Aşağıdaki soruların cevaplarını aldığımızda sanırım laiklik konusu daha iyi anlaşılacak ve taraflar belirlenecektir.
3.3.2 Din ve laiklik konusunda taraflar: Laiklik konusunu kavrayabilmek için konunun taraflarını tanımamız gerekiyor. Bunun için şu iki soruyu cevaplandırmaya çalışalım
3.3.2.1 Kimler laik yönetimi ister?
* Dinsizler: Tanrıya inanmayan bu kesimin dini hassasiyetleri yoktur. Sadece yaşamayı düşünürler. Bu sınıfı Kur’an "Onların kalpleri vardır kavramazlar. Gözleri vardır görmezler. Kulakları vardır işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidirler. Hatta hayvanlardan daha aşağıdadırlar. " diye nitelendirir. (Araf suresi 179. Ayet)
** Dini gereksiz görenler: Bu kesimdekiler din olgusuna az da olsa inanırlar. Ancak dini kuralların ömrünü tamamladığını, çağdaşlaşma döneminde aklın önderliğinin öne çıktığını ileri sürerek dinin gelişmelere engel olduğunu savunurlar. Bazı siyasetçiler dinin orta çağdan kalma bir yapı olduğunu iddia ederek dini geriye gitme (irtica) olarak nitelendirirler. Dini okuyup iyice öğrenmezler. Buna ihtiyaç da duymazlar. Din konusunda cahildirler. Siyasi çıkarları onları böyle bir tavır almaya zorlar.
***Kültürlü geçinen zengin ve eğitimli kesim: Bu kişiler ya atadan dededen kalma zengindirler. Ya da cumhuriyetin olanaklarıyla okumuş, diploma almış, zenginleşmiş, iş ve siyaset dünyasında etkin konuma gelmiş halk çocuklarıdır. Geldikleri sosyal seviye ile gelir dağılımında en üst sınıfta olan bu kesim için din ve laiklik düşünceleri ve hatta cumhuriyetin ilkeleri fazla önem taşımaz. Kültürel emperyalizm ile benliklerine yabancılaşan bu kişiler kendi konumlarını güçlendirmek için her türlü siyasetçi ile iş birliği yaparlar. Hatta ülkenin zararına dahi olsa yabancılarla iş birliği yapmaktan çekinmezler. Genellikle laikliği desteklerler. Ancak kendi çıkarları açısından yeri geldiğinde dindar görünürler. Kendilerini ülkenin sahibi sayan bu çevreler din açısından da cumhuriyet ilkeleri açısından da en tehlikeli çıkar gurubunu teşkil ederler. Onlar için öncelik din, insanlık ve ülke çıkarları değil sadece kendi çıkarlarıdır.
**** Günah işlemede ısrar eden dindarlar: Halkın önemli bir bölümünden oluşan bu kesim, genelde orta halli bir yaşam düzeyindedir. Dini açıdan özel günlerde dindar geçinen bu gurup içki, kumar, zina, faiz ve bu gibi dinin yasaklarını sürekli ihlal ederler. Laikliği benimseyen bu kişiler, dinin yasakladığı bu davranışları yaparken başkalarını rahatsız ediyorum diye herhangi bir kaygı ve endişe de duymazlar. Bunlar, kendilerini laik sayarak din dışına çıktıklarının farkında bile değillerdir. Okumazlar. Dini bilgilerini geliştirmezler. Özgürüm diyerek başkalarının öğüt ve tavsiyelerini dinlemezler. Kişisel çıkarlarını, Ülke çıkarlarının önünde tutarlar. Ülkenin okumuş, yarı okumuş kişilerinden oluşan bu gurup aslında Ülkenin en cahil kesimidir. Çünkü kendi bildiklerini dayatırlar. Laf anlamazlar.
