Bir Demokrasi Denemesi Serbest Fırka (12 Ağustos-17 Kasım 1930): Cumhuriyet, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal yönetiminde Dünya gerçekleri ile mücadele ederek ayakta kalmaya çalışıyordu. İçte ve dışta pek çok düşmanı vardı. Genellikle Osmanlı hayranı olan içtekiler Cumhuriyetin, Osmanlıdan ne kadar viran bir vatan ve ne kadar perişan bir millet devraldığını görmek istemiyorlardı.
Koca Osmanlı bitmiş, tükenmişti. Cumhuriyete bıraktığı bu miras bunun kanıtı değil miydi? Geçmişin şaşaalı dönemleri ile avunmak insanların karnını doyurmuyordu. Cumhuriyet gerçekçi davranmak zorundaydı. Çünkü millet hem cahildi hem de yoksuldu.
Yine bu çevreler Cumhuriyetin bir fazilet mücadelesi olduğunu, batı emperyalizmine karşı verilen Milli Mücadelenin özellikle sömürge durumundaki İslam alemi ile diğer mazlum milletler için bir ümit olduğunu neden anlamak istemiyorlardı?
Din elden gidiyor diyerek koca Osmanlının yıkılmasına sebep olan bu çevreler, gerçek anlamda İslam’ın özgürlük olmadan yaşanamayacağını, Hazreti Peygamberin (sav) bu nedenle yani özgür olmak için Mekke’den Medine’ye hicret etiğini neden anlayamıyorlardı?
Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki İslam anlayışının hurafelere boğulmuş, esasları kaybolmuş bir durumda olduğunu İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif ERSOY, bütün gücüyle haykırmıyor muydu? Ortada halkın gerçek din bilgilerini öğreneceği Türkçe bir Kuran veya hadis tercümesi mi vardı?
Bu insanlar neden Gazi’nin çevresinde toplanmadılar? Yoksa Gazilik unvanı onlar için bir anlam taşımıyor muydu?
Neyse. Şimdi bunları bir kenara bırakalım ve Gazinin, halkın kendisini yönetmesi için başlattığı bir girişimin hikayesine dönelim.
Cumhuriyet yönetimi millet iradesine dayanmaktaydı. Bunun için halk kendi yöneticilerini kendisi seçmeliydi. Yöneticilerin kontrol edilebilmesi için, TBMM de birden fazla siyasi parti olmalıydı Daha önce kurulan Terakkiperver Fırkası talihsiz bir olayın peşinden kapatılmıştı. TBMM de muhalif bir parti olmalı ve iktidarın yanlış yapması önlenmeliydi.
Gazi, bu maksatla çok güvendiği çocukluk ve gençlik arkadaşı Fethi OKYAR’dan bir parti kurmasını istedi ve kendisine bu partiyi koruyacağına dair güvence verdi.
Fethi Bey ve arkadaşları 12 Ağustos 1930 tarihinde Serbest Fırka’yı kurdular ve tüzüğünü halka açıkladılar. Bu parti ekonomide liberalizmi savunmaktaydı.
Gazi, yapılacak belediye seçimlerine bu partinin katılmasını istiyordu. Serbest Fırka yurt sathında kısa sürede ve beklenilenin çok ötesinde bir destekle örgütlendi. Halkın bu fırkaya (partiye) bu kadar yoğun teveccühünün altındaki sebep neydi? Yoksa halk, Gazi’den ve onun kurmak istediği yeni düzenden hoşnut değil miydi? Gazi, yurt gezilerinde gittiği yerlerde büyük coşku ile karşılanıyordu. Bu coşku yoksa samimi değil miydi?
Gazi, “Bu seyahatte bana hakaretler edecekler istihbaratını aldım.” diyerek Fethi Beyi uyarır. Bu ikaza rağmen İzmir şubesini açmak için bu şehre gelen Fethi Bey, Fatih tezahüratları ile karşılanır. Fethi Bey neyin fatihi olacaktır? Fethi Beyin İzmir’e vapurla gelmesi bir süre geciktirilir ve konuşma yapması engellenir. İzmir valisi, halkın bu coşkusu karşısında asayişe hâkim olamam gerekçesiyle yapılacak mitinge izin vermek istemez ve Ankara’dan yetki ister. Serbest Fırka kurucularından Ağaoğlu Ahmet, Ankara’ya yanlış bilgiler verildiğini ve Gazi’nin aldatıldığını söyler. İzmir’de olaylar çıkar. Gazi Mustafa Kemal’e hakaretler edilir.
