*429 no’lu kanun: Şeriye ve Evkaf Vekaleti ile Erkanı Harbiye Umumiye vekaletlerinin kaldırılması:
3 Mart 1924 tarihinde Siirt millet vekili Halil Hulki Efendi ve 50 arkadaşının teklifi ile TBMM de görüşülerek kabul olunan bu kanun, hukuk sistemini değiştiren ilk önemli adım olması açısından önemlidir. Din hizmetleri ile Şer’i mahkemeleri ve vakıf hizmetlerini yürüten Şeriye ve Evkaf vekaleti kaldırılınca din hizmetlerini yürütmek için aynı kanunla Diyanet İşleri Başkanlığı, Evkaf işlerini yürütmek için Vakıflar Genel Müdürlüğü kuruldu.
Şeri Mahkemeler görevlerini diğer mahkemelere devrettiler. Mecelle hukuku, Türk Medeni Kanunu’nun kabulüne kadar (1926), yürürlükte kaldı.
Aynı kanun ile Erkan ı Harbiye Umumiye Vekaleti de kaldırıldı, Yerine müstakil Erkan ı Umumiye Reisliği (Genel Kurmay Başkanlığı) kuruldu Böylece ordu siyasetten uzaklaştırılmış oldu.
**Osmanlı İmparatorluğu döneminde adalet sistemi nasıl yürütülüyordu? Şimdi onu inceleyelim
Osmanlı Devleti’nin yükselmesinde en önemli husus onun teşkilatçı bir yapıya sahip olmasıydı. Teşkilatlanma hem merkez hem de taşra için geçerliydi. Padişah, devlet adamları, Enderun, maliye ve ordu, idari ve askeri yapıyı teşkil ederler, Ulema sınıfı ve kalemiye, eğitim ve adaleti yönetirlerdi. Ahilik örgütü esnaf ve sanatkarları yönetir, Subaşılık ve inzibatiye toplumun güvenliğini sağlardı.
Devletin ayakta kalması bunların biri birleri ile dengeli olarak çalışmasına bağlıydı. Ancak en önemli şart adalet sisteminin sağlıklı işlemesiydi.
Osmanlı Devleti, sanıldığı gibi bir şeriat devleti değildi. Eski Türk hukukundan gelen ve Hakâni ve Sultani denilen sistem devletin yüksek menfaatlerini koruyan bir sistemdi. Bu düzene göre yasama yetkisi padişaha aitti.
Medeni hukukta geniş ölçüde şeriat ve Hanefi mezhebi hukuku uygulanırdı. Ceza hukuku ve diğer sahalarda kesin olarak Sultani hukuk hakimdi. Devletin başından sonuna kadar bu durum geçerliliğini korudu.
Şer’i hukuk hâkimleri, medreselerden yetişen kadılardı. Bunlar ne kadar iyi yetiştirilir ve ne kadar özgürce çalışabilirlerse adalet o kadar sağlıklı işlerdi. Kadılar tarafından yönetilen mahkemelerde davalar uzatılmaz, karar tek celsede en fazla iki celsede verilirdi. Gerekli hallerde kadı, müftülerden veya diğer ehil kişilerden görüş alabilir ama kararı kendisi verirdi. Mahkemelerde bu günkü gibi savcı ve avukat yoktu.
Kadılar, karar vermede özgürdüler yani bu günkü tabirle hâkim güvencesi vardı. Verdikleri karardan sorumlu tutulmazlardı. Vatandaşın verilen karara itiraz hakkı vardı. İtirazlar divanda Kazaskerler tarafından sonuçlandırılırdı. Davalar o kadar adil sonuçlanırdı ki yüz yıllarca divana birkaç istisna dışında pek itiraz gelmedi. Kadılar bir yerde en fazla 18 ay kalırlardı. Böylece onların halkla yakınlaşması önlenirdi.
Müslüman olmayanlar için kendi dinlerinde ayrı mahkemeler vardı. Müslüman ile Gayri Müslim arasındaki davaya karma mahkemeler bakardı. Ama Müslüman kadıların adaletini gören Gayri Müslimler davalarının Müslüman kadılar tarafından görülmesini tercih ederlerdi.
İngiltere kralı 8. Henry, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlıda uygulanan hukuk sistemini yerinde inceletmiş ve onu kendi ülkesinde uygulatmıştı.