****Mensup olduğu dinin kurallarını ve kendi sorumluluklarını yeterince bilmeyenler: Bunlar halkın büyük çoğunluğunu teşkil ederler. Genelde okuma düzeyi yetersiz olan bu kesimin gelir düzeyi de kültür düzeyi de çok düşüktür. Geçim sıkıntısından kurtulmaktan ve gönüllerince yaşamaktan başka emelleri yoktur. Genelde dindar gözüken bu kesim çıkarları doğrultusunda yalan söylemek gibi, başkalarının hakkını yemek gibi dini hassasiyetlerden kolayca vazgeçebilirler. Laiklerin yanında laiklerle beraber görünen bu kesim her türlü din istismarına da açıktırlar. İbadet konusunda ve tesettür konusunda hassasiyetleri yoktur. Dinin iki düşmanı olan cehalet ve yoksulluk bu kesimin kolayca dinden uzaklaşmasına ve dini hor gören laiklerin yanında yer almasını sağlar.
3.3.2.2 Kimler laik yönetimi istemez?
*Gerçek dindarlar: Mümin olarak değerlendireceğimiz bu kesim inandıkları dinin bütün ahkamıyla yaşamak isterler. Günah işlemekten kaçınırlar. İnsanlara dostça yaklaşırlar. Adil ve yardım severdirler. Peygamber ahlakı ile yaşamak isterler. Dindaşlarını kardeş bilirler. Diğer insanlara ‘’Yaratılanı severim, Yaradan’dan ötürü.’’ İlkesine göre yaklaşırlar.
**Din istismarcıları: Bunlar mümin toplumun içinde münafık davranışlarda bulunanlardır. Dünya hırsı ve iktidarı için dinin bütün değerlerini çiğnemekten çekinmezler. Din duygularını saptırarak toplumu aldatırlar. Her dönemde ve her yerde yaşayan bu insanlar dünyaya huzursuzluktan başka bir şey getiremezler. En tehlikeli kişiler işte bunlardır.
***Çıkar çevreleri ve siyasetçiler: Hangi sistemle yönetilirse yönetilsin, DİN tarih boyunca bu çevrelerce kendi çıkarları için daima kullanıldı. Çeşitli yayın organları ve örgütleri vasıtayıyla gerçekleri gizleyen, yalanları ve hayalleri gerçek yerine koyarak kendilerine taraftar bulan bu çevreler toplum vicdanı ve dini değerler ile oynamaktan çekinmezler. Toplumun kendilerine bağlı kalması için toplumu cahil ve yoksul bırakırlar. Dini duyguları sürekli istismar ederler.
**** Ruhban sınıf konumuna gelen mutaassıp sınıf: Bu sınıf siyasetçilerle kol koladırlar. Dini bütün özü ile yaşamayı amaçladığını iddia eden bu toplum, Kuranın’’ Mümin müminin kardeşidir.’’ hükmüne karşı gelerek kendisi gibi davranmayan Müslümanlarla mücadele eder, onlardan hesap sorma cüretini gösterirler. Biz peygamberin yolundayız diyerek Müslümana cihad dahi açarlar.
Oysa peygamber Müslümanlara sürekli olarak "Kardeş olunuz, sabırlı olunuz, birlik ve beraberliğinizi koruyunuz" tavsiyesinde bulunmuş, 628 yılında kendisini peygamber olarak kabul etmeyen Mekkeli müşriklerle yani düşmanları ile Hudeybiye barışını yapmış, 630 yılında Mekke’nin Müslümanlar tarafından fethinden sonra Uhud savaşında amcası Hazreti Hamza’yı (ra) öldürten ve onun ciğerlerini yiyen Hindi bile affetmişti.
Bu kişiler hiç Kuran’dan peygamberden ders almazlar mı? Başkalarından hesap sorma yetkisini kimden ve nereden alırlar? Tanrının yarattığı en mükemmel varlık olan insana yardım edeceklerine onları ayrıştırmak, ötekileştirmek saygısızlığını hangi hakla kendilerinde görürler? Bu davranışları ile bunların Haçlılardan ne farkları var?
