatırlamamız gerekiyor.
Tanrı, insanı iyilikler için cennette yarattı. Onun yaratılışı kötülüğün temsilcisi olan şeytanın (mephisto) gerçek yüzünü ortaya çıkardı. Görünmez bir varlık olan ve insanın en büyük düşmanı olan şeytan, insanı kandırdı. İnsanoğlu şeytanın verdiği vesvese ile Tanrının uyarısını dinlemeyerek Tanrıya asi oldu. Bu olay üzerine Tanrı, pişman olan insanı affetti ama O’nu ve eşini bu dünyaya gönderdi.
Yeryüzünde Tanrının bir temsilcisi olarak ve onun verdiği kurallar doğrultusunda yaşamakla görevlendirilen insanın dünya hayatı işte böyle başladı. Tanrı, insanoğlunun dünyadaki yaşamı boyunca uyması gereken yaşam kurallarını peygamberler vasıtasıyla sürekli yeniledi. İlahi din adı verilen bu kurallar dizisinin amacı, insanların doğru yolda (sırat- ı müstakim) yürümelerini ve mutluluğa kavuşabilmelerini sağlamaktı.
İlahi dinin üç temel esası vardı. Tanrının varlığına ve birliğine inanmak (iman etmek), Tanrıya olan görevleri yerine getirmek (ibadet etmek) ve Tanrının koyduğu kurallar (hukuk-ahlâk) doğrultusunda yaşamak.
Tanrı insana özgürlük vermiş ve kendisiyle insan arasına aracı koymayı yasaklamıştı. Hıristiyan dünyası başlangıçtan beri çeşitli yanlışlıklar içine düştü. Tanrının kesin yasağına rağmen Tanrı ile insan arasına giren bir ruhban sınıfı türedi. Bunlar giderek maddi ve siyasi güç kazanarak kilise haline dönüştüler. Kilise din kurallarını kendi çıkarları için kullandı. Dini, ilkelerinden saptırdılar ve insanlara haksız eylemlerde bulundular. Dini yaşam konusunda Hıristiyanlar adeta esir konumuna düştüler.
Bu duruma ilk isyan 16 yüzyılda Almanya’da bir rahip olan Martin Luther’den geldi. O’nun başlattığı fikri direniş kısa sürede Avrupa’ya yayıldı. Hıristiyanlık dünyasında yeni mezhepler ortaya çıktı. Kilisenin gücü sarsıldı. 1789 Fransız ihtilali bu gidişe son noktayı koydu. Laiklik ilkesi kabul edilerek kilise ve temsil ettiği din hukuku devlet işlerinden uzaklaştırıldı.
Müslümanlıkta ise Tanrı ile kul arasına kimse giremezdi. İnsan inanç konusunda özgürdü. Peygamber, Tanrıdan gelen kuralları insanlara bildirmek, söz ve yaşam tarzı ile insanlara örnek olmakla görevlendirilmişti. Peygamberin varisleri olan din-ilim adamlarının görevi ise insanları sadece bilgilendirmek ve eğitmekti.
Din hükümlerinin toplumdaki coşkun etkisi, din adamlarını zamanla başka noktalara sürükledi. Gördükleri itibar, özellikle din istismarcılarını Hıristiyan dünyasında olduğu gibi giderek ruhban konumuna taşıdı. Bunlar insanın inanç ve ibadet özgürlüğünü kısıtladılar. Cennet vadederek şirk yolunu açtılar. Muska ve benzeri uygulamalarla dini hurafelere boğdular. Toplumu cahil bırakan bu zihniyet dinin özünü de yok etti.
İslam, özüyle sadece 622-661 yılları arasında yaşayabildi. Fıkhi ve akli mezheplerin çıkışıyla İslam’ın birliği parçalandı. Tasavvuf kültürü ile bu parçalanma daha da arttı. Peygamber "Hiç ölmeyecek gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için yaşa." sözleriyle insanları uyarmıştı. Ama tasavvuf kültürü ‘’Bir lokma, bir hırka.’’ düsturu ile insanı miskinleştirdi. Mensuplarını dünya hayatından uzaklaştırdı.
