*Devlet tarafından Kuran-ı Kerim’in tercüme ve tefsiri ile Hadis-i Şeriflerin tercümesi:
Osmanlıdan Cumhuriyete intikal eden din kültürünün ne kadar zayıf ve yanlışlıklarla dolu olduğu daha önce ifade edilmişti. Bu gerçeği yâni toplumun o yıllarda yaşadığı İslam anlayışını ve İslam ahlâkını İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy 1908 yılında Sırat-ı Müstakim (Dosdoğru yol) adıyla yayına başlayan ve 1912 de Sebil-ür Reşad (Doğru yolda yürüyenlerin pınarı) dergisi olarak devam eden dergilerde topluma İslami mesajlar veren yazılarıyla ve Safahat adlı kitabında küçük hikayeciklerle en açık bir şekilde dile getirmişti.
İslam’ın temeli olan Kuran ve Hadisler Arapça olduğundan halk tarafından doğrudan anlaşılamıyordu, Osmanlı Devleti döneminde din ağırlıklı eğitim kurumları olan medreseler Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin Türkçeye tercüme edilmesine karşı çıkmış, “Kuran, ilahi hikmetin anlaşılamaz sözü olarak kalmalıdır. Kuran’ı ancak din adamları bilmeli ve halka onlar yorumlamalıdırlar.” düşüncesi egemen olmuştu. İslam anlayışı ve yorumu Arapça bilen din adamlarının inisiyatifine bırakılmıştı. Bu durum şu sakıncaları doğurdu.
*İnsanlar, inandıkları dinin temel ilkelerine yani Kuran ve Hadislere Türkçe tercüme olmadığı için doğrudan ulaşamıyorlardı. Birilerinin tercümesine muhtaçtılar.
Kişilerin yaptıkları nakiller ile Kuran ve Hadis gerçekleri ne derece doğru öğrenilebilirdi?
Çünkü; doğru nakil için doğru bilgiye sahip olmak, bunun için yeterli eğitim almak gerekiyordu. Özellikle medrese eğitiminden geçmemiş din hocalarının pek çoğunda yeterli eğitim ve din bilgilerini doğru olarak aktarma ehliyeti yoktu.
Bu bilgilerin yorum yapılmadan yani kişisel görüş katılmadan topluma doğrudan yansıtılması da çok önemliydi. Bu da yapılmıyor, din bilgileri genellikle kişisel yorumlar katılarak topluma aktarılıyordu. Bu durum, dinin saflığını bozmakta ve toplumu gerçek din bilgilerinden uzaklaştırmaktaydı.
*Din adamlarının toplumda erk ve üstünlük kazanma dürtüsü:
Kuran’ın birçok yerinde açık olarak ifade edildiği gibi “Biz Kuran’ı anlaşılmak için kolaylaştırdık ve onu kendi diliniz olan Arapça gönderdik” ayetlerine aykırı hareket eden din adamları “Kuran, İlahi hikmetin anlaşılamaz sözü olarak kalmalıdır.” gerekçesi ile Tanrı kelamını sınırlayan bir anlayış sergilediler, Kuran ve Hadislerin Türkçeye tercüme edilmesine karşı çıktılar.
Oysa Kuran insanlara anlaşılmak ve Kuran’ın fikirleri doğrultusunda yaşanmak için gönderilmişti. Dinin yanlış anlaşılması kaygısını duyan bir kısım din adamlarının hassasiyetlerini anlayabiliriz. Ancak Kuran’ın insanlar tarafından doğru anlaşılabilmesi için Hazreti Muhammed (sav) sözleriyle ve uygulamaları ile Kuran’ı insanlık için yeterince anlaşılır bir duruma getirmemiş miydi?
Din adamlarının bu düşüncelerinin altındaki gerçek neden neydi? Tarihi gerçekler bu durumu şöyle cevaplamaktadır. Tarih boyunca din hükümlerinin kendi uhdelerinde kalmasını isteyen bu din erbabı toplum ( rahipler, ruhban sınıfı), aslında toplumda kendilerine erk, yetki ve itibar kazanmak, bu itibarlarını devam ettirmek için özellikle dini bilgileri halkın doğrudan öğrenmesini sağlayacak tercümelerin yapılmasını önlediler. İnsanların kendilerine bağlı ve muhtaç kalmasını istediler.
Böylece kazandıkları kültürel üstünlüklerini ekonomik ve siyasi üstünlüklerle güçlendirdiler.