**** Cahil ve yoksul toplum: Bu toplum dini inançlarına bağlı görünseler de dini başkalarından öğrendikleri için gerçek değil taklidi imana sahiptirler. Okumazlar. Düşünmezler. Kuranı özünden öğrenerek gerçek mümin olma konusunda çaba göstermezler. Din adamlarının sözleri ile hareket ederler. Cahil oldukları için sorgulama yetenekleri yoktur. Yoksul oldukları için çıkar çevreleri tarafından basit menfaat karşılığında kolayca aldatılabilirler. Manevi değerlerinden kolayca vaz geçebilirler. Kırsal kesim toplumu ve genellikle cami cemaatinden oluşan bu çevre demokratik seçimlerde Emaneti ehline veriniz hükmüne uymadan oy kullanırlar. Bilenle bilemeyen bir olmaz Kuran hükmüne göre hareket etmezler. Çalıyor ama Müslüman diyerek layık olmayan kişileri iş başına getirirler. İslami ahlak anlayışı bu kadar sığ olan bu toplumun büyük çoğunluğunu, İslam’ın değer vermeye çalıştığı ancak asırların yanlış uygulamaları ile olması gerek hak ve hürriyetine kavuşamayan ve eğitimi yetersiz, kendisini mütedeyyin sayan kadınlar teşkil etmektedir.
Gerçek dinin zayıfladığı, gerçek din hükümlerinin kaybolduğu bir ortamda dine karşı veya din dışı düşüncelerin topluma hâkim olması, doğaldır. Gerçek din kurallarının uygulanmaması sonucu siyasi, ekonomi ve kültürel alanda yaşanan çöküntüler, Ülkemizde dini ikinci plana öteleyen laiklik dahil pek çok din dışı düşüncenin yerleşmesine ve benimsenmesine sebep oldu.
İşte,Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında böyle bir durum söz konusuydu. İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Safahat kitabında ısrarla belirtiği gibi o yıllarda dinin özü kaybolmuştu. Dini özüne döndürmek, dini çıkarcı çevrelere karşı korumak gerekiyordu. Ancak devletin bunu yapacak gücü yoktu.
Çünkü ortada Osmanlıdan kalan ve dini temsil ettiğini iddia eden ama çağın şartlarını kavrayamayan yetersiz bir medrese kültürü ve İslam’ı atalete ve tembelliğe sürükleyen Akif’in deyimiyle tefessüh etmiş, çürümüş bir tekke, dergâh ve tarikat gücü vardı. Yunan zulmünü ve işgalini görmezden gelen İstiklal savaşının anlamını kavrayamayan hilafeti ve saltanatı savunan ve her türlü yenileşmeye dini ileri sürerek karşı çıkan bu gücün halk üzerinde etkinliği çok büyüktü.
Gerçek çözüm dini ihya etmekten ve halkın birlik, beraberlik ve bütünlüğünü güçlendirmekten geçmekteydi. Bu ancak yeni bir yapılanmayla, dini gerçekleri topluma egemen kılmakla, İslamiyet’in içindeki yanlışlıkları temizlemekle, Müslüman olduğunu zanneden ancak batıl fikirler içine sürüklenen Müslüman toplumu gerçek bilgilerle aydınlatıp gerçek Müslüman yapmakla sağlanabilirdi. Halkı put haline gelen yanlışlardan kurtarmak gerekiyordu.
Bu değişimi yapmak son derece zordu. Sabır isterdi, Eğitim isterdi. Zaman, isterdi. Emek isterdi. Ve en önemlisi Osmanlının devamını isteyen, dini yanlış boyutlara taşıyan, halk üzerinde büyük nüfuza sahip, kendisini dinin sahibi ve temsilcisi olarak gösteren ve yeniliklere karşı olan bu gücü yenmek gerekiyordu. Bu görev Peygamberlerin görevlerinden daha zordu. Peygamber putları kırmış ve İslam’ı egemen kılmıştı. Eskiyi temizlemiş, yeni bir sistem kurmuştu. Osmanlıda ise bozulmuş bir enkaz vardı. Bu enkaz nasıl temizlenecekti?
Daha önce ‘’Din ve devlet ilişkileri, ihtiyaçlardan doğar. Dinin özünün kaybolduğu, kavranamadığı ve yaşanmadığı dönemlerde dini korumak, onun istismarını önlemek ve dini korumak ihtiyacı laikliği zaruri kılar.’’ ifadesine yer verilmişti. Cumhuriyet yönetimi dini özüne kavuşturmak, toplumu çağdaş medeniyet seviyesine yükseltmek için harekete geçti ve köklü değişimler yapacak bazı kararlar aldı veya almaya çalıştı.
Bu kararları halk ne ölçüde benimsedi?