17. asır başlarından itibaren eğitim sistemindeki duraklama ve sonrasındaki gerileme, medrese mezunlarını olumsuz yönde etkiledi. Özellikle kadınların hukuku sıkça çiğnenmeye başlandı. Cariye sisteminin devam etmesi, 3’lü talak (kesin boşanma) sistemiyle boşanmalarda erkek egemenliğinin artması, hülle (sahte evlilik) sisteminin yaygınlaşmasına sebep oldu. Bu durum mahkemelere rüşvetin ve haksızlıkların girmesine yol açtı.
Önceleri kadılar, karar verirken özel müftülerden fetva alırlar eski şeri sicillere bakarlardı. Bu yöntem zamanla kayboldu, hukukta standart kurulamadı, keyfi kararlar arttı. Bunu bir Nasreddin Hoca fıkrası ile yeniden hatırlayalım. Hocaya sormuşlar. “Boğa boynuzladı ineği öldürdü. Cezası nedir?” Hoca “Hayvandır. Bilmez Ceza gerekmez.” “İyi de hoca ölen inek senin ineğin.” denince Hoca “Ha! O zaman iş değişti. Şimdi bakalım kara kaplı kitap ne buyuruyor.”
Özetle; medreselerin yetersiz hale gelmesi, Hilafetin gelişi ile hoşgörülü ve bağışlayıcı Türk- İslam yorumundan uzaklaşılarak daha katı ve sert Arap- İslam yorumuna yöneliş, bunun sonucu İslami hukukta yorum ve anlayışın değişmesi ve tarikatların bu konuda etkili olması sonucu adalet sistemi büyük zaafa uğradı. Adalet sisteminin bozulması, toplumdaki huzursuzlukları artırdı.
Tanzimatın ilanından önce Sultan 2. Mahmut zamanında devletin mevcut yarı laik mahkeme düzenini genişletmek için Nezaret-i Deavi, Meclisi Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye ve Dar-ı Şura-yı Bab-ı Ali isimli danışma meclisleri kurulmuştu.
3 Kasım 1839 tarihinde ilan edilen Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devleti’nin o güne kadar sürdürdüğü hukuk sistemi köklü değişikliklere uğradı. Gülhane Parkında okunan ve Devletin geleceğini kurtarmayı amaçlayan Tazimat Fermanı ile Gayri Müslim tebaanın hakları dış baskılarla güvenceye alındı. Padişahın vaatlerinin yerine getirilmesi için Babıali de oluşturulan ve yukarıda isimleri yazılı kurullara görevler verildi. Ancak bu kurulların görev ve yetki alanları tam belirlenmediği ve ehil insanlar tayin edilemediği için bu kurullar verimli çalışamadılar. Yenileşmeye açık olmayan daha yetkili makamlar, bu kurullara uymadılar ve eski uygulamalarına devam ettiler.
Bu karışıklıkları önlemek için ikinci kez yeni düzenlemelere gidildi. Nezaret-i Deavi kurumu, Nezaret-i Adliyeye dönüştürülerek bakanlık düzeyine çıkarıldı. Bütün hukuk kurumları, Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye adı altında birleştirildi. Bu kurum, Kanun ve Tüzük Dairesi, İdari ve Mali Daire ve Adli Davalar Dairesinden oluşmaktaydı. Şer’i Mahkemelerin dışında, laik hukukla çalışacak Nizamiye mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemeler için eleman yetiştirildi
Bu çalışmalar Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa ve Fuat Paşa denetiminde yürütüldü. Osmanlı Devleti, batı anlamındaki laikleşmeye Tanzimat Fermanının ilan edilmesi ile başladı.
Osmanlı Hukuku, Kuran, Sünnet (Hadis), İcma ve Şeriye sicillerine dayanırdı. Bu günkü gibi yazılı sistematik kanunlar yoktu. Bu durum kararlarda farklılıklara yol açmakta, aynı suça farklı bölgelerde farklı cezalar verilmekteydi. Bunun önüne geçebilmek yâni hukukta standartlaşmak için Tanzimatın ilanından sonra çalışmalara başlandı. Bu konuda Ahmet Cevdet Paşanın hazırladığı Mecelle, hukukun temel kitabı oldu.
Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895): Tanzimat döneminde yapılan hukuki yapılanmanın görünmeyen mimarıdır. Bulgaristan’da yörenin ayan üyesinin oğlu olarak dünyaya gelmiş, dini kültür almış, sadrazam M. Reşit Paşanın himayesinde devletin çeşitli kademelerinde görev üstlenmiş,1856 yılında Galata kadısı, 1865 yılında Halep valisi 1866 yılında Babıali Kalemiye sınıfına atanarak yönetici olmuştu.