Oysa İslam, her iyi şeyde en üstün olmayı bu nedenle bilgi-fen peşinde koşulmasını emir ve tavsiye etmekteydi. Bu doğrultuda hareket eden ve bilgi dünyasında en ileri noktaya ulaşan İslam alemi, 9-17 yüzyıllar arasında aralıksız 8 asır dünyaya hâkim olmuştu.
Ancak Nasreddin Hocanın fıkralarında anlatıldığı gibi toplumda adalet duygusu giderek kaybolunca, Şair Fuzuli’nin "Selam verdim. Rüşvet değildir deyû almadılar." Sözleri ile ifade ettiği ahlaksızlık artınca bu devran sona erdi. Yeniliklere karşı olan ve genelde taassup kaynaklı olan zihniyet toplum hayatına giderek egemen olunca her alanda gerileme başladı. Sürekli yenilgilerle İslam alemi sömürge oldu. İslam’ı özüyle yaşayamayan Müslümanlar kaybetti.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda İslam aleminin ve İslam din anlayışının ne durumda olduğunu hiç unutmamalıyız. Bu gerçeği bilmezsek Cumhuriyetin bize kazandırdığı değerleri anlayamayız.
Cumhuriyet, Tanrının Türklere yardım, ikram ve ihsanı ile çok çetin mücadeleler sonucunda mucizevi bir şekilde kurulmuştu. Cumhuriyet önce siyasi bağımsızlığını korumak zorundaydı. Bu da ancak ekonomik ve kültürel kalkınmayla sağlanabilirdi.
Ekonomik kalkınma ancak çağın bilgi düzeyine ulaşmakla, kültürel kalkınma ise din alanında İslam’ı özgürleştirmekle, topluma doğru dini bilgileri kazandırmakla ve kaybolan milli varlığımıza, dilimize, tarihimize, geleneklerimize sahip çıkmakla sağlanabilirdi.
Din ancak özgür ortamlarda yaşayabilirdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin görevlerinden biri İslami anlayışa özgürlük kazandırmaktı.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çok büyük çoğunluğu Müslümandı. Yâni İslam Dininin kurallarına bağlıydı. Devlet bu ortamda hem ekonomik kalkınmayı hem kültürel kalkınmayı nasıl başaracaktı? Her iki konuda çalışmalara beraber başlandı. Önce dini kurumlar yeni bir anlayış ve yapılanmayla yenilendi. Kuran ve Hadisler tercüme edildi. Aynı anda bilimsel eğitim yaygınlaştırıldı. İlk okullarda din eğitimi verildi. Ekonomik kalkınma yolunda çağın gerçeklerine göre hareket edildi
Dinin iman ve ibadet bölümleri kişisel vicdanlara bırakıldı. Dinin hukuk bölümlerinde ise İslami esaslara aykırı kararlar alındı. Bu kararlar, ancak laik düşünce ile alınabilirdi.
Laik düşünce ile hem İslam olabildiğince korunmaya hem de ekonomik kalkınmaya çalışıldı. Olağanüstü bir dönemden geçiliyordu. Öncelik devletin varlığını korumaya verildi. Esasen dini bütün esasları ile uygulamak mümkün değildi ve bunu başarmak çok uzun yıllar birkaç nesle ihtiyaç vardı. Esasen Müslümanlar tarih boyunca İslam’ı tam olarak yaşamaya muvaffak olamamışlardı.
Cumhuriyeti kuranların öncelikli görevi Cumhuriyeti ve özgürlüğü korumaktı. Gelişen ve yükselen Türkiye Cumhuriyeti’nde din, zaman içinde eğitimle özlenen seviyesine ulaşabilirdi. Yeni nesillerin görevi ise Cumhuriyeti ve İslam’ı muasır medeniyetin üzerine çıkarmaktı.
Laiklik, dinde özgürlüğü sağladığı için İslam hukukuna uygundu. Yeni bir hukuk ve ekonomi sistemini uyguladığı ve İslami ahlâkı korumasız bıraktığı için İslam’a aykırıydı.
* Anayasaya Laiklik prensibinin konulması: 5 Şubat 1937 tarihinde yapılan bir değişiklikle Laiklik ilkesi, TC Anayasasına dahil edildi. Böylece bu alanlarda dini esaslara dayalı hukuk düzenine son verildi. Çağdaşlaşmayı hedefleyen Laiklik konusunda en önemli adım atılmış oldu.