Serbest Fırkanın Aydın şubesini kuran Adnan Menderes ise bu girişimi ile aktif siyasi hayata atılır. Bu olaylar başka şehirlerde de farklı dozlarda yaşanır. Belli ki CHP’nin 1930 yılında halk nezdinde itibarı azalmıştır.
Çıkan olayları bastırmak isteyen polisin açtığı ateşle 14 yaşında bir genç hayatını kaybeder. Baba oğlunun cesedini Fethi Beyin ayaklarına koyar ve “Bizi kurtar!” diye feryat eder. Fethi Bey ertesi gün konuşmasını yapar. Vali Kazım Dirik Paşa ortalıkta görünmez ve sürekli olarak Ankara’yı bilgilendirir.
Yurt çapında yaşanan bu ve benzeri olaylar üzerine CHP yanlısı basın Serbest Fırka’ya ver yansın ederler. Ankara’ya dönen Fethi Bey, Gazi’den beklediği ilgiyi göremez. Yapılan belediye seçimlerinde Serbest Fırka, Samsun dışında başarı kazanamaz. Parti, Gazi’nin karşısında bir konuma sürüklenmiştir.
Bu gidişten rahatsız olan Fethi Bey, 17 Kasım 1930 tarihinde TBMM kürsüsünde yaptığı bir konuşmayla partisini feshettiğini açıklar. Vakitsiz doğan ikinci demokrasi denemesi böylece kısa sürede sona erer.
Bu girişim Ülkenin geleceği için çok önemliydi. Ne yazık ki başarılı olamadı. Çünkü toplumda demokratik kültür, yani meşveret etme, birbirini anlamaya çalışma kültürü yoktu. Kendilerini Osmanlının ve İslam dininin temsilcileri sayan bu çevreler açıkça Cumhuriyetin karşısında olduklarını göstermişlerdi. Çünkü cumhuriyet bu çevrelerin çıkarlarını ellerinden almıştı. Cumhuriyete karşı olan bu çevreler, toplumun hem cahil hem de fakir oluşundan yararlanarak halkı, kolaylıkla aldatabiliyorlar ve kendilerine kolayca taraftar bulabiliyorlardı.
Batı Avrupa ülkelerinde uygulanan demokratik yönetimlere bakıldığında toplumların hem eğitim düzeylerinin yüksek hem de ekonomik yönden gelişmiş olduklarını görürüz. Yani o ülkelerde insanlar ekonomik zaruretler nedeniyle akli tercihlerini başkalarının güdümüne vermiyorlardı.
Demek ki toplumumuzda o tarihlerde demokratik yönetim için gerekli ortam henüz oluşmamıştı.
Cumhuriyet bu tür demokratik denemelerde daha dikkatli olmak zorundaydı. Çünkü demokratik yolla iş başına gelecek çevreler Cumhuriyetin siyasi, ekonomik ve kültürel bağımsızlık ilkelerine zarar verebilirlerdi.
23 Aralık 1930 Kubilay olayı: Ülke, Serbest Fırka denemesinin şokunu atlatamamışken Menemen ilçesinde yaşanan bir olayla derinden sarsıldı. 23 Aralık 1930 gün Derviş Mehmed adında bir Girit göçmeni Mehdi (Şii inancına göre kıyametten önce gelmesi beklenen kurtarıcı ) olduğunu ilan ederek ve yeşil bayrak açarak yanına aldığı Şamlı Mehmet, Sütçü Mehmet Emin, Nalıncı Hasan ve daha birkaç kişi ile birlikte İslam adına ortaya çıktı.
Yapılan devrimleri küfür olarak nitelendirip bu devrimlere uyanları kâfirlikle suçladı ve devlete karşı bir direniş başlattı.
Bu girişimi önlemeye çalışan 23 yaşındaki öğretmen yedek subay Mustafa Fehmi Kubilay ile Hasan ve Şevki isimlerindeki iki bekçi şehit edildiler. Asiler Kubilay’ın başını bir mızrak ucunda meydanlarda gezdirdiler. Devlet güçlerince olaya müdahale edildi ve isyan bastırıldı.
Tahkikat sonucunda olayın İstanbul’daki dini cemaatlere uzandığı tespit olundu. Sorumlular İstiklal mahkemesinde yargılandılar.
37 kişi idama 41 kişi çeşitli cezalara mahkûm edildiler. İdamlar süratle infaz edildi.