1868 yılında Meclis -i Vâlâ Kurumunda Yargı Bölümü başkanlığına daha sonra yeni yasaları çıkarmakla görevli Mecelle Komisyonunun başkanlığına getirildi. Mecellenin son cildinin yayınlandığı 1876 yılına kadar bu görevde kaldı. 1. Meşrutiyetin ilanından sonra çeşitli adli ve eğitim hizmetlerinde bulundu ve Osmanlı Tarihi kitabını tamamladı.
Mecelle: Arapça, çok büyük boy kitap demektir. Fransızca, hukuk ilkeleri derlemesi (codex) anlamındadır.
1868-1876 tarihleri arasında Ahmet Cevdet Paşa başkanlığında 7 kişilik bir heyet tarafından hazırlanmıştır. Batı ve doğu kültürlerine vakıf Ahmet Cevdet Paşa dışında diğer üyeler muhafazakâr İslam ulemasından oluşmaktaydı.
Mecelle, birinci kitabın başında yer alan ifadeye göre fıkıh ilminin dünya işleriyle ilişkin kısımlarıyla ilgiliydi. Diğer uluslar bu konuları Medeni Kanunlarıyla çözmüşlerdi. Osmanlı yönetimi bu konuları geçmişte İslam hukukuna göre belirlemiş ve uygulamıştı. Ancak yeni kurulan temyiz mahkeme hakimleri, geçmişteki bu dağınık bilgilere vakıf değildiler. Bu nedenle yanlış kararlar verilmekteydi.
Bu yanlışlıkları önlemek maksadıyla Hanefi mezhebinin sağlam kaynaklarına dayanan kanun kuvvetinde bir derlemeye gereksinme vardı. Böylece hem şeri mahkemeler için güvenilir bir kaynak oluşturulmuş olacak, hem de nizami (laik) mahkemelerde kullanılmak üzere yeni kanunların çıkarılmasına gerek kalmayacaktı. Mecelle bu ihtiyaçları karşıladı.
Mecellenin giriş bölümündeki 99 hukuk ilkesi hukuk açısından son derece önemlidir. Bunlardan birkaçı;
Borçlu olmamak asıldır. Borç ileri süren ispatlamakla mükelleftir.
Zararı yok etmek fayda sağlamaktan iyidir.
Zaman değişince hükümler de değişir.
Kuşku, kesin bilgiyi gidermez.
İçtihat, içtihatla bozulmaz.
Kanıt herkesi, ikrar ise sadece ikrar edeni bağlar.
Hukuk vehimlerle değil delillerle ilgilenir.
İki kötü şeyden daha az kötü olanı seçilir.
Mecellenin değindiği konular: Büyu (alım-satım), İcar (kira), Kefalet, Havale, Rehin, Emanet, Hibe, Gasp ve itlaf (hukuka aykırı yok etme), Hacir (isteği gibi kullanmayı önleme), İkrah ve şuf’a (ön alım hakkına rıza göstermeme) Enva-ı şirket (ortaklık şekilleri) Vekalet, Sulh ve ibra, İkrar (borcu kabul etme), Dava, Beyyinat ve tahlif (kanıt ve delil), Kaza (yargı).
Görüldüğü gibi Mecellede daha çok borçlar hukuku ve ticaret hukuku konuları ele alınmış, kadın- erkek arasındaki sorunlar ve miras meselelerin çözümü eskiden olduğu gibi Şer’i Hukuka bırakılmıştı. Mecelle, Osmanlının son döneminde hukuk sistemine rahat bir soluk aldırmıştı.
1876 yılında 33 yıl süren 2. Abdülhamit dönemi başladı. Kabul olunan anayasanın 5. maddesinde padişahın kutsal ve dokunulmaz olduğu yazılmıştı. Bu Osmanlıda ilkti. Tarikat pirlerinin mübarek sıfatı ile başlayan saygınlığı ve giderek kutsallığa varan dokunulmazlığına padişah anayasa maddesi ile kavuşmuştu. İslam’ın reddettiği kutsallık mefhumu, toplumda giderek yayılıyor, insanlar Tanrı’dan değil türbelerden, şeyhlerden ve kutsallaştırdığı insanlardan medet umuyorlardı. Bir nevi şirk yayılıyordu.
2.Abdülhamit döneminde Sultanın büyük hataları sonucu kaybedilen Osmanlı- Rus savaşı devletin bel kemiğinin kırılmasına ve felç olmasına sebep oldu. 1881 yılında kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi ile Osmanlı, sömürge devlet konumuna girdi. Yabancıların haklarını korumak için Konsolosluk mahkemeleri ile Karma ticaret mahkemeleri kuruldu. Bu mahkemelerin işleyişine devlet karışamadı.