4.5 1923-1938 yılları arasında Devlet yönetimi: Gazi Mustafa Kemal Atatürk yönetiminde Cumhuriyet geçen 15 yılda ne noktaya gelebildi.
*Cumhuriyetin korunması: Dış destekli ve genelde din ağırlıklı iç isyanlar İstiklal Mahkemeleri kararlarıyla şiddetle astırıldı. Devletin güvenliği konusunda taviz verilmedi.
* Hukuk sistemi ve vatandaşlık hakları: Devletin geleceği açısından çok önemli olan Hukuk sistemi, yeniden örgütlendi ve bağımsız hale getirildi. Adalete çok önem verildi. Ayrımcılık önlendi. Toplum, tebaa (tabi olan) durumundan vatandaş konumuna getirildi. Herkese kanunlar önünde eşit muamele yapıldı.
*Eğitim, öğretim ve sağlık: Çağın gerçeklerine uygun eğitim- öğretim yapıldı. Eğitim maksadıyla pek çok kişi yurt dışına gönderildi ve bilgi transferi yapıldı. İmam hatip okulları açıldı. İlk okullarda zorunlu din eğitimi verildi. Gece kurslarıyla okuma-yazma seferberliği gerçekleştirildi.
Yeni sağlık ocakları, hastaneler açıldı. Aşı üretildi. Toplumda yaygın olan sıtma, kızamık, trahom gibi hastalıklar yenildi. Verem kontrol altına alındı.
* Bürokrasi: Bilgiye ve liyakata (işinde ehil olmak) önem verildi. Devletin yetkili noktalarına bilgili, dürüst ve fedakâr kişiler getirildi. Doğru kararlar alındı. Yanlışlıklar azaltıldı. Rüşvet ve iltimasla yoğun mücadele edildi.
* Ekonomi: Dış borcun getireceği riskler ve yüksek faiz nedeniyle dış borç alınmadı. Devletçilik ilkesi doğrultusunda ekonomik kaynakların en verimli şekilde kullanılmasına özen gösterildi. İsraf önlendi. Faydalı yatırımlar yapıldı. Yerli malı üretimine ve kullanımına önem verildi. Halkçılık ilkesiyle gelirin halka yayılmasına çalışıldı.1939 yılına kadar ortalama % 6.5 oranında kalkınma hızı sağlandı ve Satın Alma Paritesine göre kişi başı milli gelir, 800 Dolardan 1725 Dolar düzeyine getirildi.
* Kültürel hayat: Millet kavramının gelişmesi için Türk Dil ve Tarih Kurumları kuruldu. Halk kültürü ve toplumsal dayanışmanın geliştirilmesi için halk evleri açıldı. Kuran ve Hadisler Türkçeye çevrildi. Böylece Müslümanların gerçek İslami değerlere ulaşması sağlandı.
* Dış politika: Dünya gerçeklerine göre hareket edildi. "Yurtta sulh. Cihanda sulh." ilkesine göre barışçı bir politika takip olundu. Böylece yakın bir gelecekte olası 2. Dünya Savaşının dışında kalma başarısı gösterildi.
Bu çalışmaların tamamı İslam anlayışına uygundu. Çünkü İslam barış, adalet ve iyilikler diniydi. Dünyanın kaos içinde olduğu bir dönemde, 15 yıl gibi kısa bir sürede yükselen Türkiye Cumhuriyeti başta İslam alemi olmak üzere tüm esir milletlerin umudu ve parlayan yıldızı olmuştu. Bu bir mucizeydi.
*Bu başarılara rağmen Laik yönetim iki büyük yanlış yaptı:
*Din eğitiminin yetersizliği: Toplum hukuk alanında yapılan ve İslam’a aykırı olan yapılanmaya pek önem vermedi. Toplumun büyük kesiminin en büyük derdi geçim meselesi ve çocuklarına iyi bir gelecek sağlamaktı. Cumhuriyet halkın bu ihtiyaçlarını karşıladığından halkın hukuki yönden yapılan düzenlemelere tepkisi sınırlı oldu. Asıl tepki, eski Osmanlıcılar ve çıkarları elinden alınan kapatılan dini cemaatler idi.