Cumhuriyetin en zayıf noktası, İslam dininin, çıkarlarını kaybedenler tarafından istismar edilmesiydi.
Devlet halkın ekonomik ve sosyal hayatında değişiklikler yaparak halka daha iyi bir yaşam düzeni sağlamaya çalışıyordu. Ama bu yeniliklerin İslam ile çelişmediğini halka anlatmak zorundaydı.
Devlet yeni nesillere Milli Eğitim ile gerçek İslam dinini öğretmeli ve İslam üzerinde Osmanlıdan miras kalan bu cehaleti yok etmeliydi.
Devlet bu konuda halk ile bütünleşemedi. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile yer altına inen ve kendilerini İslam’ın temsilcileri sayan kişiler veya topluluklar daha Cumhuriyetin 7. yılında devlete kafa tutma cesaretini gösterdiklerine göre bunların arkasında “Ekonomik olarak çökmüş durumdasınız,10 yıl yaşayamazsınız.” diyerek Cumhuriyet’e süre biçen emperyalizmin parmağı olduğu muhakkaktı. Musul’daki haklarımızın kaybedilmesine sebep olan Şeyh Sait isyanı böyle bir komplo değil miydi?
Cumhuriyet halkını çağdaş dünya düzeyinde bir yaşam seviyesine ulaştırmak için çabalar sarfetmekteydi. Çünkü emperyalizmle savaş cephelerde kazanılmıştı ama ekonomik ve kültürel safhalarda savaş henüz kazanılmamıştı. Bu cephelerde mücadele devam ediyordu ve yıllarca devam edecekti.
Kültürel safhada bilimin yanında en önemli unsur dindi. Din cehaletle yaşayamazdı. Dinin istismarcısı çoktu. Toplum asırlardır sözde din adamları tarafından cahil bırakılmıştı. Toplumun süratle gerçek din bilgilerine kavuşturulması ve dinin zamanla siyasi bir güç
haline dönebilen bu istismarcıların elinden kurtarılması şarttı.
Devlet bunun için eski kurumları ortadan kaldırdı ve yerine yeni kurumlar kurdu. Din hizmetlerini yürütmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı adında bir teşkilat kurdu. Camilerin bakımına ve yönetimine devlet sahip oldu.
Kendilerini dinin temsilcileri sayan dini cemaatlerin Diyanet İşleri Başkanlığı ile istişare içinde olmaları gerekmez miydi? Kuran, Müslümanlara devamlı olarak “Birbiriniz arasında meşveret ediniz, danışınız,
görüşünüz, ayrılmayınız, birleşiniz.” emirlerini vermiyor muydu?
Devletin çıkardığı yasalar içinde dini hükümlere aykırı olanlar varsa ki vardı, bunlar Diyanet İşleri Başkanlığında görüşülür ve yanlışlıklar yasa değişiklikleri ile düzeltilebilirdi.
Devletin İslam dini ile bir sorunu olmadığı ortadaydı.
Din alanında halk ile devlet arasında olması gereken bu dayanışma ne yazık ki sağlanamadı. Din duygularının istismarı giderek arttı.
Çünkü emperyalizm yani tek dişi kalmış canavar, böyle istiyordu.
Hesaplaşma büyüktü ve devam etmekteydi.
Bu kargaşa içinde gerçekten İslam dinini yaşamak isteyenlerin haklı istekleri güme gitti. Devlet, bekası için emperyalizmin oyuncağı olan bu istismarcılara daha sert davranmak zorunda kalacak ve bundan gerek Cumhuriyet gerekse gerçek İslam büyük yaralar alacaktı.
4.2.3 1931-1938 arasında yaşananlar:
*1932 CHP’nin 6 ok ilkesine Laikliğin eklenmesi: Cumhuriyet, Kuvay-ı Milliye ilkelerine göre kurulmuştu. TBMM de sadece Cumhuriyet Halk fırkası bulunmaktaydı. Yapılan parti kongrelerinde Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, İnkılapçılık ve Devletçilik ilkeleri belirlenmişti.
Cumhuriyet kendisine batı Avrupa devletlerinde uygulanan yönetim sistemini esas almıştı. Devletin yapılanmasında Osmanlı’dan gelen alışkanlıkla Fransa örnek alındı. Fransa’da 1789 ihtilalinde kabul edilen insan hakları ve laiklik ilkeleri esastı. Onların laiklik anlayışında devlet dini kurallara göre değil dünya gerçeklerine göre yönetilmeliydi.