Nizamiye Mahkemeleri için yeteri kadar hâkim, kâtip ve infaz memuru yetiştirilemedi. Davalar uzadıkça uzadı. Sultan 2. Abdülhamit 1879-1881 yılları arasında yaptığı düzenlemelerle laik hukuka göre çalışan Nizamiye Mahkemelerinin çalışmalarını rahatlattı. Avukatlık kurumu kuruldu. Mahkeme görevlileri ile davacıların hak ve görevleri belirlendi.
Ancak Padişah, kurduğu jurnal teşkilatı ile suç ve ceza mefhumunu altüst etti. Mahkemeler tamamen sarayın baskısına girdi. Jurnallik, memleketin her yerinde tercih edilir bir meslek haline geldi. Bunun sonucu toplumsal dayanışma ortadan kalktı. Herkes birbirinden şüphelenir oldu.
2. Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden sonra iş başına gelen İttihat ve Terakki Partisi döneminde Devlet, 1911 yılından 1918 yılı sonuna kadar süren savaşlarla uğraştı ve 30 Ekim1918 tarihinde imzaladığı Mondros anlaşmasıyla Osmanlı Devleti teslim bayrağını çekti.
İttihat Terakki döneminde 1913 Nisan kararnamesi ile devletin bütün mahkemeler üzerindeki denetimi artırıldı. Son karar mercii olarak Temyiz Mahkemesi yetkili kılındı. Şer’i mahkemelere eleman yetiştirmek için yeni bir medrese kuruldu. 1915 yılında tüm Şeri mahkemeler Adalet Bakanlığına bağlandı ve laik mahkemelere göre yetkileri kısıtlandı. Bu mahkemelerde çalışanlar devlet memuru oldular. Hukukta laikleşme devam ediyordu.
Vakıf malları Maliye Bakanlığı bünyesinde kurulan Vakıf Dairesine bağlandı
Nisan 1916 tarihinde Şeyhülislam bakanlar kurulundan çıkarıldı. Sadece dini danışma görevi üstlenen Şeyhülislam Dar-ül Hikmet-ül İslamiye Dairesine bağlandı. Derviş tekkelerinin çalışmaları, kurulan Meclis-i Meşayih (şeyhler meclisi) tarafından denetim altına alındı
1917 yılında Aile yasası çıkarıldı. Bu yasada şeriatın temel hükümlerinin yanına Gayrı Müslim vatandaşlarının kendi hukuklarından gelen hakları dahil edildi. Kadın hakları artırıldı. Kadınlar yüksek öğrenime alınmaya başladılar
Okulların ve mahkemelerin laikleştirilmesi İttihat ve Terakki döneminde hız kazandı.
Osmanlının son döneminde, 2 Mayıs 1920 tarihinde kurulan, hukuk ve vakıf işlerine bakan vekâletin adı Şeriye ve Evkaf Vekâleti idi. 429 no’lu kanun yürürlüğe girince Şer’i Mahkemeler, görevlerini diğer mahkemelere devrettiler. Mecelle hukuku 1926 yılına kadar yürürlükte kaldı. O yıl kabul edilen Türk Medeni Kanunu’na ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat kanununun 43. Maddesiyle 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlükten kaldırıldı
429 sayılı kanun ile iki önemli müessese kuruldu Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü.
*Diyanet İşleri Başkanlığı:
1839 yılındaki Tanzimat Fermanı ile başlayan laikleşme hareketi Cumhuriyet ile devam etti. Devletin çağın şartlarına göre idare edilmesi düşüncesi laikliği öne çıkarmaktaydı. Ancak Türkiye Cumhuriyet’inin kendine has özellikleri vardı.
*Bu toplumun çok büyük bölümü Müslümandı ve halk İslami kurallara göre yaşamak istiyordu. Yapılacak yeni hukuki düzenlemelerin İslam hukuku ile çelişkiye düşmemesi gerekmekteydi.
*Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının pek çoğu İslam’ın temel kaynağı olan Kuran ve Hadislerden uzaktı. İnsanlar dinlerini bu kaynaklardan doğrudan değil aracıların aktardığı bilgilerle alabiliyordu. Aracıların topluma anlattığı bilgilerin doğruluğu onların bu konudaki ehliyetlerine bağlıydı. Çoğu ehil olmayan aracı kesim nedeniyle din özünden sapmış, hurafelere boğulmuştu. Halk dinini doğru kaynaklardan öğrenmeliydi.