Devlet din eğitiminde yeterli olamadı. Açılan imam hatip okulları öğrenci yokluğundan kapatıldı. Camiler toplumu yeterince aydınlatamadı. Bu nedenle yer altına inerek faaliyetlerine devam eden din ağırlıklı kültürün etkisi kırılamadı.
Kuran ve Hadislerin tercüme edildiği bu ortamda din eğitimi, özellikle orta öğretimde isteğe bağlı olarak verilseydi, din eğitimi konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı eğitim ve öğretim seferberliği başlatsaydı ve bu konuda halk evlerinden yararlanılmış olunsaydı, İslam’ın üzerine asırların biriktirdiği hurafe ve cehalet bir nebze giderilebilir, hoşgörüye dayalı Türk İslam anlayışı ile gerçek İslam, toplum hayatına hâkim kılınabilirdi.
Taassuba saplanan, siyasete bulaşan ve dini gerçekleri çıkarları doğrultusunda saptıran tekke, zaviye ve dergahlarla güç bulan din yapılanmasıyla birlikte verdiği din-ahlâk öğretisinin yanında sadece Tanrı aşkı ve insan sevgisini amaçlayan bir kısım tarikatların da kapatılmış olması; toplumun kültüründe büyük boşluklara sebep oldu. Mütedeyyin (samimi dindar) görüşe sahip halka; edebiyat, musiki ve bu gibi sanatlarla, felsefi görüş ve yorumlarıyla yeni ufuklar açan tarikat kültürünün boşluğu doldurulamadı Cumhuriyetin geleceği için kesinlikle yapılması gereken bu Türk tasavvuf aydınlanması ne yazık ki yapılmadı veya yapılamadı.
* Din karşıtı uygulamalar: Laikliğin dine yaptığı en büyük zarar, dine karşı yapılan saldırılarda dini korumasız bırakmasıydı. Dine içeriden veya dışarıdan yapılacak saldırılara karşı din, birtakım eylemlerle kendisini koruyabilmekteydi. Dine karşı içeriden yapılan saldırılar; önce eğitim ve irşat çalışmalarıyla, sonra tembih ve ikaz ile sonunda cezalandırmayla önlenirdi. Dışarıdan dine yapılan saldırılar ise ikaz, uyarı, tekdir ve tehditten sonra sözlü, yazılı ve fiili cihad (mücadele) ile önlenmeye çalışılırdı
Laikliğin verdiği düşünce ve vicdan özgürlüğü, esasen yaradılışından bu yana dine isyan halinde davranışlara eğilimli olan insanların dine karşı saldırılarının artırdı. Bu saldırılara karşı devletin tarafsız kalması dine karşı düşüncelerin ve eylemlerin gelişmesine sebep oldu. İnsanlar zamanla dinden uzaklaştılar. Laikliğin çok uzun zamandan beri uygulandığı Hıristiyan toplumlarda kiliselerin kapanması bunun en somut örneğiydi.
Tanrı tarafından insanlara gönderilen ve onlara dünyadaki yaşamlarında uyacakları kuralları bildiren din, insanlık için mutluluk anahtarıydı. İnsan ve toplumlar dinsiz yaşayamazlardı. Laiklik ilkesi din duygusunu azalttığı gibi dinin korunmasını da zayıflattı.
Bu durumun Ülkemizdeki en önemli örneği kamuda uzun süre uygulanan baş örtüsü yasağıydı. Devlet çıkardığı yasa ve talimatlarla okullarda ve kamuda çalışan memurlar için baş örtüsü yasağı koydu. Kız öğrenciler ve bayan öğretmenler, memurlar görev anında başlarını örtemezlerdi.
Bu durum Kuran ı Kerimdeki örtünme emirlerine aykırıydı. Kuran Müminûn, Nur ve Ahzab surelerindeki ayetlerle mümin kadınların iffetlerini korumalarını istemekte ve onların nasıl örtüneceklerini tarif etmekteydi. Yapılan uygulama din ve vicdan özgürlüğünü belirleyen Laiklik ilkesine dolayısıyla TC anayasasına da aykırıydı. Ama baş örtüsü yasağı vicdanları sızlatarak sürdürüldü. Bu uygulamanın somut iki olumsuz sonucu oldu.