Bunun sonucu İslam toplumunda olmaması gereken bir ruhban sınıfı doğdu. Bu sınıf kendi içinde parçalanarak hiziplere bölündü. Din anlayışı farklı yorumlarla parçalandı. Kuran ve Hadislerle verilmesi gereken doğru mesaj kayboldu. İnsanlar din adamlarının ağzına bakar hale geldiler. Toplumda dini cehalet giderek arttı, pekişti.
*Tasavvuf ruhunu yaşatmak isteyen tekke ve zaviyeler İslam anlayışına büyük darbeler vurdular:
Kuran ve Hadisin özü Şeriattı. İnsanlar en kolay hükümlerle yani Şeriatla mükellef kılınmışlardı. Dinde zorlamak yoktu. Dinde zorluk da yoktu.
Tarikat, bir hocanın yönetiminde dinde olgunlaşma- tasavvufi eğitimidir. Tarikata ancak şeriatta olgunlaşmak isteyen ve belli şartlara haiz kişiler girebilirler, girmelidirler. Bu uygulama bir bilim kurulunun rehberliğinde doktora yapmaya benzetilebilir. Nasıl ki herkes doktora yapamaz ise herkes tarikata giremez. Yani şeriatı bilmeyen ve şer’i kuralları yerine getiremeyen kişiler tarikata giremezler, girmemelidirler. Girerlerse zarar görürler
Gerçekte öyle olmadı. Bilen bilmeyen herkes tarikata akın etti. Hocasından el aldı. Hocasına, şeyhine bağlandı. Hocalar da bu kişileri kabul ettiler. Bir süre sonra “Şeyh uçmaz mürit uçurur.” yanlışı ortaya çıktı. Şeyhe aşırı bir tutku ile bağlanan bu kişiler, namaz ibadetinin her rekatında okunan Fatiha suresinin “Ancak sana ibadet ederiz. Ancak senden yardım isteriz.” mealindeki 4. ayetin şuurundan uzaklaştılar,
Tanrıdan değil şeyhlerinden medet ummaya başladılar. İbrahim Hakkı Hazretlerinin (ks) Marifetname kitabında belirttiği tarikat felaketi işte buydu. İnsanlar farkına varmadan Yaradan ile aralarına bir kişiyi soktular ve şirke düştüler. Tıpkı Hıristiyanların ve putperestlerin yaptığı gibi. Onlar da Yaradan ile kul arasına aracılar sokmuşlar ve onların yardımını istemişlerdi. Cahil müridin kendisine ve İslam anlayışına verdiği en büyük tahribat işte bu şirk (aracı koyma, ortak koşma) anlayışıdır. Bu anlayış nedeniyle günümüzde yaşandığı gibi din kisveli pek çok adam kutsallaştırıldı. Onlara dokunulamaz ve yaptıkları suçlar cezalandırılamaz, geçiştirilir, üzeri örtülmeye çalışılır.
*Osmanlı Devleti’nin Kuran’ın tercümesine yaklaşımı:
Osmanlı Devleti’nin başındaki beyler ve padişahlar Sünni Müslümandılar. 1517 yılında Hilafet Osmanlıya gelinceye kadar yönetimde Türk- İslam anlayışı hâkimdi. İnsanlara ve özellikle kadın haklarına daha hoşgörülü olan bu anlayış, Hilafetten sonra yerini daha katı Arap- İslam anlayışına bıraktı.
Kuruluş döneminde din yönetimi, Divanın dışında olan ve yönetim erkinin etkisinde olmayan şeyhülislam-müftüler tarafından yürütülürdü. Zamanla padişahın Hakâni kültürden gelen yetkileri arttı. Din adamları giderek devlet erkinin güdümüne girdiler, etki ve yetkileri daraldı.
Osmanlının kuruluş döneminde Anadolu’da tasavvuf kültürü hâkimdi. Devlet tarafından seçilen yetkili bir kurula yaptırılan ve herkes için başvuru kaynağı olacak Türkçe Kuran tercümesi veya tefsiri yoktu. Bu nedenle fıkıhta kişiler tarafından yapılmış olan Arapça tefsirlere göre hareket edilir ve karar verilirdi. Anadolu coğrafyasında kişiler tarafından değil devlet tarafından ilk Türkçe Kuran, Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan (1453-1478) tarafından yaptırılmıştı.
Şu talihsizliğe ve öngörüsüzlüğe bakınız.