Bu soruyu cevaplayabilmek için şimdi önce Cumhuriyet’e geliş sürecini sonra Cumhuriyet kurulduğu yıllardaki siyasi, ekonomik ve kültürel durumu ve yapılanları anlamaya çalışalım.
4. Laikliğe geçiş süreci: Din ve devlet ilişkileri, ihtiyaçlardan doğar. Osmanlı İmparatorluğunun tarihi boyunca din ve devlet işleri şu aşamalardan geçmiştir.
4.1 Osmanlı İmparatorluğu dönemi
4.1.1 Dine bağlı devlet yönetimi (1299-1839): Tarihçi Yılmaz ÖZTUNA, lise III Tarih ders kitabında Osmanlı Devletini şöyle tanımlar. "Osmanlı Devleti, sanıldığı gibi bir şeriat devleti değildir. Eski Türk hukukundan gelen ve hakâni- sultani denilen sistem, devletin yüksek menfaatlerini kollayan bir sistemdi. Bu düzene göre yasama yetkisi padişaha aitti ve padişah adına yapılırdı. Medeni hukukta geniş ölçüde Şeriat ve Hanefi hukuk sistemi uygulanmaktaydı. Fakat ceza hukuku ve diğer sahalarda kesin olarak sultani hukuk hakimdi. Devletin başından sonuna kadar durumu böyle idi.
Hanefi mezhebindeki istihsan müessesesi (içtihad yapma sistemi), devletin kanun koyma yetkisine dini bakımdan hayli kolaylık ve serbestlik getiriyordu. Padişahlar tarafından çıkarılan kanunnamelerin şeriat hükümlerine açıkça çelişmemesine dikkat edilmekteydi. Bu konuda Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislam ve hukukçu Ebussuud Efendiye hazırlattığı yasalar, milli ve dini hukukun uyumu bakımından önemlidir ve örnektir.
Padişah, halkına örnek olmak için adalete bizzat riayet ederdi. Devletin yüksek menfaati neyse o kanun ve hüküm getirilir ve uygulanırdı. Körü körüne kanunculuk diye bir şey yoktu."
Devlet genişleyince ve halkının çoğunluğunu gayri Müslimler teşkil edince iki önemli değişiklik oldu.
1-Padişahlar örfi- sultani hukukla dokunulmazlık ve sorgulanamazlık gibi dini kurallara aykırı yetkiler kazandılar. Bu durum siyasi yönden dini hukuku zayıflattı.
2-Müsüman olmayan halk kendi dinlerinde serbest bırakıldılar. Bu durum vicdan hürriyeti açısından bir nevi laik uygulamaydı. Yâni Osmanlı İmparatorluğu Müslümanlar için din devleti, gayri Müslimler için laik devlet konumundaydı.
Osmanlı Devleti, adaletin sağlandığı, ekonominin toprağa bağlandığı, ticaretin geliştiği ve liyakat sahibi kişiler tarafından iyi yönetildiği yıllarda siyasi yönden büyüdü. Birkaç asır dünyayı yönetir hale geldi.
Teknolojinin gerisinde kalınınca, toprak düzeni bozulunca, adalet kaybolunca ve ehil olmayan yöneticiler iş başına gelince yenilgiler başladı. Toprak kayıpları arttı, ekonomi bozuldu.
Müslüman olmayan halklar Fransız ihtilalinden etkilenerek özgürlük mücadelesine başladılar. Osmanlı yöneticileri bu gerilemeyi önlemek için bazı yeni tedbirler almak zorunda kaldılar.
Sürekli hale gelen ve büyük toprak kayıplarına neden olan askeri yenilgileri önlemek için askeri alanda Topçu okulu, Kara ve Deniz mühendislik okulları gibi yeni eğitim kurumları açıldı. Sultan I. Abdülhamit ile başlayan bu hareketler, II. Selim ve II. Mahmut döneminde sürdürüldü. Sultan II. Mahmut döneminde imparatorluğun laik mahkeme düzenini geliştirmek üzere Nezaret-i Deavi kurulu kuruldu.
4.1.2 Yarı dini devlet ve laikliğe geçiş yönetimi (1839-1920): Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat fermanları ile hem gayri Müslimlerin hukuki, mali ve askeri konularda haklarını genişletti. Hem de kurulan Nizamiye mahkemeleriyle dini hukukun alanını daralttı.