İlki, kız öğrenciler bu nedenle zorunlu ilk okul dışında okula gönderilmediler. Osmanlıdan kalan kız çocuklarını okutmama hastalığı yenilemedi. Kadınlar üzerindeki cehalet giderilemedi. Cumhuriyetin kadının özgürlüğü ve onun cehaletinin ortadan kaldırılması için yaptığı çabalar bu nedenle başarıya ulaşamadı. Oysa laiklik ilkesiyle bu duruma hoşgörüyle bakılabilirdi.
İkincisi daha önemliydi. Kamuda uygulanan baş örtüsü yasağı topluma örnek oldu. Yaradılışları gereği güzelliklerini sergileme eğiliminde olan kadınlar örtünmemeye başladılar. Modacılar bu eğilimi beslediler. Kılık kıyafetler değişti. Geleneksel ve toplumsal ahlak ölçüleri aşıldı. Kadın-erkek ilişkilerindeki hassas denge bozuldu.
Kuran kadın-erkek ilişkilerini belli esaslara bağlamıştı. Bu esasların bozulması sonucu toplumda zina olayları arttı. Zinanın önlenmesinin ilk adımı kadınların örtünmeleri, kadın ve erkeklerin gözlerini harama bakmamaları, ırzlarını korumalarıydı. (Nur suresi 30 ve 31. ayetler). Bu ayetlerin gereğini yapmayan toplum İslam’ın en çirkin eylem olarak tariflediği zina suçunun içine sürüklendi.
Dini ahlaktan uzaklaşan insan ve toplum, mutlu olma yolunu kaybedecekti. Sadece maddi dünyaya önem veren insan, güzelliklerden uzaklaşarak bocalamaya başladı ve gerçek mutluluğu kaybetti.
4.6 Son sözler:
Arkadaşım!
Gazi Mustafa Kemal’e öfke ile değil saygı ile ve muhabbetle yaklaşmamın nedenlerini bir nebze olsa da sanırım açıkladım. Dinimiz bir Müslümanın ardından kötü konuşulmasını istemiyor. "Ya iyi konuş ya da sus." diyor.
Ben bir Cumhuriyet çocuğuyum. Aslıma, neslime kötü söz söylemem, söyleyene ve söylenene değer vermem ve bu tür söylemleri yapanları uyarırım. Bir yanlışlık yapıldıysa onu düzeltmeyi kendime görev sayar ve bu yolda çalışırım. Benim dinim bana böyle emrediyor. Bu nedenle yaptıklarından dolayı Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarını şükranla saygıyla ve rahmetle anıyorum.
*Mustafa Kemal Atatürk’ün din anlayışı ve yaptıkları hakkında bugün öfke kusanlara söyleyeceklerim var.
Arkadaş! Kabahati başkalarında değil önce kendinde ara. Karşındakinin gözündeki çöpü göreceğine önce kendi gözündeki merteği gör. Bir yanlış yapıldıysa 1950 yılından buyana iktidardasın, bu Ülkeyi yönetiyorsun. Yanlış saydığın şeyleri niye düzeltmedin? Niye düzeltmiyorsun? Bu konuda samimi misin? Yoksa böyle davranmak işine mi geliyor?
Ha! Sahi. Sen İslam için, Müslümanlık için bugüne kadar ne yaptın? Sen ne kadar Müslümansın?
Hazreti peygamberin (sav) "Mümin olmadıkça cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız." sözünden haberin var mı? Bu sözler senin için bir kıymet ifade ediyor mu? Mümin olabildinse unutma! Müminler böyle konuşmaz, konuşamaz.
Eğer biraz İslami hassasiyetin varsa sana tavsiyem Bakara suresinin 134 ve 141.ayetlerini iyice oku. "Onlar bir milletti. Geldi geçti. Onlarınki onlara sizinki size." gerçeği üzerinde biraz değil çokça düşün. Faniler hakkında böyle konuşmana hakkım var mı? diye kendini biraz sorgula. Faninin arkasından atıp tutmak kolay. Ama sen de bir gün ölüp bu dünyadan göçeceksin. Unutma! Ne ekersen onu biçeceksin.