Sünni Müslüman Uzun Hasan’ın 1473 yılındaki Otlukbeli Savaşı ile bir başka Sünni Müslüman olan hem de Osmanlının en büyük hükümdarı olan Fatih Sultan Mehmet tarafından ortadan kaldırılması, hem Türkçe Kuran düşüncesine büyük darbe vurdu. Hem de İran’da Şii Safevi Devleti’nin kurulmasına ve İslam’da Sünni- Şii savaşlarının başlamasına neden oldu.
Bu açıklamalardan sonra İslam’da Kuran’ın anlaşılması ve Türkçe Kuran çalışmalarının takip ettiği seyri tarihçi yazar Sinan Meydan’ın yazısını esas alarak, düzelterek ve bazı ilaveler yaparak takip edelim.
I-Kuran’ın tercümeleri Kuran sayılabilir mi?
Kuran-ı Kerim’de İbrahim suresinin 4. ayeti, Yusuf suresinin 2. ayeti Şuara suresinin 193-195. ayetleri ve Duhan suresinin 58. ayeti Kuran’ın anlaşılması için kolaylaştırıldığını ve bu nedenle O’nun Arap halkına Arapça gönderildiğini ifade etmektedir. Bu ayetlerden Kuran’ın Müslümanlar tarafından anlaşılması gerektiği açıkça anlaşılmaktadır.
Arapça dilinin özelliği dolayısı ile tercüme metinler belki Kuran’ın ne demek istediğini tam olarak anlatamayabilirler. Ancak bu metinler Kuran’ın bir kısmını dahi ifade etmiş olsalar Kuran olarak değerlendirilebilir. Tercümeler Kuran’ın bir kısmını açıklamış olsa da Kuranı hiç anlamamaktan daha faydalıdır. Unutulmamalıdır ki İslam akıl dinidir ve akla çok değer verir.
Nitekim okuma yazma bilen birkaç kişiden biri olan ve Hendek savaşında şehrin müdafaası için hendek açılmasını öneren büyük sahabe İranlı Selman-ı Farisi (568 -656) namazda Fatiha suresinin Farsça tercümesini okuyup okuyamayacaklarını soran Fars kökenli Müslümanlara, Hazreti Muhammed’den(sav) onay aldığını söylemiş ve onlara Fatiha suresinin Farsça metnini göndermişti.
Sünni-Hanefi mezhebinin kurucusu en büyük fıkıh (İslam hukuku) alimi olan İmam-ı Azam Ebu Hanife (699 -767) Kuran’ın Arapçadan başka dile çevrilip namazda bile o dillerde okunmasının uygun olacağını söylemiş, Kuran çevirisi konusunda kendisinden sonra gelen imamlar bu konuda büyük kolaylık göstermişlerdi.
Bir kısım fıkıh ve kelam alimleri ise Şuara suresinin 196 ayetinin iki hususa açıklık getirdiği görüşündedirler.
1- Kuran Arapçadan başka bir dile tercüme edildiğinde o tercüme de aynen Kurandır.
2 -Kuran’ın örneğin Farsça çevirisi ile namaz kılınabilir.
Bu gerçekler ortada iken Osmanlı medreselerinin Kuran’ı Türkçeye tercüme etmeme konusundaki tutumunu akıl ile ve Türk- İslam anlayışıyla izah etmek mümkün değildir.
Bu yaklaşım İslam toplumunu Kuran gerçeklerinden uzaklaştırmış, toplum dini yönden cahil bırakılmıştır. İslam’a ve Müslümanlara yapılan en büyük kötülük budur. Çünkü Kuran İslam’ın temelidir. Olmazsa olmazıdır.
II- Osmanlı döneminde Kuran tercümeleri yapıldı mı?
Osmanlı tarihinde yukarıda açıklanan nedenlerle 19. Yüzyıla kadar devlet tarafından Kuran ve Hadis tercümeleri yapılmadı. Bu çağa kadar kişisel tercümelere de rastlayamıyoruz.
Yeni Osmanlı aydınlarından gazeteci ve din alimi Ali Süavi (1839-1878) Kuran’ın Türkçeye çevrilebileceğini hatta Türkçe namaz kılınabileceğini ileri sürdü.
Tanzimat döneminde (1839-1876) Kuran çevirisi (Osmanlıca tercümesi) büyük tarihçi ve din adamı Cevdet Paşa tarafından pasajlar halinde yapıldı.