*Ehil olmayan ama toplumun İslami düşüncesine hâkim olan bu çevreler koyu bir taassup içindeydiler. Taassup, dinin en büyük düşmanıydı. Ord. Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL taassubu şöyle tarif ediyor.
’’ Taassup, bir kimsenin kendi inancından ve kendince hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç, görüş ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara düşmanlık beslemesi ve onları boğup susturmaya kalkmasıdır. İşte yalnız din hürriyetinin değil umumiyetle vicdan ve tefekkür (düşünce) hürriyetinin amansız düşmanı budur. Taassup kelimesi ile ifade edilen bu düşmanlık, sabit fikirli olmak gibi kötü bir ruhi hastalıktır. Dini olduğu gibi siyasi ve felsefi de olabilir.’’
*Dinin özünün kaybolduğu, kavranamadığı ve yaşanmadığı dönemlerde dini korumak, geliştirmek ve onun istismarını önlemek toplum adına devletin bir göreviydi
* Dinin kendi sınırları içinde kaldığı sürece gelişmeyi desteklediği tarih boyunca kanıtlanmıştı. Laiklik, insana inancı doğrultusunda yaşaması için gerekli hürriyeti sağlamalı, bunu yaparken itidal ile hareket etmeli yâni dengeli ve adil olmalıydı.
*Laik rejim mabede, mabet siyasete karışmamalıydı. Din adamları devlet yönetimine, Devlet de din ve diyanete karışmamalıydı.
*O yıllarda din, dinle ilgisi olmayan hurafe ve batıl inançlara boğulmuştu. Din gibi çok önemli bir kurum devlet denetimi dışında bırakılmamalı, din konusu bir kamu hizmeti olarak değerlendirilmeliydi.
İşte bu gerekçelerle devletin din yönetimi konusunda attığı en büyük adım gerçekleşti ve Diyanet işleri Başkanlığı kuruldu. Din hizmetlerini yürütmek ve İslami esasları topluma doğru anlatmak için 429 sayılı kanun ile kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, devlete bağlı, bilimsel kişiliğe sahip bir kurumdu.
Dini kurumlardan medreselerin ve Şeri mahkemelerin kapatıldığı ve 1924 anayasasında ‘’Devletin dini İslam’dır.’’ ibaresinin yazılı olduğu bu dönemde tekkeler faaliyetlerini sürdürmekteydiler.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmamış olsaydı dini ortamı tamamen tekkelere ve tarikatlara kalır, tam bir kaos meydana gelirdi. Bu kaosu önlemek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir anayasal kurum olarak ayakta kalması, ancak siyasi iktidarların kontrolüyle hareket eden sıradan bir devlet kurumu değil özel bir kuruluş olması şarttı. Bu şart Diyanet İşleri Başkanının liyakat ve dirayetine doğrudan bağlıydı.
İlk başkan Rıfat Börekçi, (01.04.1924- 05.03.1941) tarihleri arasında başkanlık yaptı. Müderristi. Kurtuluş savaşı yıllarında Ankara Müftüsüydü ve İstanbul Hükümetine karşı fetvalar savaşını yürüttü. İlk mecliste Ankara mebusu olmasına rağmen Müftülüğü tercih etti.
O’nun başkanlığı zamanında Kuran’ın Türkçe meali ve tefsirleri yapıldı. İlk olarak 1924 yılında Cemil Said Bey’in Kur’an-ı Kerim çevirisi yayınlandı. Bu güzel çabayı 1924 yılında Mehmed Vehbi Efendi’nin, 1927 yılında İsmail Hakkı İzmirlinin 1934 yılında Ömer Rıza Doğrulun ve 1935 yılında Elmalılı Muhammed Hamdi Yazırın çevirileri izledi.
Babanzade Ahmet Naim Bey tarafından başlatılan ve onun ölümünden sonra Kâmil Miras tarafından tamamlanan, en büyük muhaddis İmam-ı Buhari’nin (ks) Sahihi Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih tercümesi de 1935 yılında yayınlandı.
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından gerçekleştirilen Kur’an tefsiri ve hadis tercümeleri Gazi Mustafa Kemalin emirleri ile başlatıldı, Özel bütçe ayrılarak yapılan bu çalışmalar O’nun yakın takibi ile sonuçlandırıldı.
İslam’ın temel iki kaynağı olan Kuran- Kerim ve Hadis-i şeriflerin Türkçeye tercüme edilmesi, Cumhuriyet yönetiminin İslam’a yaptığı en büyük hizmetti. Bunu 600 yıllık Osmanlı yönetimi başaramamıştı.