Dış ülkelerin baskıları ile alınan ve Osmanlıda müslim, gayrı müslim halk arasındaki eşitsizliği kaldıran bu kararlar, Müslüman halk tarafından benimsenmedi.
Alınan kararlarla din dışı adli teşkilatın yanında din dışı eğitim kurumları da faaliyete geçti. Böylece o güne kadar sadece din eğitimi veren medreselerin yanında pozitif bilimlerin eğitimi ve yabancı dil öğreniminin önü açıldı.
Tanzimat’tan önce sadece ilkokullara gidebilen Müslüman kız öğrenciler, Tanzimat’tan sonra daha ileri düzeyde eğitim yapabilme hakkına kavuştular.
Nezaret-i Deavi kurulu 1870 yılında Nezaret-i Adliyeye dönüştürüldü. Yeni laik adalet düzen geliştirildikçe bu bakanlığın örgütlenmesi de değişti. Asrın sonunda Adliye bakanlığında Encümen-i Adliye ve sulh- ceza- idari bölümlerden oluşan Mahkeme i Temyiz vardı. Ayrıca yabancılarla olan hukuki sorunları çözmek için İstanbul’da Der saadet Bidayet Mahkemesi ve Mahkeme-i Ticaret bulunmaktaydı. Adliye nezareti bu mahkemelerde görev yapacak laik hukukçuları eğitmek ve yetiştirmekle sorumluydu.
1876 yılında ilan edilen I. Meşrutiyet ile Ülke sözde yeni bir rejime kavuştu. I.Meşrutiyet anayasası ile padişaha tanınan yetkiler meşrutiyeti daha doğuşunda ölüme mahkûm etmişti. Din istismarı ise had safhaya çıkmıştı
Şöyleki; 1876 yılında ilan edilen I. Meşrutiyet anayasasının 5. Maddesinde padişaha dokunulmazlık ötesinde kutsallık payesi verilmekteydi. Dünya, Avrupalılar tarafından sömürge haline getirilirken, Osmanlı Devleti giderek sömürgeleşirken, monarşiler yıkılırken meşrutiyet getiriyoruz diyerek padişaha kutsallık payesinin verilmesi İslam dinine karşı yapılan büyük bir isyandı. Çünkü kutsallığı belirleme yetkisi sadece Tanrı’ya aitti. İnsanların insana kutsallık payesi vermesi Tanrının haklarına açık bir müdahale değil miydi?
Bu anayasayı hazırlayan Mithat Paşa böyle bir yanlışı nasıl yapabildi?
Kendisini İslam’ın halifesi sayan padişah kendisine sunulan böyle bir unvanı nasıl kabul edebildi?
Bu insanlar ne biçim Müslümandılar?
Bu durum Osmanlının son döneminde İslamiyet’in siyasi olarak ne ölçüde istismar edildiğinin açık ifadesi idi.
Bu durum 1908 II. Meşrutiyetinde de devam etti. Padişahın dinen kutsal sayılması ve sorgulanamaz oluşu O’nu destekleyen din müesseselerinin, medreselerin, tarikatların, tekkelerin daha güçlenmelerini sağladı. Dinci ve padişahçı gurubun tahrikleri ile çıkarılan ve tarihte 31 Mart vakası olarak anılan, sonuçta Sultan II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesine sebep olan isyan, bu çevrelerin gücünü anlamak açısından önemlidir.
33 yıl ülkeyi yöneten ve Osmanlının sömürge haline gelmesine sebep olan II.Abdülhamit tahttan indirilen son Osmanlı padişahıdır. Bu duruma düşen padişahın yaptıkları nedeniyle sorgulanması gerekmiyor muydu?
1876 anayasasında padişaha verilen kutsallık ve dokunulmazlık maddesinden dolayı padişah sorgulanamadı. Hakaret anlamında Selanik’e sürüldü. Orada Yahudi Alatinin malikanesinde hapis hayatına benzer bir ikamete tabi tutuldu.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında; 1876 ve1908 Meşrutiyetleri ile bir taraftan yenileşmeye yönelik kararlar alınırken yenilikçilerin karşısında bu kararları benimsemeyen ve yenileşmeye karşı olan çevrelerin güç kazandığı muhafazakâr bir sosyal yapı oluştu. Ülke bir kargaşa dönemine sürüklendi. Yine de bu rejim değişikliği hareketler Ülkenin siyasi, hukuki ve eğitim yapısındaki dönüşümünü hızlandırdı.