1841 yılında Tefsir-i Ayıntabi, 1865 yılında Tefsir-i Mevahip 1875 yılında Tefsir-i Züpdetül Ahtar adlarıyla Kuran tefsirleri yazıldı. Bunları 1908 yılında yazılan Tıbyan ve Mevakıp tefsiri izledi.
Jön Türk aydınlarından ve İttihat Terakki Partisinin kurucularından Arapgirli Dr. Ahmet Cevdet (1869- 1932) İçtihat dergisinde yayınlanan bir yazısında Kuranın Türkçeye çevrilmesinin önemini ve gerektiğini yazdı.
II. Meşrutiyet döneminde (1908-1918) Osmanlıda Kuran tercümelerinin sayısı arttı.
Mehmet Akif Ersoy (1873- 1936) 1912 yılından itibaren Sebil-ür Reşad dergisinde Tefsir-i Şerif başlığıyla Kuran tercümesini yayınladı. 1921 yılına kadar 38 sureye ait 138 ayet Türkçeye çevrilmiş oldu. Aynı dergide Milaslı, Manastırlı ve Bereket zade İsmail Hakkı Beylerle Mehmed Fahreddin ve Ahmed Hamdi Akseki gibi alim ve ehil kişiler Kurandan ayet ve surelerin tercüme ve tefsirlerini yayınlayarak, bu akıma destek sağladılar.
1914 yılında yayın hayatına başlayan İslam Mecmuasında da Kuran’ın Türkçe çevirisi yayınlandı.
Meşrutiyet yıllarında Nakşibendi Tarikatına mensup Tortumlu Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin (1858- 1920)
Saffet-ül Beyan adı altında Kuran tercümesini yapması, Cevdet Paşa’dan sonra ilk devlet görevlisi olması açısından önemliydi. Bu çalışmaları Bereket zade İsmail Hakkı Bey’in (1851-1918) Envar ül Kuran isimli tefsiri takip etti.
Dönemin İslam Kütüphanesi sahibi Tüccar zade İbrahim Hilmi tarafından 1914 yılında Kuran-ı Kerim’in Terceme ve Tefsiri kitabının Suriyeli bir Hıristiyan olan Zeki Megamiz tarafından hazırlandığı, içeriğinde pek çok yanlışlar bulunduğu, bu yanlışların Sebül-ür Reşad dergisinde sertçe tenkit edildiği ve bu tenkitler üzerine söz konusu tercüme ve tefsirin basım ve yayınının Evkaf ve Şeriye Vekaletince yasaklandığını not edelim.
1916 yılında Avrupalılaşmak felaketimizin sebebi adlı risalesinde Tüccar zade İbrahim Hilmi Bey şunları yazdı. ’’Bugün milyonlarca Müslüman, Allah’ın (cc) kendilerine ne emrettiğini, Kuran’da neler söylediğini bilmiyorlar. Hele biz Türkler Kuran’ı Kerim’in Türkçe tercümesi olmaması yüzünden dinimizin esasını bilmiyoruz.’’
Hilafetle Osmanlıya hâkim olan Arap- Selefi anlayışına göre hareket eden devlet ricalinin Kuran’ın tercüme ve tefsirine sahip çıkmaması, hatta karşı tavır alması, ulemanın pek çoğunun bu işe soğuk bakması yanında ortaya çıkan yanlış tefsir ve tercümeler, Kuran’ın anlaşılması gerekir düşüncesine sahip din adamlarını ve aydınları yıldırmadı.
1919 yılında Çağatay lehçesiyle Kuran tercümesi yayınlandı. Cumhuriyet döneminde de Kuran tercüme ve tefsir çalışmalarına devam edildi.
III- Kuran’ın anlaşılması ne demektir?
Cumhuriyet dönemindeki Kuran tercüme ve tefsir çalışmalarına geçmeden önce bu konuyu açıklığa kavuşturalım
Kuran nedir?
Kuran’ın ne olduğunu Kuran ayetlerinden öğrenelim. Bu konuda pek çok ayet var. Sadece birkaçını hatırlayalım.
‘’Elif. Lam mim! Bu kitapta şüphe yoktur. Muttakiler (kötülükten kurtulmak isteyenler) için bir hidayettir’’ (doğru yola erişme rehberi). Bakara 1-2
‘’Resulüm! Bu Kuran sana hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyi hakkıyla bilen Allah (cc) tarafından verilmektedir.’’ Neml-4
‘’Şüphesiz biz onu düşünüp anlayabilesiniz ve gerekli dersleri alabilesiniz diye Arapça bir Kuran olarak indirdik.’’ Zuhruf-3
“Andolsun! Biz bu Kuran’ı iyice anlaşılıp öğüt alınabilmesi için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alacak kimse yok mu?” Kamer 17-22-32-40
“Doğrusu bu pek şerefli Kuran’dır. Levh-i Mahfuz’dadır” Bürüc- 21-22.