İkinci başkan Ord. Prof. Dr. Mehmet Şerafettin Yaltkaya (14.01.1942- 23.04.1947) yılları arasında görev yaptı. Bu göreve gelmeden önce İlahiyat Fakültelerinde Kelam ve İslam Felsefesi derslerini okuttu. 60’ın üzerinde kitabı vardı.
Üçüncü başkan Ahmet Hamdi Akseki (29.041947- 09.01.1951) tarihleri arasında görev yaptı. Müderristi. 70’in üzerinde bilimsel kitap yayınladı. En önemlisi askerler için hazırladığı Osmanlıca İlmihal ve halk için hazırladığı Türkçe İslam Dini ve Esasları adlı kitaplarıydı.
Her üç başkan da vefatlarına kadar bu görevde kaldılar. Bu dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı Ankara’da ve yurt sathında teşkilatlandı. İllerde kurulan müftülükler eliyle camilerde ibadet ve irşat hizmetleri yürütüldü. Tekkelerin egemenliğine son verildi ve Camiler, İslam dininde olması gereken hâkim konumuna getirildiler.
*Vakıflar Genel Müdürlüğü:
Mazbut, mülhak ve yeni vakıflar ile cemaat ve esnaf vakıflarının yönetimi, faaliyetleri ve denetimine, yurt içi ve yurt dışındaki taşınır ve taşınmaz vakıf kültür varlıklarının tescili, muhafazası, onarımı ve yaşatılmasına, vakıf varlıklarının ekonomik şekilde işletilmesi ve değerlendirilmesinin sağlanmasına ilişkin usul ve esaslarının belirlenmesi yetkisi bu kuruluşa devredildi. Bu Kanunun uygulanmasında milletlerarası mütekabiliyet ilkesi saklı bulunmaktaydı.
Vakıflar Genel Müdürlüğünün üst kuruluşu ve karar organı 15 kişiden oluşanı Vakıflar Meclisiydi. Vakıflar Meclisinin başlıca görevleri Genel Müdürlüğe, mazbut ve mülhak vakıflara ait akar ve hayrat taşınmazların tahsis, satış ve trampasına yönelik tasarruflarla, Genel Müdürlük çalışmaları ile ilgili diğer kararları almaktı.
Bu kuruluş ile ülke içindeki bütün vakıfların yönetimi tek elde toplandı. Tarihi nitelikteki dini yapıların bakım ve onarım hizmetleri gerçekleştirildi. Vakıfların yağma edilmesine son verildi.
*429 sayılı kanun ile Erkân-ı Harbiye Umumiye Vekâleti, kabine dışına çıkarıldı. Genel Kurmay Başkanlığı adı altında, kendi içinde serbest, doğrudan Başbakan’a bağlı bu kuruluşla askerler siyasetten tamamen uzaklaştırılmış oldu.
4.2.1.3 1925 yılı olayları
Bu yıla Cumhuriyet yönetimine karşı yapılan isyan ve direnişler damga vurdu. İlki İngiliz tahriki ve iş birliği ile çıkarılan ve dini kisveye büründürülen Şeyh Said isyanıydı. İkinci olay şapka üzerine Ülkenin birçok yerinde yapılan nümayişler ve direnişlerdi
*Şeyh Said isyanı: 13 Şubat 1925 tarihinde Elazığ’ın Piran köyünden başlayan isyan kısa sürede yayıldı ve Diyarbakır’ı tehdit eder hale geldi. İsyan, alınan önlemler ve yapılan şiddetli çarpışmalar sonucu 31 Mayıs 1925 tarihinde bastırıldı. İsyanın elebaşıları İstiklal Mahkemesinde yargılandı ve 47 kişinin idamına karar verildi.
Bu isyan nedeniyle Cumhuriyet Hükümeti Musul üzerine yeterince ve güçlü bir şekilde eğilemedi. Türkiye, haklı olduğu Musul sorununu ve Musul- Kerkük toprakları üzerindeki haklarını kaybetti. İngilizler, Mustafa Kemal Paşa’ya karşı hep kaybetmişlerdi. Musul sorununda ilk defa kazandılar.