Avrupa’da kilise ile siyasi otorite arasında başlayan ve yüzyıllarca devam eden din kavgaları, Fransız ihtilalinin getirdiği ilkelerle sona erdi. Hıristiyan dünyası laiklik düşüncesini sahiplenmişti.
Türkiye Cumhuriyeti, laiklik düşüncesine çıkardığı kanunlar ve getirdiği yeni hukuki yapı ile adım adım geçmekteydi. Önce batı esaslı kanunlar kabul edildi. Sonra laiklik ilkesi Ekim 1927 CHP parti kongresinde benimsendi.1928 yılında “Devletin dini İslam’dır.” ibaresi anayasadan çıkarıldı. Laiklik ilkesi Mayıs 1931 tarihinde yapılan parti kongresinde CHP’nin ilkelerine eklenerek 6 ok ilkesi tamamlandı.’’
14 Mayıs 1931 tarihinde Milli Eğitim bünyesinde o güne kadar uygulanan zorunlu din dersleri için “Din telakkisi vicdan işi olduğundan fırka din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır telakkisinde başlıca muvaffakiyet görür.” ifadesi kabul olundu. Bu hüküm gereği din dersleri 1933 yılında okul programlarından çıkarıldı.
Sıra laiklik ilkesinin T.C. Anayasasına dahil edilmesine gelmişti.
Bunun için 1937 yılına kadar beklenilecekti.
* Üç temel kurum: T.C. Devleti kurulmuştu. Sıra Türk Milletinin oluşumuna ve toplumsal dayanışmanın geliştirilmesine gelmişti.
Tek parti olan CHP’nin 6 okla gösterilen ilkeleri arasında yer alan Milliyetçilik, kültürel yönden dil ve tarih olarak iki ana bileşene dayanmaktaydı. Halkta bu bilinçlerin oluşturulması ve geliştirilmesi gerekiyordu.
Bu doğrultuda yapılacak kültürel çalışmalar bilimsel nitelikte olmalıydı.
Milli dil ve tarih bilinci, daha önceleri Osmanlı’nın yıkılış döneminde toplum gündemine gelmiş, bu yönde çalışma yapmak üzere 03 Temmuz 1911 tarihinde Türk Ocakları Cemiyeti kurulmuştu. Mensupları arasında Hamdullah Suphi, Ruşen Eşref, Mehmet Emin, Ömer Seyfettin gibi kişilerin bulunduğu bu cemiyet milli vicdanı ateşleyici yayınlar yaparak 1.Dünya Savaşı ve akabinde Kurtuluş Savaşında önemli hizmetler ifa etmişti. Cumhuriyet kurulduktan sonra bu cemiyetin giderek durağanlaşan faaliyetleri Gazi tarafından yeterli görülmedi. Toplum için daha enerjik kurumlar gerekiyordu. Daha yaygın ve etkin kurumların kurulması için Türk Ocakları Cemiyeti 12 Nisan 1931 tarihinde yapılan olağanüstü genel kurulla bütün hakları ve mal varlığını CHP ye devretti.
*15 Nisan 1931 Türk Tarih Kurumu:
Önce milletin tarih bilinci geliştirilmeli ve gerçek Türk Tarihi ortaya çıkarılmalıydı. Türk Ocağı Cemiyeti bünyesinde başlayan tarihi araştırmalar, özerk bir kurum ile devam ettirilmeliydi. Gazi, bu yönde çalışmalar yapan heyeti topladı, onlara gerçek Türk Tarihini anlatan ders kitapları yazma talimatını verdi.
Kimseye bağlı olmayan (özerk) ve bilimsel çalışacak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti 15 Nisan 1931 tarihinde kuruldu. Bu kurul Ekim 1935 tarihinde adını Türk Tarih Kurumu olarak değiştirdi
Gazi, Türk Tarih Kurumu’nun kurultaylarına katıldı ve bütün çalışmalarını takip etti, destek verdi. Bu çalışmalarda kendisine, yetişmesi için büyük özen gösterdiği Afet Hanım (İnan) yardımcı oldu. Yapılan çalışmalardan sonra o güne kadar bilinmeyen gerçek Türk tarihi belgelere dayanılarak ortaya konuldu. Türk Milletinin, Osmanlı tarafından horlanan bir millet olmadığı, tarihi yazan milletlerin başında geldiği ve medeniyete büyük katkılarda bulunduğu gerçeği ortaya çıkarıldı.