Ayetlerin ifadelerinde Levh-i Mahfuz dışında anlaşılamayacak bir husus yok.
Levh-i Mahfuz (Korunmuş levha): Kâinatta yaratılmış bütün varlıkların geçmişinin, bu gününün ve geleceğinin yazıldığı Kader kitabı. Elmalılı M. Hamdi Yazır’a göre; Yasin suresinin 12. ayetinden “Biz her şeyi apaçık bir kütükte saymışızdır.” ifadesi ile kütük (Levh-i Mahfuz) her şeyin yazıldığı varlık sahifesidir.
Tanrı’nın Zati sıfatlarından biri kelâm (söyleme) sıfatıdır. Tanrı Kuran’ı Kerim ile insanlara doğrudan (direct) hitap eder. Kâinat kitabı (varlık dünyası ve yaşanan olaylar) ile de söylemini ihsas (indirect) ettirir. Akıllı insan her iki kitaptan da ders almalıdır.
“Yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizlerde; ardından yedi deniz daha katılıp mürekkep olsa Allah’ın kelâmı (sözleri) yazmakla bitmez. Şüphesiz Allah (cc) çok güçlüdür. Hüküm ve hikmet sahibidir.” Lokman suresinin 27. ayetinden anlaşılacağı üzere Tanrının kelâmı sonsuzdur. Yani aklın sınırlarını aşar.
Levh-i Mahfuz’un bir özeti olan Kuran’ın anlamını ancak, Tanrı tarafından bilgilendirilen peygamberlerle peygamberlerin en yakını olan ve Kuran ifadesi ile (Al -i İmran 18-19) ilimde derinleşmiş kişiler, Tanrının izin verdiği ölçüde (İlm-i ledün- sırları anlayabilme ilmi) anlayabilirler.
Büyük mutasavvıf Mevlânâ Celaleddin-i Rumi (ks) Farsça yazdırdığı Mesnevi’nin bir Kuran tefsiri olduğunu söyler ve “Kuran’ın 7 batıni (gizli) ve 7 zahiri (açık) tefsiri vardır.” der.
Bu cümleler Kuran’ın anlaşılmasının zorluğunu ifade etmektedir. Ancak;
*Son peygamber Hazreti Muhammed (sav) Hadis-i şeriflerle insanların Kuran’ı yeterince anlayabilmesini kolaylaştırdı.
**Yemen’e vali olarak tayin ettiği Muaz bin Cebel’e (ra) içtihat (şartlara göre yeni kural koyma) yapma yetkisini verdi.
***Böylece dinin zaman içinde değişen ihtiyaçlara karşı cevap üretebilecek bir durumda olmasını sağladı ve dine hayatiyet kazandırdı.
Bu gerçek ortada iken yani Kuran’ın yeteri kadar anlaşılması gerekirken kendini ehil saymayan, ilimde derinleşmemiş kişiler, Kuran’ı eksik ifade etmekten çekinen ve bunun sorumluluğunu üzerine almayan Osmanlı din alimleri Kuran’ın tercümesine yanaşmadılar.
Tekrar etmekte fayda var. Osmanlıda medrese Kuran’ın Türkçeye çevrilmesine karşıydı. Medreseye göre Kuran ‘’İlahi hikmetin anlaşılamaz sözü olarak kalmalıydı. Kuran’ı ancak din adamları ve ulema bilmeli halka onlar yorumlamalıydı.’’
Tanzimat sonrasındaki Kuran çevirileri hep tepkiyle karşılandı. II. Meşrutiyet döneminde yapılan ilk geniş kapsamlı Kuran çevirisi, Şeyhülislamlık emriyle toplatıldı. Meşihat Dairesine bağlı Şeri Yayınları Teftiş heyeti, Türkçe Kuran yayınlanmasını yasakladı.
Millî Mücadele yıllarında Padişah Vahdettin, 19 Ekim 1921 tarihinde yayınladığı bir kararnameyle gazetelerde ayet ve hadis meallerinin yayınlanmasını yasakladı.
Medrese, Arapça Kuran’ın matbaada çoğaltılmasına da karşıydı. Bu nedenle matbaada ilk Arapça Kuran basımı, matbaanın ülkeye gelişinden 146 yıl sonra 1873 yılında yapıldı.