Görüldüğü üzere laikliğe geçiş süreci, Cumhuriyetle değil daha önceleri Osmanlı Devleti’nin son asrında başlamıştı.
1897 yılında Osmanlı ülkesinde medrese eğitiminin yanında 1637 ilkokul (8025 öğretmen 317 089 öğrenci) 687 orta okul (2274 öğretmen 23 192 öğrenci),70 lise (584 öğretmen 19 720 öğrenci),1 üniversite ve yüksek okul düzeyinde 15 eğitim kuruluşu vardı. Ayrıca çok sayıda yabancı dille eğitim yapan misyoner okulu bulunmaktaydı.
Tanzimat’la gerçekleştirilmek istenen bu değişimin emeli ülkeyi ekonomik ve siyasi yönden güçlendirmekti. Bu değişimin gerçek hedefi din değildi. Asıl hedef dini istismar eden çevrelerin gelişmeye yönelik tutumlarını önlemek idi. Ancak bu çevreler yenileşme hareketlerine rağmen güçlerini korumayı başardılar.
4.2 Türkiye Cumhuriyeti dönemi (1920-2022):
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros anlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya savaşını yenik kapattı. Ülke kısa bir süre sonra savaşın galip devletleri tarafından işgal edildi. Osmanlının çaresizliğini gören Türk Milleti 23 Nisan 1920 tarihinde kurulan TBMM ile Ülkenin kaderini eline aldı.
4.2.1 1920- 1924 arasında yaşananlar:
23 Nisan 1920 de Ankara’da toplanan TBMM çalışmalarına 115 üye ile başlayabildi. 28 0cak 1920 tarihinde Misak-ı Milli’nin kabul edilmesi sonucu kapatılan İstanbul’daki Meclis-i Mebusan üyelerinin zaman içinde katılımı ile TBMM de 380 üyeye ulaşıldı. Mecliste muhalif gurup yanında İttihatçılar ve birkaç komünist parti bulunmaktaydı. Meclis başkanı Mustafa Kemal, aynı zamanda TBMM Hükümetinin de başkanıydı.
Meclis, 12 Mart1921 tarihinde ilk anayasasını kabul etti. Anayasada devletin dini İslam olarak yazılıydı ve Misak-ı Milli de belirlenen ilkelere sahip çıkılmaktaydı. Aynı tarihte kabul olunan İstiklal Marşı da din ve millet birliğini ifade etmekteydi.
TBMM, Kurtuluş savaşını yönetti. İçteki isyanları ve padişah yanlısı hareketleri önledi. 30 Ağustos 1922 tarihindeki zaferden sonra Ülke süratle düşman işgalinden kurtarıldı. 11 Ekim 1922 Mudanya anlaşması ile Kurtuluş savaşı zaferle sonuçlandırıldı.
O tarihe kadar TBMM de muhalif gurubun zaman zaman yaptığı çıkışlara rağmen Meclis içi dayanışma bozulmamış ve zafere ulaşılmıştı. Sıra saltanatın kaldırılmasına gelince TBMM’deki dayanışma bozuldu. Ayrılıklar ortaya çıktı.
Saltanatın kaldırılması: Bu konu karma komisyonda görüşülmeye başlandı. Padişah yanlısı kişiler uzun tartışmalardan sonra bir karar alamadılar. Onlar kurtuluş savaşının padişahı ve saltanatı kurtarmak için yapıldığı düşüncesini taşımaktaydılar. Oysa Osmanlı dönemi fiilen bitmiş, TBMM ile halkın kendini yönetme dönemi başlamıştı.
Toplantıdan karar çıkmayınca Mustafa Kemal toplantıya katıldı ve şunları söyledi.
"Hakimiyet ve saltanat hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakere ile münakaşa ile verilmez. Kudretle ve zorla alınır. Nitekim Türk Milleti hakimiyet ve saltanatı isyan ederek bil fiil ele almıştır. Bu bir emri vâkidir.