*19 Şubat 1932 Halk evleri:
Kurulan yeni devletin amaçları topluma anlatılmalı, unutulan kültür değerlerimiz ortaya çıkartılmalıydı. Bunun için yeni bir kuruma ve yeni heyecana ihtiyaç vardı. Gazi tarafından görevlendirilen Dr. Reşit Galip, gerekli çalışmaları yaptı. Her aşamada Gazi’ye bilgi verdi. Ankara halkeviyle birlikte 13 halkevi 19 Şubat 1932 Cuma günü törenlerle açıldı. Gazi törenleri radyodan takip etti. Törenlere başbakan, bakanlar ve mülki erkan katıldılar.
Dr. Reşit Galip açılış konuşmasında halkevlerinin amacını ve görevlerini şöyle tanımladı. “Davamız, uygarlık yarışında yitirilen zamanı en kısa sürede kazanmak, layık olduğumuz dereceye yani en ileriye varmaktır. Bugün 14 şehrimizde halkevleri halkın hizmetine giriyor. Bu sayı her yıl yeni açılışlarla binleri aşacak. Bu kültür ve eğitim kurumları bütün yurdu kaplayacaktır. Ara sıra devrimlerin bittiğini söyleyenlere rastlıyoruz. Bu görüş tembel, yorgun ve cesaretsiz ruhların görüşüdür. Bitmeyen bir özlem, yorgunluk tanımaz bir çalışma, gevşekliğe düşman bir irade ile ilerlemek, engelleri çatır, çatır kırmak, yol kesen olumsuz ruhu aşarak arayı ışık hızı ile kapatmak zorundayız.”
Yurdun her il ve ilçesinde açılan halk evlerinde; Dil ve edebiyat, Güzel sanatlar, Tiyatro, Spor, Sosyal yardımlar, Tarih ve müze, Halk dershaneleri ve kurslar, Kütüphane ve yayın, Köycülük olmak üzere 9 ayrı konuda hizmetler sunulacaktı
Doğduğum, büyüdüğüm, kültürünü aldığım Erzurum şehrinde de mükemmel bir Halk evi binası vardı. Orada kütüphaneye gider, kışın bedava verilen kayak ve patenlerle kayar, sinemasından yararlanır, şehre gelen tiyatro ve konserleri izler, konferansları orada takip eder ve ağaçlıklı bahçesinde çay içer, sohbet eder, dinlenirdik.
Halkevleri, yukarıda Reşit Galip Bey’in ifade ettiği ruhtan uzak kişiler tarafından 1952 yılında kapatıldı. Erzurum Halk evi ise hukuk eğitimi görmüş Erzurum Büyükşehir Belediyesi başkanı tarafından 2012 yılında yıkıldı. Yerine yenisi konulamadı. Çünkü şairin dediği gibi “Süleymaniye’yi yıkmak için iki ırgat, birkaç kazma, kürek yetişir. Ama yapmak için bir Süleyman bir de Sinan gerekir.”
*12 Temmuz 1932 Türk Dil Kurumu:
Sıra dilin sadeleştirilmesine gelmişti. Halk Türkçenin yanında Osmanlıca yazıp konuşuyordu. Osmanlıca Arapça, Farsça ve Türkçeden oluşmaktaydı. Osmanlıcanın yazılması ve anlaşılması zordu. Millet olabilmenin en önemli şartı dil birliğiydi. Türk Milletinin dili Türkçeydi ve konuşulan Türkçe’nin Osmanlıca’nın yerini alması gerekiyordu. Ama bu konu sanıldığından daha zordu. Zira dilde zaman içinde sadeleşme olur diyenlerle, derhal değiştirilmelidir düşüncesine sahip olanlar vardı.
Gazi bu konuya da önderlik etti. Samih Rıfat, Ruşen Eşref, Yakup Kadri ve Celal Sahir Beyler, Türk Tarih Kurumuna benzer bir tüzük hazırladılar. Bu tüzük doğrultusunda faaliyette bulunacak Türk Dilini Tetkik Kurulu12 Temmuz 1932 tarihinde kuruldu. Özerk olan kuruluşun ilk bakanı Samih Rıfat Bey idi.
Kurumun çalışmalarına Gazi nezaret etti. Kurum her yıl dil kurultayları düzenleyerek düşünenlerin bu konudaki görüşlerini aldı.