**Laiklik taraftarı olan Müslümanları da uyarmak istiyorum.
"Şeriatçı değilim." demeyiniz. Kurana aykırı düşen beyanlarda bulunmayınız. Kuran hükümlerini reddederseniz, Kuranı kabul etmemiş ve farkında olmadan İslam Dininden çıkmış olursunuz.
Müslüman yaşamak istiyorsanız Kuran gerçeğini iyice öğreniniz. Ölüm kapınızı çalmadan Tanrının size bahşettiği Müslümanlığın kıymetinin farkına varmaya çalışınız. Bu konularda sözlerinizde ve davranışlarınıza çok dikkatli olunuz. Çünkü bir Müslümanın başına gelebilecek en büyük felaket onun bilerek veya bilmeyerek İslam’dan çıkması, Tanrının af ve merhametini kaybetmesidir.
***Ülkemizde lise, üniversite ve bunların üzerinde eğitim gören ve Müslüman olan kişilere çağrım şudur.
Cumhuriyetin en fazla emek verdiği ve en fazla umut bağladığı nesil sendin. Cumhuriyetin öğretmenleri seni ve senin neslini "Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür." bir nesil olarak yetiştirdiler.
Sen, bu ilkelere bağlı olarak Cumhuriyete ne kadar sahip çıktın? Özgürlük konusunda hangi çabayı gösterdin? Mensup olduğun İslam Dinini, milli kültürünü ne kadar sahiplendin ve ona ne kadar hizmet ettin? Bu soruları samimi bir şekilde cevapla.
Eğer Dinine biraz sahip çıkmış olsaydın; Ülkemizde İslam Dini ve inancı bu kadar kolay istismar edilebilir miydi?
Eğer kültürüne, diline, geleneklerine biraz sahip çıkmış olsaydın, eğer Ata’nın "Türk! Öğün. Güven. Çalış." ilkesine göre hareket etseydin; Ülkeyi pençesine alan bu batı hayranlığı, bu kendinden vazgeçiş, bu kendini aşağı görme duygusu oluşur muydu?
Eğer Ülke ekonomisine biraz sahip çıkmış olsaydın; yabancı paralara değil TL ye, yabancı mala değil yerli mala değer verirdin. Ata’nın yaptığı gibi el aleme avuç açmazdın. Ülkenin siyasi geleceğini riske sokan ve süreklilik kazanan ekonomik bunalımları yaşamazdın.
Daha önce ifade etmiştim. Bir kere daha yeniliyorum. Şu sözlerimi aklında çıkarma!
Müslüman Türk Milletinin adı Mustafa (seçkin) olan iki lideri var.
İlki Muhammed Mustafa(sav) bize yürüyeceğimiz ahlâk yolunu yani doğru yolu gösteriyor. Bu yoldan hiç ayrılma. İkincisi Mustafa Kemal, bu yolda aklımızı kullanarak çağdaş bilim ve çağdaş dünya gerçeklerine göre yürümemizi öneriyor. Bu gerçeklere göre hareket et.
Böyle yaparsan hem Cumhuriyeti ve başta özgürlük olmak üzere onun getirdiği erdemleri korumuş olursun. Hem de İslam Dinine sahip çıkarak insan olmanın faziletlerini ve en önemlisi Tanrının hoşnutluğunu kazanırsın.
İslam Dini ve Cumhuriyet senden bu görevleri yapmanı bekliyor.
Tanrıya, Kuran’a ve Peygambere gönülden bağlı bir Müslümanın İslam, Cumhuriyet ve Laiklik konusundaki düşünceleri şimdilik bu kadar. Bunlar, Atatürk Barajındaki beton su alma yapısına "Ne mutlu Türküm diyene." yazısını yazdıracak kadar Cumhuriyete bağlı, 80 yaşında emekli bir inşaat mühendisinin görüşleridir. Müslüman Türk Milletine yararlı olması dileğiyle yazıldı. Dilerim faydalı olur.
Gayret kuldan Takdir gerçek dost Yaradan