Medresenin Kuran’ı adeta halktan gizlemesi, toplumu Kuran gerçeklerinden uzaklaştırdı. Dini gerçeklerin yerini hurafeler aldı. Toplumda geleceği öğrenme eğilimleri yani falcılık arttı. Kuran’ın kesinlikle yasakladığı şirk, sihir, büyü gibi eylemler ve düşünceler alabildiğine çoğaldı.
IV- Cumhuriyet döneminde Kuran tercüme ve tefsir çalışmaları:
A. Kişiler tarafından yapılan Kuran tercüme ve tefsirleri:
1924 yılında Cemil Said, Fransızca tercümeden Türkçeye Kuran tercümesi yaptı. Fransızların, Arapça Kuranı kendi dillerine Osmanlıdan önce çevirmiş olmaları gerçeği Müslümanlar için bir utanç sayılmaz mı?
1927 yılında Seyyid Süleyman Efendi’nin Terceme-i Şerife adlı meali ve İsmail Hakkı İzmirlinin Kuran tercümesi yayınlandı. Aynı yıl içinde Hüseyin Kâzım ve arkadaşları Nuru’l Beyan adlı bir tercüme hazırladılar.
Mehmet Vehbi Efendi Hülasat’ül beyan fi Tefsir’il Kuran adlı tefsirini hazırladı
B: Devlet tarafından yaptırılan Kuran tercüme ve tefsirleri:
Cumhuriyetin dinde Türkçeleşme çalışmalarının fikir babası sosyolog Ziya Gökalp tır. Onun Türkçülüğün Esasları adlı kitabında yer alan düşünceleri ve şu şiirdeki özlemleri Mustafa Kemal’e ilham kaynağı olmuştur
“Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur, Köylü anlar manasını namazdaki duanın, Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kuran okunur; Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ’nın. Ey Türkoğlu! İşte senin orasıdır vatanın.” Ziya Gökalp’ın Dini Türkçülük görüşlerini Cumhuriyetle birlikte Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal hayata geçirdi.
Gazi Mustafa Kemalin Kuranı Türkçeye tercüme ettirmesi kararına karşı çıkanlar oldu. Falih Rıfkı Atay’ın aktardığına göre Mustafa Kemal bu kişilere ‘’Kuran tercüme edilemez demek Kuran’ın manası yoktur demektir.’’ cevabını verdi. Kuran’ın tercüme ve tefsirinin yapılması konusunda Diyanet İşleri Başkanlığını görevlendirdi.
Kuranın tercüme ve tefsiri için 1925 yılının Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesine 20 bin liralık ek ödenek konuldu.
Kuran Tefsirinin Elmalılı M. Hamdi (Yazır), tercümesinin ise Mehmet Akif (Ersoy) tarafından yapılmasına karar verildi. Ve her iki kişiyle 26 Ekim 1925 tarihinde sözleşme imzalandı. Sözleşmeye göre tercüme ve tefsirin her birine 6000 TL ödenecekti. Görevlendirilen kişiler herkes tarafından kabul olunan konusunda uzman kişilerdi.
Gazi Mustafa Kemal, Kuran tefsirinin çağdaş yorumunu istedi ve dikkate alınması gereken hususları 11 madde olarak görevlilere verdi. Tefsir çalışması çok uzun sürdü. Mustafa Kemal bu çalışmaların seyrini yakından takip etti.
1926 yılında Mısırda Kuran tercümesine başlayan Mehmet Akif, Kuran’ı hakkıyla tercüme edemeyeceğini düşünerek çalışmalarını durdurdu. Bu sebeple tercüme işi de tefsirle beraber yürütüldü.
Elmalılı M. Hamdi Yazır (1878-1942) Kuran tefsir çalışmalarını Hak dini Kuran dili adıyla 1935 yılında tamamladı. 9 cilt ve 6433 sayfadan oluşan Türkçe Kuran tefsiri ve tercümesi,1935-1938 yılları arasında 15 000 adet basılarak bütün merkezlere gönderildi.