26 Eylül 1932 tarihinde toplanan 1.Türk Dili kurultayında konuşan Hasan Ali Yücel şunları söylemişti. “Araplar ve İranlılar ordularıyla yapamadıkları istilayı divan edebiyatında kelimeler ve mevhumlarla kavramlarla yapmışlardır. Osmanlıda Türklük ve Türkçe aşağılanırdı.”
Yapılan çalışmalarla önce okullardaki ders kitaplarının dilleri değiştirildi. Halkevleri bu konudaki çalı8şmalarını yoğunlaştırdı.
Türkçe’nin yaygınlaşmasında Cumhuriyet dönemini şair ve yazarların eserleri önemli rol oynadılar. Bugün Türkçe, halkın dili olarak konuşuluyor ve yazılıyor. Ancak bu kere batılı dillerin tehdidi ile karşı karşıya.
Türk dâhisi Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, vefat etmeden birkaç yıl önce verdiği bir konferansta şu sözleri söylemişti.
“İngilizler İrlandalıları silah zoruyla bir türlü yenemiyorlardı. Gönderdikleri yöneticilerle İrlandalılara ana dilleri olan Kelt dilini unutturdular. Onlardaki milli duyguları ortadan kaldırarak onlara hâkim oldular. Bugün Türkçemiz aynı tehlike altında. Yabancı dil eğitimi ile Türkçemiz yabancı dillerin saldırısında. Böyle devam ederse Türkçeye el sallarız.”
Rahmetli Oktay Sinanoğlu (1935-2015) bu uyarılarını yazdığı kitaplarla da dile getirdi. Ancak emperyalizm bu konuda da epey başarı kazandı. Yabancı diller güzel Türkçemizi sarmaya ve sarsmaya devam ediyor.
* 18 Aralık 1932 T.C.nin Milletler Cemiyetine daveti ve katılması:
Emperyalizmle mücadele ederek bağımsızlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti, batı dünyası tarafından uzun süre dışlandı. Ancak zaman gerçekleri ortaya çıkarmaktaydı. Kurulan yeni Cumhuriyet saygın bir devlet olduğunu kısa sürede kanıtlamıştı. 1.Dünya Savaşının galip devletleri yeni bir dünya savaşı yaşamamak için bir taraftan 10 Ocak 1920 tarihinde Milletler Cemiyeti’ni kurdular. Diğer taraftan yaptıkları zoraki anlaşmalarla (Osmanlı ile Sevr ve Almanya ile Versay) mağlup ettikleri devletlere ağır şartlar dikte ettirdiler. Bu anlaşmalardan bilhassa Almanya çok rahatsızdı. Nazi rejimi Almanya’da iş başına gelmişti. Nazi Almanya’sı, geçmişin hesabını sormaya hazırlanmaktaydı. Avrupa’dan başlayacak yeni bir dünya savaşı kapıdaydı.
Gazi Mustafa Kemal, bu gerçeği kendisini 27 Eylül 1932 tarihinde ziyaret eden o zamanki ABD Genel Kurmay Başkanı General Douglas Mac Arthur’a Dolmabahçe Sarayında yapılan görüşmede söylemişti.
Milletler Cemiyetinin yaptırım gücü zayıftı. Savaşın galip devletleri savaşın yorgunluğunu üzerlerinden atamamışlardı Almanya kontrol edilemiyordu. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin kapısını çaldılar ve T.C. yi cemiyete üye yapmak istediler. Bu davet kabul edildi.
Milletler Cemiyeti’nin 43 üyesi 18 Aralık 1932 tarihinde yaptıkları oylama ile Türkiye Cumhuriyeti’nin üyeliğini oy birliği ile onayladılar.
Şu dünyanın işine bak! Daha 10 yıl önce bu ülkeler Türk Milleti ile ölüm kalım savaşı yapmamışlar mıydı?
*18 Temmuz 1932 Türkçe ezan:
Gazi Mustafa Kemal, İslam dininin Arapçadan kurtarılarak ibadetlerin Türkçe yapılması gerektiğini düşünüyordu. Arapça bilmeyen toplum namaz çağrısı olarak okunan ezanın ve namaz kılarken okunan Arapça Kuran ve duaların manasını gerektiği kadar bilmiyordu. Müslümanların ibadetlerini yaparken bilinçli hareket etmesi, okuduğu Kuran’ın ve yaptığı duanın manasını bilmesi, ibadetlerin ihlas içinde yapılmasının şartıydı. Çünkü Kuran, Müslümanlara okunması ve anlaşılması için gönderilmişti.