Mesele, bu hakikati ifade etmekten ibarettir. Burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi böyle görürse fikrimce çok iyi olur. Aksi takdirde hakikat gene usulü dairesinde ifade olunur. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Bu konuşmadan sonra karma komisyon saltanatın kaldırılmasına karar verdi. Konu TBMM de oylandı ve kabul edildi Böylece 1299 yılında kurulan Osmanlı Devleti’nin sadece siyasi varlığına 1 Kasım 1922 tarihinde son verildi.
Ancak Osmanlının etkisi uzun yıllar devam edecekti. Bu konu üzerinde biraz duralım.
TBMM de bir kısım milletvekilleri Kurtuluş mücadelesinde Osmanlı yönetiminin İngilizlerle birleşerek vatanı düşman işgalinden kurtarmaya çalışan Kuvay-ı Milliye mensupları ile savaştıklarını gördükleri, bu olayları fiilen yaşadıkları halde hangi makul gerekçe ile hâlâ Osmanlı taraftarlığını sürdürmekteydiler?
TBMM Hükümetinin ilk başbakanı Rauf Bey padişah taraftarıydı. Önemli komutanlar Cumhuriyete sıcak bakmıyorlardı. Muhalif gurup padişah yanlısı idi.
Peki bunlar Sakarya Savaşından önce TBMM’nin bütün yetkilerini Mustafa Kemale vermemişler miydi?
Savaş sonrası aynı meclis Mustafa Kemal’e Gazi unvanını layık görmemiş miydi?
İslam’da sizden olan ulül emre itaat emrediliyordu. Dini hükümlere göre hangisi itaat edilmeye daha layıktı. Mustafa Kemal mi? İngilizlerle iş birliği yapan padişah mı?
Yoksa Müslümanlığı kimseye bırakmayan, kendilerini dindar sayan bu kişiler Kuran-ı Kerim’in Mümtehine suresi 9. ayetinde belirtilen "Allah(cc) sizi ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselere dost olmaktan meneder. Kim onlarla dost olursa işte zalimler onlardır." hükmünün farkında değiller miydi? İşte Kuran. İşte gerçekler.
Müslüman Türk Milletini yurtlarında esir etmeye çalışanların kimler olduğu belliydi. Bu ayette Tanrı, Müslümanların bunlarla dost olmasını yasaklamıyor muydu? Bugün dahi bu insanları müdafaa edenler bu ayetin son cümlesindeki zalim hükmünün muhatabı olduklarının ne kadar farkındalar? Ne zaman fark edecekler?
Şu hususa dikkatinizi çekmek isterim. 1 Kasım 1922 tarihinde Hilafet kaldırılmadı. Sadece saltanata son verildi. Ülkeye Cumhuriyeti yani özgürlüğü getirmeyi amaçlayan yeni yönetimin din ile bir sorunu yoktu. Dini siyasi amaçları için kullanan din istismarcılarıyla sorunu vardı. Din, özü ile yaşanabilmesi için bu istismarcılardan kurtarılmalıydı.
Son Osmanlı padişahı VI. Mehmet Vahdettin yurt dışına kaçtı. Padişah şehzade iken Mustafa Kemal ile üç aylık bir Avrupa seyahatinde bulunmamış mıydı?
Mustafa Kemal’i yeterince tanımıyor muydu?
O’nu iddia olunduğu gibi vatanı düşmanlardan kurtarsın (!) diye Anadolu’ya göndermemiş miydi?
Öyle idiyse ülkesinde kalarak yeni yönetime yardımcı olmak yerine neden kaçmayı tercih etti?
O’nu müdafaa edenler, saltanat kaldırıldıktan sonra O’nun bir İngiliz gemisine binerek yurttan niçin kaçtığını ve onlara neden sığındığını izah etmek zorundadırlar. Anadolu da yenilgi değil zafer vardı. Milletine değer veren padişahın ülkesinde kalması ve milletinin takdirine boyun eğmesi gerekmez miydi? Öyle olması gerekirdi.
Saltanatı döneminde Anadolu’nun işgaline yol açan Sevr Anlaşmasına hiçbir zaman karşı çıkmayan ve hatta bu anlaşmanın imzalanmasını onaylayan, kendisini kutsal sayan bir padişahtan böyle bir davranış zaten beklenemezdi. O’da kendisine yakışanı yaptı ve ülkeden kaçtı.
Oysa yıllar sonra II. Dünya savaşında uğradığı ağır yenilgiye rağmen Japonlarca kutsal sayılan imparator Hiro-Huto ülkesinden kaçmayacaktı. İşte iki kutsal hükümdar ve iki kişilik farkı.
Geçiniz beyler. geçiniz. Kendinizi ve toplumu aldatmayınız. Bir kere olsun "Emrolunduğun gibi dost doğru ol’’ Kuran hükmüne kulak veriniz. Olayları çarpıtmayınız. Çünkü tarihi gerçekler, yalanlarla, çarpıtmalarla değiştirilemez.
Lozan anlaşması: İsviçre’nin Lozan kentinde TBMM Heyeti ile Osmanlıyla hesabı olan devletlerin katıldığı görüşmeler 20 Kasım1922 de başladı. Önce toprak ve azınlıklar meseleleri görüşüldü. Osmanlı Meclisinde Ermeni Milletvekilliği yapan Noradunghian Efendi, Ermeniler için toprak istedi. İngiliz delegesi Lord Curzon Ermeni isteklerini destekledi. Türk tarafı yapılan ısrarlı talepleri reddetti. Musul meselesi, 12 adanın statüsü ve Boğazlar meselesi, Lord Curzon’un uzlaşmaz tutumu yüzünden çözülemedi. Konferans 4 Şubat 1923 de karar alınamadan dağıldı.
Başta Fransa ve İtalya olmak üzere bağlaşık devletlerin girişimi sonucu ikinci toplantı 23 Nisan 1923 de başladı. Bu kere daha çok mali konular görüşüldüğünden bu toplantılarda Fransa öne çıktı. Sonuçta adli ve mali bütün kapitülasyonların kaldırılması kabul edildi. Anlaşma metni 24 Temmuz 1923 de imzalandı. Böylece TBMM Hükümeti resmen tanınmış oldu.
Cumhuriyete giden bu anlaşma Türk milleti için dönüm noktasıydı. Yüzyıllardır devam eden gerilemenin durdurulduğu noktaydı Lozan.
Lozan'ın en büyük hediyesi 29 Ekim 1923 de kurulan Türkiye Cumhuriyetidir. Lozan Anlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’ne Uluslararası camiada hem saygı hem de mali ve hukuki yönlerden özgürlük kazandırdı.
Lozan Anlaşmasının değerini anlamayanların, Lozan anlaşmasının Türk siyasi tarihindeki önemini kavramayanların Lozan zafer mi? Hezimet mi? diyenler ya çıkarcı ve sömürü zihniyeti ile işbirlikçidirler. Ya da anlayış kıtlığı, izan eksikliği içindedirler. Hatırlamakta yarar var. Ziya Paşa ne demiş. "Kişi, kendini bilmek kadar irfan olamaz."
Esasen bu iddialara karşı cevabı Türk Milleti, Cumhuriyetine sahip çıkmakla her vesileyle veriyor.
Milletinin takdirine güvenmeyip canını İngilizlere teslim eden son Osmanlı padişahını aklamaya çalışan ve Sevr Anlaşmasını müdafaa ederek bu millete esareti layık gören bu zihniyete sahip olan kişilerin iddiaları karşısında her zaman dik durmanın gereğine inanıyorum.
Lozan anlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti siyasi bağımsızlığa kavuşmuştu ama bunun kalıcı olması için Ülkenin ekonomi ve kültürel alanlarda da özgür olması gerekiyordu. Temel hedefi ekonomik ve kültürel bağımsızlığı sağlamak olan asıl savaş şimdi başlıyordu Çağdaş eğitimle yetiştirilecek yeni nesillerle hem kültürel varlığımız korunacak hem geleceğimiz güvence altına alınacak hem de ekonomi alanında güçlü adımlar atılarak Ülke her türlü sömürgecilikten tamamen kurtarılacaktı. Ülke bu savaşı kazanabilecek miydi?
Gelecek bölüm: Cumhuriyetin ilanı: 29 Ekim 1923