Bugün dahi yapılan en güzel Kuran tefsiri olarak değerlendirilen ve kaynak kitap olarak anılan bu Kuran tefsiri ve tercümesi, Cumhuriyetin Müslüman Türk halkına ve İslam alemine yaptığı en önemli hizmet olarak tarihteki yerini aldı
C: Devlet tarafından yaptırılan Hadis-i Şerif tercümeleri:
Hadis-i Şerifler, peygamber Hazreti Muhammed’in (sav) Kuran’ın ve İslam’ın doğru anlaşılabilmesi için söylediği sözleri, açıklamaları ve davranışlarıdır. Kuran’ı en iyi ve doğru anlayan ve yorumlayan peygamberdir. O’nun yorumu olmadan Kuran ve İslam doğru anlaşılamaz. Bu nedenle son zamanlarda gelişen Deizm (Dini peygamber olmadan anlamak ve yaşamak) düşüncesi İslam dışı bir yaklaşımdır.
Hazreti Peygamber, Kuran metinleri ile karışmaması için hadislerin yazımına izin vermemişti. Hadisler kulaktan kulağa nakledilirken yanlış anlamalarla özünden saptı. Yahudi din alimi Abdullah ibni Sebe, İslam’ın bu zaafını görünce uydurma hadisler üretti ve İslam fikri karmaşa içine sürüklendi. Bu karmaşa İslam’ın muhaddisleri tarafından önlendi, İslam’a uygun olmayan uydurulmuş hadisler elendi.
9. Asırda yapılan bu çalışmalar sonucunda güvenilir (sahih) hadisler, Kütüb-i Sitte diye adlandırılan 6 kitapta toplandı. Güvenilir hadisleri içeren bu kitaplar, imam olan Buhari, Müslim, Tırmizi, Nesai, İbn i Davud ve ibni Mace hadis kitaplarıdır. En önemlisi İmam-ı Buhari’nin hazırladığı kitaptır.
Cumhuriyet idaresi Hadis-i Şeriflerin tercümesi işine de önem verdi ve İmam -ı Buhari’nin hazırladığı hadis kitabının tercümesi için Ahmet Naim (1973-1934) ve Kâmil Miras (1874- 1957) Beyler görevlendirildi.
12 ciltlik Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih tercümesinin ilk 4 cildi 1935-1938 yılları arasında son 8 cildi ise 1940’lı yıllarda basılarak yayınlandı.
Cumhuriyet, özgürlük üzerine kuruldu. Dinin yaşayabilmesi için de özgür olması gerekiyordu. Kuran-ı Kerim’in tefsir ve tercümesi yanında Hadis-i Şeriflerin Türkçeye tercüme edilmesiyle İslamiyet Türkiye’de özgürlüğüne kavuştu.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti kurmakla Türk Milletine sağladığı özgürlükten sonra gerçekleştirdiği en önemli inkılap, O’nun Kuran’ın Türkçe tercümesi ve tefsirini yaptırmak suretiyle Müslüman Türk milletine inanç özgürlüğünü kazandırmasıdır
Bugün onlarca tefsir ve tercümenin oluşu, yüzyıllarca yapılmayan bu çalışmanın ne kadar doğru olduğunun bir kanıtı. Artık ülkemizde ben Müslümanın diyen insan, Kuranı ve Hadis-i Şerifleri daha rahat anlayabiliyor. Bugünün Müslümanı böylece Tanrısını daha iyi tanıyor ve O’na daha yakın.
*1937 Laikliğin anayasaya girmesi (05 Şubat 1937)
05 Şubat 1937 tarihinde TBMM tarafından kabul olunan 3135 sayılı kanunla Laiklik ilkesi anayasa hükmü olarak kabul edildi. 1924 tarih ve 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanununun (anayasa) ikinci maddesi şu şekilde değiştirildi. ‘’Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır.’’
Böylece Tanzimat Fermanı ile başlayan, Cumhuriyetin kurulması ile somutlaşan ve hız kazanan laikleşme süreci Laikliğin anayasa hükmü olmasıyla sonuçlandı.
1924 anayasası 1960 yılında yapılan askeri müdahale ile ortadan kaldırıldı. Hazırlanan yeni anayasa 09 Temmuz 1961 tarihinde yapılan halk oylamasında % 61.74 evet oyu ile kabul edildi.1961 anayasası topluma fikir özgürlüğü alanında geniş ufuklar açtı. Ancak toplum bu kadar özgürlüğe hazır değildi. Bu özgürlüğün kıymetini bilemedi. Protesto eylemleri arttı ve zamanla kanuni çizgiler aşıldı. 1970 olayları sonucunda 12 Mart1971 askeri muhtırası yaşandı. 1961
Anayasanın ülkeye bol geldiği söylentileri yayıldı. Anarşik olayların artması üzerine Ülke 12 Eylül 1980 askeri müdahalesine maruz kaldı. Askeri yönetim tarafından hazırlanan 1982 anayasası 07 Kasım 1982 tarihinde yapılan halk oylamasında % 91.37 evet oyu ile kabul edildi
1982 anayasanın ilk 4 maddesi şöyleydi.
Madde 1-Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.
Madde 2-Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Madde 3- Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.
Bayrağı şekli kanunda belirtilen, beyaz ay-yıldızlı al bayraktır.
Milli marşı İstiklal Marşıdır.
Başkenti Ankara’dır.
Madde 4- Anayasanın 1’ inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2’inci. Maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü maddesi hükümleri değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez.
1961 anayasa referandumu Yassıada Mahkemelerinin devam ettiği bir tarihte yapıldı. Bu mahkemelerde uygulanan bazı yöntemler halkı özellikle DP -Demokrat Parti mensuplarını rencide etmişti. Bu nedenle o tarihlerde DP’nin kaleleri olan Aydın, Bursa, İzmir, Sakarya, Samsun, Kütahya ve Zonguldak illerinde halk, anayasaya evet oyu vermedi. Buna rağmen dini hassasiyeti olan Konya, Erzurum, Adıyaman, Şanlıurfa, Bitlis gibi illerin halkı anayasaya evet oyu verdiler. Askerlerin gölgesi altında yapılan anayasa oylaması tepki oyları nedeniyle beklenilenin altında bir evet oyuyla (% 61.74) kabul edildi. Anayasanın kabul edilmesi, Müslüman Türk toplumunun Laiklik ilkesini benimsediğini göstermekteydi
1982 anayasa referandumu daha farklı koşullarda yapıldı. Askerin baskısı daha fazlaydı. Okullara din derslerinin konulacağı maddesi, anayasaya evet oyunun artmasını sağladı. (%91.37).
Bu oy oranı Türk Milletinin laiklik ilkesine büyük çoğunlukla ve daha sıkı bağlı olduğunu kanıtladı.
*Hatay meselesi: 1921 yılından itibaren Fransızlar tarafından Otonom İskenderun Sancağı adı altında yönetilen Hatay’ın Türk toprağı olduğu 1936 yılında milli basında dile getirildi. Hatay’ın anavatana katılması Mustafa Kemal’in son rüyasıydı. Ancak bu katılım sulh yoluyla olmalıydı. Fransızlarla yapılan görüşmeler olumlu yürümüyordu. Yapılan müzakerelerin sonucunda konu Milletler Cemiyeti’ne götürüldü. Milletler Cemiyeti 1937 yılında bağımsız bir Hatay Devletinin kurulmasına karar verdi. Bağımsız Hatay Devleti 02 Eylül 1938 tarihinde kuruldu. Devletin başına Tayfur Sökmen getirildi. Hatay Devletinin 22 si Türk olan 40 üyeli bir meclisi vardı.
Gazi Mustafa Kemal ağır hastasıydı. Hatay Devletinin bağımsızlığını gördü ve mutlu oldu. Ancak Gazi, Hatay’ın anavatana katılışını göremeden hayata veda etti. Hatay meclisi 29 Haziran 1939 tarihinde Türkiye’ye katılmaya karar verdi. Böylece Lozan’dan sonra ilk toprak kazanılmış oldu.
*10 Kasım 1938. Mustafa Kemalin vefatı:
Türk Milletinin yetiştirdiği en değerli evladı Gazi Mustafa Kemal, hastalığı dolayısıyla 29 Ekim 1938 Cumhuriyet törenlerine katılamadı. 1911 Libya savaşı sırasında Mısırda yakalandığı zehirli sıtma hastalığının tedavisinde aldığı ilaçların karaciğerde yaptığı tahribat nedeniyle siroz hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlıklar başlangıçta pek önemsenmediğinden siroz teşhisi çok geç konuldu. Bu nedenle tedavide geç kalınmıştı. Hastalık boyunca vücudundan iki defa su alındı. İkinci su alımından sonra komaya girdi. Bir daha uyanamadı. 10 Kasım 1938 tasrihinde Dolmabahçe Sarayında hayata gözlerini yumdu. Son sözleri ‘’ ve Aleykümselam ‘’ oldu. Acaba kimin selamını almıştı? Tanrı bilir.
Kendisine Cenâb-ı Hak’tan sonsuz rahmet ve mağfiret dilerim.
Gelecek yazı: Gazi Mustafa Kemal ve 23. Yılın hikayesi.