Hazreti Peygamber (sav) namaz içinde okunan Kuran’ın manasını bilmenin gereğini ifade ediyor. Hanefi mezhebinin kurucusu olan İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra), içtihat yaparak “İnsanlar namaz
kılarken Kuranı kendi dilleri ile okuyabilirler. Eksik olsa da Kuran’ın kendi dilinde anlaşılarak okunması daha önemli ve daha değerlidir.” fetvasını veriyordu.
Ülkemizdeki Müslümanların elinde Türkçe Kuran meali ve tefsiri olmadığı için toplum ibadetlerinde okuduğu Kuranın bilincine sahip değildi.
O güne kadar sanki bilinçli olarak yapılmayan Kuran tercümesi ve Kuran tefsiri süratle yapılmalıydı.
Gazi’nin emirleriyle Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi ile yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki, Kuran tercümesinin şair Mehmet Akif Ersoy, Kuran tefsirinin ise din alimi Elmalılı Hamdi Yazır tarafından yapılmasını uygun gördüler ve o şahısları görevlendirdiler.
Gazi tefsirin nasıl yapılması gerektiğine yönelik görüşlerini ilgililere yazılı olarak iletti.
Kuran tercüme ve tefsir çalışmalarından sonra Hazreti Muhammed’in (sav) sağlam hadislerini muhtevi İmamı Buhari (ra) hadis kitaplarının da tercüme edilmesine başlandı.
Kuranın ve güvenilir Hadislerin tercüme edilerek Müslüman Türk milletine sunulması Cumhuriyet yönetiminin İslam’a ve Türk Müslümanlarına yaptığı en büyük hizmettir.
Bu çalışmalar uzun sürecekti. Gazi dinin Türkçeleştirilmesine uzun incelemeler, görüşler ve Diyanet İşleri Başkanlığının onayını aldıktan sonra namaz çağrısı olan ezan ile başladı. İlk Türkçe ezan 18 Temmuz 1932 sabah namazı öncesi okundu. Ezan, İslam’ın en önemli ibadetlerinden biri olan namaz ibadetine çağrıdır. Evrenseldir. Dünyanın her yerinde aynı Arapça cümlelerle insanlara duyurulur.
Ezanın manası İslam’ın özüdür. Kelime-i Şehadettir. Tanrının varlığı, birliği ve Hazreti Muhammed’in(sav) resul olduğu kâinata en veciz olarak ilan edilmektedir. Arapça okunması evrensel kabul görmüştür.
Türkçe ezan Arapça ezan ile beraber okunsaydı, hem maksat hasıl olacak hem de namazın evrenselliğine riayet edilmiş olunacaktı.
Türkçe ezanda asıl önemli husus Tanrı kelimesinin yanlış kullanılmasıydı. Şöyle ki; Arapça “Allah-ü ekber” ifadesi “Allah (cc) uludur.” anlamını taşır. “Tanrı uludur.” hitabının karşılığı değildir.
Türkçe Tanrı kelimesi Arapça İlah kelimesinin karşılığıdır ve bu kelime bir makamı, mertebeyi ifade eder.
Allah (cc) ismi şerifi ise ilahlık makamının sahibi olan varlığın en değerli ve en kapsamlı özel adıdır.
Türkçe ezan okunması, toplumda beklenen kabulü görmemiştir. Ezanın Türkçe okunması, dini çevrelerde hoşnutsuzluğa sebep olurken bunların emperyalizm ile bağlantılı olan ve Cumhuriyetle sürekli mücadele eden uçlarına yeni bir koz vermiştir.
*1933 Cumhuriyetin 10. Yılı:
Cumhuriyet içte ve dışta karşılaştığı bütün zorlukları aşarak 10. yaşına ulaşmıştı. 6 asrı aşkın hüküm süren, uzun süre dünyayı yöneten ve şanlı bir tarihe sahip olan Osmanlı İmparatorluğu, son birkaç asırda çağının gerçeklerine uyum sağlayamamış ve tarih sahnesinden silinmişti. Ve koca imparatorluk, bir kurtuluş savaşı verilerek kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ne fakir, yoksul ve cahil bir toplum, yıkık ve viran bir vatan, oldukça yüklü dış borç bırakmıştı. Milletin Türklük şuuru yoktu.