*Şapka olayı ve direnişler: Daha şapka kanunu çıkmamıştı. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemalin 24 Ağustos 1925 tarihinde başladığı Kastamonu gezisinde kılık, kıyafet ve şapka ile ilgili söylemlerde bulundu ve şapka giyindi. Bu hareket bir şekil hareketinden çok yeniliklere karşı direnen taassup zihniyetine karşı atılan en ciddi adımdı. Toplum, Gazinin yurt içi gezilerindeki söylemlerini ilgiyle takip etmekte ve Cumhuriyetin bu kısa sürede getirmekte olduğu faydaları görerek yönetime destek vermekteydi. Ancak toplumda ciddi boyutta taassup ve Gazinin bu söylem ve hareketlerini benimsemeyen kitleler vardı. Şapka kararnamesi 2 Eylül 1925 tarihinde yayınlandı Bu girişimi benimsemeyenler Kasım başında Malatya, 14 Kasımda Sivas, 22 Kasımda Kayseri 24 Kasımda Erzurum 25 Kasımda Rize illerinde nümayişler yaptılar. Daha kanun kabul edilmeden yurt sathına yayılan bu direnişlerin bir tepkiden çok örgütlü olduğu görülmekteydi.
TBMM 25 Kasım 1925 tarihinde Şapka kanunu adıyla anılan kanununu kabul etti. Direnişler 27 Kasım’da Maraş’a ve 4 Aralık’ta Giresun’a sıçradı. Halk bu olaylara katılmadı.
Devlet bu nümayişleri kısa sürede bastırdı. Sorumlular, gezici İstiklal mahkemesince yargılandılar. Mahkemelerce bu hareketleri Devlete karşı örgütlü direnişler olarak kabul edildi ve şiddetle cezalandırıldı. Toplam 27 kişi idam edildi.
İstiklal Mahkemeleri, devleti korumak amacı ile kurulmuştu. Sert ve acımasızdı. İtiraz ve temyiz hakkı yoktu. Cezalar derhal infaz edilirdi. Bu nedenle kurunun yanında yaşın yanması misali pek çok masum insan da cezalandırıldı.
Giresun olaylarının baş kışkırtıcısı Ali Rıza Hoca’nın Babaeski Müftüsü iken işgalci Yunanlılarla iş birliği yaptığı ortaya çıktı ve idama mahkûm edildi. Bir kısım çevrelerce haksız idam edildiği söylenen ve bu olayların bayrağı haline getirilen İskilip Müftüsü Atıf Hoca şapka risalesi için yargılandığı Giresun İstiklal mahkemesinde beraat etmişti. Ancak adı geçen şahıs başka suçlardan bu kere Ankara İstiklal mahkemesince yargılandı. Bu mahkemenin verdiği idam kararının gerekçesi şöyleydi.
’’ 31 Mart ayaklanmasında ve Mahmut Şevket Paşanın öldürülmesi olayında ilgili olduğu için Sinop’a sürgün edilmiş. Millî Mücadelede Batı Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusuna direnilmemesi için başında bulunduğu Teâli-i İslam Cemiyeti adına hazırlattırdığı beyannameleri sonradan inkâr etmesine rağmen Türk köylerine attırdığı, Cumhuriyete kast eden son olaylarda maddeten ve manen ilgili bulunduğu eldeki delillerde de doğrulandığından…… Karar tarihi 3 Şubat 1926.’’
Süleyman Nazif bir makalesinde bu olayla ilgili şunları yazdı ‘’ Hiçbir kazma İslam dinine bu risaleyi (beyanname) yazan bu kalemden daha derin bir mezar kazamaz.’’
Gerek Şeyh Sait isyanı ve gerekse Şapka isyanı ve direnişleri mensuplarının bu olaylara dini kisve büründürerek dini istismar etmeleri ve bu eylemlerde tekke ve zaviyelere mensup kişilerin baş rolde bulunmaları tekke ve zaviyelerin kapatılmasına sebep oldu.
*Tekke ve zaviyelerin kapatılması: Cumhuriyet, toplumu çağın şartlarına göre yeniden yapılandırmaya çalışırken İslam Dinine de sahip çıkmış ve Diyanet İşleri Başkanlığını kurarak toplumun doğru dini bilgilere kavuşması için çalışmalara başlamıştı. Anadolu’nun fethiyle başlayan tasavvuf hareketinin son dönemdeki yuvaları olan tekke ve zaviyelere bir kültür yuvası gözüyle bakılarak onlara dokunulmamıştı.
Ancak tekkeler ve zaviyeler kendi mensuplarının ifade ettiği gibi bu vasıflarını çoktan yitirmişler, Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi ‘’ Din elden gidiyor.’’ zırhına bürünerek çıkarlarını koruyan, yeniliklere karşı ve siyaset yapmaktan çekinmeyen bir konuma sürüklenmişlerdi
30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 sayılı Tekke ve zaviyeler ile Türbelerin kapatılmasına ve Türbedarlar ile bazı unvanların men ve ilgasına ait kanun ile yurt sathındaki bütün tekke ve zaviyeler kapatıldı. Vakıf mallarına el konuldu. Bu kanunla sadece İstanbul’da kapatılan tekke, zaviye ve dergâh sayısı 307 idi.
677 sayılı kanun bütün tarikatlarla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermek, murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bunlara ait hizmetlerde giyilen elbiselerin giyilmesini yasakladı.
Devlet böylece asırlardır din istismarı ile padişahı tahtan indiren ve çıkaran, padişahı katledebilen bir siyasi gücü bertaraf etmişti. Ancak bunların işlevlerini ortadan kaldıramadı. Bu kurumlar yeraltına indiler ve çalışmalarına gizlice devam ettiler. Hatta yurt dışında örgütlendiler.
Devlet, toplumun doğru din bilgilerini ve Arapça Kuran okumayı öğrenme ihtiyacını yeterince karşılayamadı. Okullarda din dersi yoktu. Diyanetin açtığı Kuran kursları yeterli değildi. Diyanet İşleri Başkanlığı yeterince organize olamadı. Özellikle bu ihtiyaç kırsal kesimde hiç karşılanamadı. Kapatılan tekke ve zaviyelere mensup kişiler eleman yetersizliğinden dolayı camilerde, mescitlerde görevler kaptılar. Benim Arapça Kuran öğrenmek için çocukluğumda gittiğim hoca Diyanetin hocasıydı ve muska yazardı.
Mevkisini yitirmiş dervişler ve şeyhler çevrelerine Cumhuriyet yönetimini hep kötülediler. Bütün kötülüğün cehalet ve taassuptan geldiğini söyleyecekleri yerde kendilerini dinin koruyucusu yerine koydular ve insanları hurafelerle, cennet vaatleriyle kendilerine bağlamasını bildiler.
Hazreti Peygamber (sav)kendi kızına ‘’ Kızım. Kendi amellerinle kendini kurtarmaya bak. Kızım olman sana hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü ben bile ne olacağımı bilmiyorum.’’ Diye uyarıyordu.
Bu dervişler ise kendisine inananlara önce, ’’ Sırat köprüsünü nasıl geçeceksiniz?’’ Diye sorduktan sonra cebinden bir kibrit kutusu ve içinden bir kibrit çıkarıp ‘’ İşte bu kibrit sensin. Bunu kutuya, kutuyu cebime koyuyor ve Sırat köprüsünü geçiyorum. Sen de geçmiş oluyorsun. ‘’ diyerek cennet vaat edebiliyorlar ve halkı hâlâ aldatabiliyorlar. Bunların Ortaçağda dağıttıkları endülüjanslar ile cennet vaat eden Hıristiyan papazlarından ne farkları var?
Bu çevreler Tanrının asla affetmeyeceğim dediği suçun yani şirkin içine sürüklendiklerinin ve başkalarını da sürüklediklerinin farkında bile değiller.
Toplum Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde İslami açıdan çok cahildi. Toplum bu cehaletin ve ondan daha tehlikeli olan taassubun elinde mahkûmdu. Aradan geçen zaman içinde yapılan çalışmalarla bu yapı ne kadar değişti? Toplum gerçek İslam’ı ne kadar öğrendi? Tarikatların etkisi ne düzeye geldi?
Geleceği Gazi Mustafa Kemal nasıl görmüş? Okuyalım.
Mustafa Kemal 17 Kasım 1927 de yaptığı bir konuşmasında şöyle diyor.
Efendiler! Biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil bilakis bu tip yapılar din ve devlet düşmanı oldukları, Selçuklu ve Osmanlıyı bu yüzden batırdıkları için kapattık.
Çok değil 100 yıla kalmadan eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz göreceksiniz.
Bazı kişiler, bazı cemaatlerle bir araya gelerek bizlerin din düşmanı olduğumuzu ileri sürecek, sizlerin oyunu alarak başa geçecek, ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirlerine düşeceklerdir.
Ayrıca unutmayınız ki o gün geldiğinde her taraf diğerini dinsizlikle suçlamaktan geri kalmayacaktır.
Yararlanılan kaynaklar: Yılmaz Öztuna. Tarih Dersleri
Prof. Dr. Stanford Shaw. Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye
Turgut Özakman. Cumhuriyet- Türk Mucizesi
Halil Nebiler. Türkiye’de şeriat
Gelecek yazı: 4.2.1.4 1926 yılı olayları