Bu koşullar Cumhuriyeti kuran milli iradeyi yıldıramadı. Millet cehaletten, hastalıktan, sefaletten kurtarılmalı, Türklük şuuru altında birleştirilmeli ve kendi ayakları, üzerinde durabilmeyi başarmalıydı. Çünkü özgürlüğünün şartları bunlardı.
Osmanlı hayaliyle yaşayan bir kısım insanların özlemleri ve Cumhuriyete karşı tavırlarına rağmen halk Cumhuriyet yönetimine sahip çıkmıştı. Cumhuriyetin topluma sağladığı faydalar kısa süre içinde kendini göstermeye başlamış halk yılların ezikliğini üzerinden atmış Gazi’nin çevresinde kenetlenmişti, Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları Lozan görüşmeleri arasında İngiliz delegesi Lord Curzon’un şu sözlerini hiç unutmadılar. Toprak meseleleri görüşülürken İngilizlerin haksız ve aşağılayıcı taleplerini hayır diyen İsmet Paşa, muhatabının “Paşa. Paşa. Taleplerimi hep reddettin. Bunları yazıyor ve cebime koyuyorum. Savaşın zafer parıltıları bir süre sonra silinir. Gerçekle yüz yüze gelirsiniz. Halk sizden aş ve iş ister. Refahının artırılmasını ister. Nasıl yapacaksınız? Fakirsiniz. Yokluk içinde çırpınmaktasınız. Yapamayacaksınız. Bu şartlarda 10 yıl yaşayamazsınız. Kapımızı çalacaksınız ve bizden ekonomik yardım isteyeceksiniz. Bizde şimdi reddettiğiniz şeyleri cebimizden çıkarıp önünüze kayacağız. O zaman bunların hepsini teker teker kabul edeceksiniz.” sözlerini Gazi’ye iletti.
Bu sözler bağımsızlığın temel şartlarından biri olan ekonomik özgürlüğün, dışa bağımlı olmadan sağlanması gerektiğini ortaya koymaktaydı. Dış ekonomik yardım almadan ve dışa bağımlı olmadan büyüme istemi, Cumhuriyet yönetiminin temel ilkesi oldu. Cumhuriyet yönetimi 1950 yılına kadar emperyalizmle mücadele eden SSCB dışında hiçbir ülkeden dış yardım almadı.
Gazi Mustafa Kemal 10. Yıl kutlamalarına bu nedenle çok önem verdi. Cumhuriyetin 10 yılı yurdun her tarafında coşkun törenlerle kutlandı. Sözlerini Behçet Kemal ve Fazıl Nafiz Beylerin yazdığı Cemal Reşit Beyin bestelediği 10. Yıl marşı dillerden düşmedi.
10. Yıl Marşı
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan;
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan;
Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan,
Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan.
Türk'üz: Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi;
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
Bir hızda kötülüğü, geriliği boğarız,
Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız.
Türk'üz, bütün başlardan üstün olan başlarız;
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
Türk'üz: Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi;
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
Çizerek kanımızla öz yurdun hartasını,
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını;
Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını...
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını!
Türk'üz: Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi;
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
Örnektir milletlere açtığımız yeni iz;
İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz:
Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz.
Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz.
Türk'üz: Cumhuriyet'in göğsümüz tunç siperi;
Türk'e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!
29 Ekim 1933 tarihinde yapılan 10. yıl törenlerine Gazi Mustafa Kemal’in yaptığı konuşma damgasını vurdu.
‘Türk Milleti!
Kurtuluş Savaşı'na başladığımızın on beşinci yılındayız. Bugün Cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! ‘
Şu anda, büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bundaki muvaffakiyeti, Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak, azimkârane yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz; çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz.
Yurdumuzu, dünyanın en mamur ve en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi, en geniş, refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız, daha az zamanda daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.
Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü, Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin, yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini ve millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yakışan bu ülkü, onu, bütün beşeriyette, hakikî huzurun temini yolunda, kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.
Büyük Türk milleti!
On beş yıldan beri, giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittiniz. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile, atinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır.
Türk milleti!
Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle, huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türküm diyene!
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin her vatandaşı, yukarıdaki söylevi düşünerek birkaç kere okumalı, anlamalı ve Cumhuriyeti yaşatmak gibi ne büyük bir sorumluluk altında olduğunun farkına varmalı, idrakine (bilincine) ulaşmalı.
Gelecek yazı: 1923-1933. Cumhuriyetin ilk 10 yılında din eğitimi: