3. İlahi dinin tarifi: Genel manada din, insanın ve insanlığın mutluluğu için Tanrı tarafından konulan ilkeler bütünüdür. Tanrı, kâinatı ve insanı yarattığını, insana dünyada bir süre yaşama hakkı verdiğini, onun dünyada koyduğu kurallara göre yaşamasını istediğini, öldükten sonra insanı tekrar dirilterek dünya hayatında yaşadıkları konusunda imtihan edeceğini, başarılı olanların mutlu olmayanların mutsuz olacağını, insanın bu ikinci yaşantısının sonsuz olacağını peygamberleri vasıtasıyla insana bildirdi. Tanrı insandan;
1. Tanrının varlığına ve birliğine tereddütsüz inanmasını
2- Tanrıya karşı zorunlu olan ibadet görevlerini yerine getirmesini
3- Koyduğu kurallara göre çizdiği sınırlar içinde yaşamasını istedi.
İnanma ve dinin gereklerini yerine getirme, doğuştan itibaren insana verilen bir haktır.
İnsanların Tanrıya olan görevlerinin ilk ikisi, onun varlığına ve birliğine inanması ve ona saygılı davranması yani ona ibadet etmesidir. Dinin üçüncü bölümünü ise insanların kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen kurallar yâni hukuk (diğer tanımıyla ahlak) teşkil eder.
*İnanma diğer adı ile iman etme, akli ve kalbi (vicdani) bir eylemdir. İnsan bu konuda özgür yaratılmıştır. Hangi inanca sahip olursa olsun kişi, düşünce ve vicdan hürriyetine sahip olmalıdır. Çünkü hiç kimse vicdan duygusuna baskı yaparak onu değiştirme gücüne sahip değildir.
**İbadet etme duygusu ve eylemi en tabi insan haklarından biridir. İbadet, Tanrıyı anma ve ona saygı göstermenin bedensel ifadesidir. Nasıl yapılacağı Tanrı tarafından peygamberleri vasıtası ile belirlenmiştir. Bedenen yapıldığı için, ibadet özgürlüğü egemen çevreler tarafından kısıtlanabilir veya kaldırılabilir. İbadet edenler baskılara maruz kalabilir veya ibadet etme eylemi tamamen önlenebilir. Ameller niyetlere göre değerlendirildiğinden bu durumlarda olan kişiler kalben niyet ederek ibadetlerini yapabilirler.
***İnsanlar arasındaki her türlü ilişkiyi belirleyen yaşam kuralları (Diğer bir ifade ile ahlak ve hukuk) Tanrı tarafından belirlenmiştir. Bu kurallar insanlar arasında ancak adalet sağlandığında doğru bir şekilde uygulanabilir.
Tanrı, konumuz olan İslam’ın temel kitabı olan Kuran ı Kerimde;
*Kuran hükümlerinin kıyamete kadar geçerli olacağını ve bu hükümlerin değiştirilemeyeceği, eksiltilemeyeceği, çoğaltılamayacağı konusunda insanoğlunu dikkatle uyarmakta,
*Kuran’ın koruyucusunun kendisi olduğunu bildirmekte ve
*Kuran hükümlerine göre amel etmeyenler hakkında şiddetli cezalar uygulayacağını beyan etmektedir.
Özetle, Kuran hükümleri kesindir ve değiştirilemez.
İnsan yaradılışı itibari ile maddi dünya nimetlerine çok düşkün, hükmetmeye çok eğilimlidir. Yine yaradılışı itibariyle onu Tanrının istemediklerini yapmaya zorlayan varlıkların etkisindedir. Bu nedenlerle gücü eline geçiren bir kısım insanlar, Tanrının istediği adil ve mutlu yaşam kurallarına sürekli isyan halindedirler. Söz konusu egemen çevreler Tanrının koyduğu kuralları bir kenara bırakarak kendi koydukları kanunları doğrultusunda hareket ederler. Hukuk alanında yapılan ve Tanrının ilkelerine aykırı olan bu tür yaklaşımlar insanlık aleminden mutluluğu alıp götürür. Adalet kaybolur. İnsanlar, ezen azınlık ve ezilen çoğunluk olarak ikiye bölünür.
İnsanlığın tarihi, bir nevi bu tür dine aykırı uygulamaların tarihidir.
20. asır başından itibaren dünya yönetimine egemen olan ülkelerde ortaya çıkan laiklik konusu, dinin vicdanlara bırakılmasını ve insanların dini kurallar dışında belirlenecek hukuk kurallarına göre yönetilmesi isteğinden ortaya çıkmıştır. İnsanlar Tanrının yukarıda belirtilen kesin isteklerinden vazgeçerek kendilerine yeni yaşam kuralları arama durumuna nasıl gelmişlerdir?
Bu soruyu cevaplayabilmek için önce dinler tarihini inceleyelim. Sonra laiklik mefhumunu anlamaya çalışalım.
3.1 İlahi dinlerin tarihsel süreci.
İlk insan Hazreti Adem (as) bir peygamberdi ve kendisine Tanrı tarafından 10 sayfalık bilgi verilmişti. Tanrı, oğul Hazreti Şit (as) peygambere 50 sayfa, Hazreti İdris (as) peygambere 30 sayfa ve kendisinden sonra gelen bütün peygamberlerin atası sayılan Hazreti İbrahim (as) peygambere 10 sayfalık hükümler göndererek insanların bu hükümlere göre yaşamalarını istemişti. Bu hükümlere genellikle uymayan insanların bir kısmı cezalandırıldı, bir kısmına ise gönderilen peygamberlerle mutluluk yolu (Doğru yol- Sırat ı müstakim) yeniden gösterildi.
Yahudilik: Kitap gönderilen ilk din Yahudilik (Musevilik) tir. Mısır firavunu II. Ramses zamanında yaşayan Hazreti Musa (as) kendisine taş levhalar üzerine yazılan yazılarla gönderilen, tek tanrı inancını esas alan ve10 emir ile özetlenen Tevrat’ın hükümlerini (beş bölüm) Yahudi toplumuna tebliğ etti ve uygulamaya koydu.
Yahudiler eski Mısır kültüründen gelen çok tanrılı inancı terk edemediler, peygamberlerine karşı geldiler, bir kısmını öldürdüler. Savaşlar nedeniyle Tevrat’ın ilk ve orijinal halini kaybeden Yahudiler, Tevrat’ı ezberinden yeniden yazan Hazreti Uzeyr’e (Azra) Kuranın Bakara suresindeki ifade ile ‘’ Tanrının oğlu’’ diyerek tek tanrı inancından uzaklaştılar. Tevrat’ı, peygamberlere yakıştırdıkları saygısız hikayeler ekleyerek tahrif ettiler. Kitab ı Mukaddes’te yer alan bu günkü Tevrat, indirildiği ilk şeklinden çok farklıdır.
Yahudilikte din adamlarının (haham) etkinliği çok yüksektir. Bunlar bir nevi ruhban sınıfı teşkil ederler. Bu insanların yaptığı yanlışlıklar, dinin özünün kaybolmasına neden olmuş, bu eylemler Kuranı Kerim’de detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Kuran’ın ifadesi ile bir süre alemlere üstün sayılan Yahudi toplumu bu durumu yanlış yorumlayarak kendi toplumlarını üstün ırk olarak kabul etmişlerdir. Diğer peygamberleri kabul etmeyen ve insanları hor gören bir anlayışa sahip olan Yahudi toplumu tarihin her safhasında dünyanın her yerinde toplumların gazabına uğramış ve çok ağır yaptırımlarla cezalandırılmışlardır.
Bugün İsrail’de Tevrat’a bağlı Yahudiler (% 38.5) laikliği benimsemezler. Yahudilerin çoğunluğu (% 41.4) ve Ortodokslar (%20) laik düşünceye sahiptirler. Yahudi din adamlarının tarih boyunca sergiledikleri haksız tutumlardan kurtulmak isteyen Yahudiler, kurdukları İsrail devletini Hıristiyan dünyasındaki eğilimin etkisinde kalarak din devleti değil laik devlet olarak kurdular. Ancak Kudüs’ün başkent ilan edilmesi ve 2018 yılında kabul edilen ırkçılık yasası ile Yahudiler, ulus devlet olma yolunda ve laiklik aleyhinde önemli bir adım attılar.
Tanrı insanlar tarafından ilave olunarak veya eksiltilerek bozulan ve geçerliliğini yitiren Tevrat yerine geçerli olmak üzere Hazreti İsa (as) vasıtasıyla İncil kitabını gönderdi
Hıristiyanlık: Hazreti İsa(as) tarafından insanlığa İncil kitabı ile sunulan Hıristiyanlık dininin ana ilkesi tek tanrı inancıydı. Kendisine arkadaşlık eden Havariler bu inanç doğrultusunda dini kuralları yaymaya çalıştılar.
Hazreti İsa’nın(as) doğumu olağan dışı bir olaydı. Kuran ifadesi ile Hıristiyanlar O’nun ölümünü de kesin olarak bilemediler. Hıristiyanların tek tanrı inancını, havari olmayan Yahudi din adam Paulus’un sürdüğü iddialar yok etti. Hıristiyanlık dünyası Tanrı-Oğul-Ruh üçlemesine inanır oldu. Tek tanrı inancını bırakarak üçlü inanca inanan Hıristiyanlar Kuran’ın Maide suresindeki açık ifadesiyle kâfir oldular.
MS 1-3. asırlarda Roma zulmünden kaçan Hıristiyanlar Anadolu’ya sığındılar. Hıristiyanlık inancı Roma İmparatorluğunu temelden sarstı. Hıristiyanlık Roma ve İstanbul başkentlerinde ayrı ayrı yapılandı.
Roma imparatoru I. Constantinus MS 312 de yayınladığı Milano Fermanı ile Hıristiyanlığı serbest bir din olarak kabul etti. Roma’da Hıristiyanlık dininin ilk başkanı ilk havari Sen Piyer(ra), İstanbul’da ilk Hıristiyan kurucu lider, MS 38 yılına kadar görev üstlenen piskopos Aziz Andreasdır.
325 yılında İznik’te toplanan konsil üçlü inancı ve Luka, Matta, Marcos ve Yuhanna İncillerini kabul etti. Hıristiyanlık dünyası tek tanrı inancını inkâr etmenin ötesinde birbiri ile çelişkili İncillerin hükümleri arasında bocalayıp durdu.
İmparator I. Theodosius ise MS 379 yılında Hıristiyanlığı resmi din olarak ilan etti.
Aynı yıl Roma ve Constantinopolis (İstanbul) kiliselerin eşit olduğu ilan edildi. Kadıköy Konsili, MS 451 yılında bu kararı onayladı. MS 482 yılında iki kilise inanç açısından birbirinden ayrıldı. Roma Katolik İstanbul Ortodoks mezhebinin merkezi oldu.
İlk Ortodoks patriği olan I. Anatolis, imparator I. Leon’a 457 yılında Ayasofya kilisesinde taç giydirdi.
Papa III. Leo, Karolenj kralı Chalamagne’a 800 yılında taç giydirdi. Böylece her iki kurum siyasi güç kazandılar.
Papalık ekümenik olduğundan İstanbul patriğinden kıdem olarak öndeydi. Papa, İstanbul patrikliğinin ekümenik olduğuna dair aldığı kararları hiçbir zaman kabul etmedi. Bu kararları zaman zaman aforoz etti.
Avrupa’da ortaçağ boyunca papalarla krallar arasında yaşanan iktidar çatışması, İmparatorlar güçlü oldukları için Bizans’ta pek yaşanmadı. 1453 yılında İstanbul’un fethi ile Ortodoks İstanbul patrikliği Osmanlı imparatorluğunun memuru oldu.
Hıristiyanlıkta Tanrı ile kul arasında bir ruhban sınıf vardır. Din adamları doğumda vaftiz yaparlar. Günah çıkarırlar. Ölümünde insanı kutsarlar ve bunları tanrı adına yaptıklarını söylerler. Hıristiyan dininde insan inanç konusunda özgür değildir. Din adamına muhtaçtır.
Kilise ile krallar arasındaki yetki çatışmasının kızıştığı Avrupa’da Alman papaz Martin Luther Roma’ya yaptığı gezide kilise mensuplarının halkı cennet vaadi ile aldattığını gördü. Ülkesine dönünce 1546 yılında İncili Latinceden Almancaya çevirdi ve yayınladı. Roma kilisesini itham eden yazılar yayınlayınca aforoz edildi. Ancak kralı tarafından korundu.
Bu olay Katolik kilisesinin hegemonyasında sonun başlangıcı oldu. Avrupa’da yeni mezhepler ortaya çıktı. Din kavgaları hız kesmedi.
Katolik İspanya Hollanda’yı zapt etmek istedi ancak başaramadı ve Hollanda 1609 yılında bağımsızlığını kazandı. Katolik Fransa 1571 Saint Bartelmy yortusunda Protestanlara kıyım uyguladı. Almanya kralı II. Ferdinand kendi ülkesindeki Protestanlara savaş açtı. 30 yıl süren bu savaş sonunda imzalanan 1648 Vestfalya anlaşmasıyla Avrupa biraz soluk aldı.
İngiltere’de kral VIII. Henry 1534 yılında papalık ile ilişkisini kesti ve yeni bir mezhep kurdu. Kral I. Charles 1649 yılında idam edilince İngiltere’de cumhuriyet ilan edildi.
Din adamlarının devlet yönetimine katılması isteği, 1789 Fransız ihtilalinde Cumhuriyet yönetiminin kurulması ile son buldu. Cumhuriyetin temel şartlarından birinin laiklik olduğu kabul edildi. Ancak bu kural 110 yıl sonra 1905 yılında uygulanabildi.
Müslümanlık: İncil’in tahrif olunarak geçerliliğinin kaybolması nedeniyle Tanrı, insanlığa son olarak Hazreti Muhammed (sav) peygamberle Kuran ı Kerim kitabını gönderdi. Kuran hiç değişmeden bugüne kadar geldi ve geçerliliğini korumakta. Kuran ifadesiyle kıyamete kadar koruyacak.
İslamiyet’in ilk yıllarında devlet başkanı aynı zamanda din başkanıydı.
Dört halife döneminden sonra başlayan saltanat yönetimi ile din, devlet başkanının emrine girdi. (Hilafet Üzerine yazıyı okuyunuz). Bütün yetki, hükümdarda toplandı.
Din adamları müftü ve kadı olarak fetvalar verirler ve Şeriat hukukuna bağlı olarak mahkemeleri yönetirlerdi. Hükümdar önemli konularda müftüden (sonraları Şeyhülislam) fetva alırlardı.
İslam dünyasında Kuran’da sizden olan ulül emre kesin itaat istendiğinden tarikat, medrese ve cami cemaati dışında resmi görevli din adamlarının saltanat mücadelesine kalkıştığı görülmedi.
İslam’da Hazreti Ali (kv) ve oğullarına yapılan zulümler Hazreti Ali(kv) ve oğullarına olan sevgiyi ve bağlılığı artırdı, bunun sonucunda İslam Sünni ve Şia olmak üzere iki ayrı mezhebe ayrıldı. Genellikle iktidar Sünnilerin elindeydi. Ancak Şii Büveyhoğuları Abbasi devletinin yönetimine bir süre hâkim oldu, Şii Fatımi devleti (909-1171) yılları arasında Mısır ve civarında hüküm sürdü.
İslam aleminde ilk din kökenli isyan aşırı Şia Karmatilerin isyanıdır (869-1076). Hasan Sabbah’ın kurduğu Şii İsmailiye mezhebi kökenli terör örgütü de (1090-1256) yılları arasında İslam ülkelerine büyük zararlar verdi.
Anadolu Selçuklu döneminde Şia kökenli Baba İshak isyanı (1240) Moğol istilası öncesinde Anadolu’yu karıştırdı.
Osmanlı’nın kuruluş döneminde yaşanan din kökenli isyanlardan en önemlisi Şeyh Bedreddin isyanıydı. (1416-1420) Devlet bu isyanı zorlukla bastırabildi.
Hazreti Muhammed’in (sav) veda hutbesinde söylediği ‘’Müslüman Müslümanın kardeşidir.’’ hükmüne Müslüman devletler uymadılar. Timur, Osmanlıyı perişan etti. Anadolu’yu yakıp yıktıktan sonra çekti gitti.
Osmanlı hükümdarı din uğruna bir başka Müslüman devlet olan Şii Safevi devletini 1514 yılında Çaldıran savaşında yenerek başkent Tebriz’i ele geçirdi. Müslüman Memluk devletini 1517 yılında ortadan kaldırdı. Bu eylemler şeyhülislamlardan fetvalar alınarak yapıldı. Şeyhülislamlar bir Müslümanın bir başka Müslümana kılıç çekmesini neden onayladılar?
Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde müftüler divanda yer almadıklarından padişah buyruğuna tabi değillerdi. Bu durum zamanla değişti. Şeyhülislamlar divana dahil olundu. Atandılar veya azledildiler. Ancak sürekli saygı gördüler. Bu saygının kaybolduğu ilk şeyhülislam Feyzullah Efendi 1700 yılında idam edildi.
17 asırdan itibaren medrese, tarikat, tekke ve cami cemaatinden oluşan din guruplarından gelen baskılar, siyaseti etkiledi. Çıkarılan yeniçeri isyanları sonucunda Sultan II. Osman, Sultan I. İbrahim ve Sultan III. Selim tahtan indirildiler ve öldürüldüler.
Osmanlı İmparatorluğuna hâkim Sünni yönetim, ekonomik sebeplerle Anadolu’da çıkan isyanlarda Alevi inançlı vatandaşlarına hiç acımadı ve binlerce kişiyi katletti.
Son din kökenli isyan Derviş Vahdeti’nin kışkırttığı ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen 1909 yılı isyanıydı.
Müslümanlıkta ruhban sınıf yoktur. Tanrı ile kul baş başadır. Bu temel prensip, Ülkemizde ruhban sınıf diyebileceğimiz bir ara sınıfın oluşması ile bozuldu. Bu bozulma iki yoldan gerçekleşti.
1. sebep tarikatçılığın getirdiği yeni din anlayışıydı.
Tarikat dinde olgunlaşma yöntemidir. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat aşamalarından oluşur. Tarikata cahil bir Müslüman giremez. Kişinin şeriatta olgunlaşması gerekir. Bir ilk okul mezununun doktora yapamaması gibi bir şeydir. Olgunlaşan kişi Tanrıya yakınlaşır. Tarikat İslam’da ideal olduğu kadar sakıncalı bir yoldur. Sakıncası tarikatçılığın yanlış kullanılması halinde insanı küfre sürükleme riskinin olmasındandır.
Osmanlıda başlangıçta son derece dengeli yürütülen tarikat hizmetleri sonradan çığırından çıktı. Tarikatların yanlış kullanılması sonucu, cahil müritler tarafından tarikat şeyhine kutsallık verildi. Cennet vaat edilerek insanları kendisine bağlayan tarikat kültürü avam arasında yayılınca İslam dininde Hıristiyanlık benzeri ruhban sınıf oluştu. Bu olgu dinin bütün kutsal değerlerini yok etti. Müslümanları zehirledi. Bu yapı kendi yaşamı için her türlü yeniliğe ve gelişmeye karşı geldi.
2.sebep halkın Kuran’ın özüne aracısız ulaşamamasıydı.
Osmanlılarda din kültürü medreselerle yürütülürdü. Günümüze ulaşan ilk Türkçe Kur’an meali Karahanlılar zamanında yapılan mealdir. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan tarafından yazdırılan Kur’an meali ise, bu devletin Fatih Sultan Mehmet tarafından 1473 yılında ortadan kaldırılması sonucu kayboldu. Fatih, bu Türkçe Kuran mealini Osmanlıya kazandırabilmiş olsaydı Osmanlının kaderi önemli bir şekilde değişebilirdi.
Osmanlının 600 yıllık tarihinde tek Türkçe Kur’an meali veya tefsirine, rastlayamazsınız. Halk din bilgilerini Kuranın Türkçe meali olmadığı için din adamlarının ağzından Arapça tefsirlerden aktarılan bilgilerle öğrenmekteydi. Kuranın özüne doğrudan ulaşmak mümkün değildi.
Kuran halkın anlayacağı dile niçin tercüme edilmedi? İslam dini, Arapça yazılan tefsir ve yorumlara niçin mahkûm edildi? Bu soruların tek cevabı vardı. Din adamlarının, toplumdaki ağırlığının devam etmesi için.
1517 yılında sözde Hilafetin Osmanlıya gelişi ile Türk-İslam anlayışı yerini Arap-İslam anlayışına bıraktı. Müslüman Türkler aracı olmadan Kuran’ın özüne ulaşamadılar. Bir aracının yorumuna mahkûm kılındılar.
Diğer bir gerileme ilim sahasında oldu. İmamı Gazali’nin (1058-1111) felsefecilere (o zamanki bilim insanlarına) açtığı karşı çıkışlar Osmanlıyı da etkiledi ve Osmanlıda bilimsel gelişmeler durakladı. 16 asırdan itibaren Arap-İslam anlayışının Osmanlıya hâkim olmasıyla bilimsel gelişmeler daha da azaldı.
Osmanlı İmparatorluğunda 17. asırdan itibaren medrese, tarikat, tekke ve camiye dayalı din etkinliği güç kazandı Din ağırlıklı bu sosyal yapı istemezük, din elden gidiyor, gavurluktur diyerek her türlü yeniliğe karşı çıktılar. Dine dayalı olan bu sosyal yapı ve sergilenen taassup, hükümdarlara karşı siyasi eylemler gerçekleştirebildiler.
Bu sosyal yapı nedeniyle Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı’da da din ve siyaset iç içeydi. Bu yapının ağırlığını medreseler, tekkeler ve zaviyeler oluşturmaktaydı. 1923 yılında Ülkede 479 medresenin varlığı 1925 yılında sadece İstanbul’da kapatılan dergâh ve tekke sayısının 274 olması bu yapının büyüklüğünü göstermektedir.
3.2 Fransız ihtilali ve sonrası
Avrupa din kavgalarından 1648 Vestfalya anlaşmasıyla biraz soluk aldıysa da din adamlarının devlet yönetimine katılması isteği 1789 Fransız ihtilalinde Cumhuriyet yönetiminin kurulması ile son buldu. Cumhuriyetin temel şartlarından birinin laiklik olduğu kabul edildi.
Aydınlanma çağı akımı, bilimsel icatlar ile aklın öne çıkması gibi sebepler bu kararın alınmasında etkili oldular. Ancak laiklik prensibinin kabul edilmesinin asıl nedeni, insanın hür olma arzusu ve dini inançlarını kimsenin baskısı altında olmadan yaşayabilme isteğiydi. Bu isteği Fransız filozof Volter ‘’İnsan nasıl zevkine göre yerse, arzu ettiği inanca göre de Tanrısına ibadet edebilmelidir.’’ cümlesi ile ifade etmişti.
Cumhuriyet fikri ile hem kralların halkı düşünmeden kendilerine kutsallık unvanları takarak insanlığa zulmeden yönetim şekli hem de din adamlarının baskıcı ve aldatıcı yönetimi yok edilmişti.
1789 yılında kilisenin mal ve mülküne el konuldu. 1791 yılında Katolikliğin egemenliğine son verildi ve din görevlileri devlet hizmetine alındı. 1795 yılında devlet işleri ile din işlerinin ayrılmasına karar verildi. Ancak bu karar 110 sene sonra 1905 yılında uygulamaya konulabildi.
Halkın egemenliği yanında aydınların Galileo örneğinde olduğu gibi kilise tarafından sürekli cezalandırılmaları, yeni buluşların kilise tarafından reddedilmesi zamanla kiliseye karşı sistemli tepkilere dönüştü.
Bu iki sebep Fransız ihtilalinde kilise hakimiyetine son verilmesini sağladı
Burada dikkat edilecek husus şudur. Dine karşı bir tavır takınılmadı. Sadece dini kullanan kilisenin üstünlüğüne son verildi. Dinler devlet tarafından tarafsız gözle korunmaya alındı.
Cumhuriyet idaresinin kabul edilmesi ve demokratik sisteme geçiş elbette kolay olmadı. Buhar gücünün bulunmasıyla başlayan sanayi devrimi, yeni kıtaların keşfiyle öne çıkan sömürgecilik Avrupalılar arasında çıkar çatışmalarını artırdı.
Dinin devlet hayatından çıkarıldığı 20. asır başından itibaren insanlık en büyük savaşları ve yıkımları yaşadı.
Bulunduğu coğrafyada sıkışıp kalan ve sömürgecilikten yeterince payını alamayan Almanya önce 1. Dünya savaşını çıkardı. Bu savaş sonunda Avrupa’da Rusya, Avusturya ve Osmanlı İmparatorlukları yıkıldı. Avrupa’nın siyasi haritası yeniden şekillendi.
Çok geçmeden yine Almanya’nın başlattığı 2. Dünya savaşı, insanlığın o tarihe kadar yaşamadığı en büyük yıkıma sebep oldu. 60 milyondan fazla kişi hayatını kaybetti. Barışın ve dostluğun kıymeti anlaşılınca cumhuriyet, demokrasi ve laiklik ilkeleri savaş sonrasında evrenselleşti. Fransa laiklik ilkesini anayasasına 1946 yılında koydu.
2. Dünya savaşının galipleri olan ABD ve Avrupa ülkeleriyle mağlubu Japonya’da, dünyanın ekonomisine yön veren, siyasi yapısında ağırlık sahibi olan bu ülkelerde din, dini kurumlara ve insanların vicdanlarına bırakıldı. Gelişmiş ülkeler olarak tanımlanan bu ülkeler demokrasi ve laik yönetim ile yönetilmektedir.
Laiklik konusu, dinin vicdanlara bırakılmasını ve insanların dini kurallar dışında belirlenecek hukuk kurallarına göre yönetilmesi isteğinden ortaya çıkmıştır
İnsanlar Tanrının yukarıda belirtilen kesin isteklerinden vazgeçerek kendilerine yeni yaşam kuralları arama durumuna nasıl gelmişlerdir?
Ülkemizde 1839 yılında hukuk ve siyaset alanında başlayan değişimler 1923 de cumhuriyetin kurulması ile noktalandı. Laiklik terimi ise 1937 yılında anayasa hükmü olarak kabul edil
Bu karar halkı Müslüman olan bir devlet için ne ölçüde gerçekçiydi? Halk bu kararı ne ölçüde benimsedi?
100. yılını tamamlayan cumhuriyet neden hâlâ bu sorunu tartışıyor?
Bu soruların cevabını verebilmek için önce hukuk adamlarının dilinden laikliğin ne anlama geldiğini sonra 1839 yılından bu yana Ülkemizde yaşananları, gerçekçi bir gözle anlamaya çalışalım
3.3 Laikliğin tanımı:
Laiklik kelimesi, Fransızca laique Latince laikus, Grekçe laikos kelimesine dayanıyor. Laikos, yersiz, yurtsuz yoksullar, kadınlar ve esirleri yani halkı ifade etmektedir. Dil bilimine göre, laiklik bunların yani halkın iktidara sahip çıkması anlamını taşıyor. Katolikler laiklik kelimesini kullanıyor.
İngilizcede çağ, dünya ve halk kavramları seculare, secularism kelimeleri ile ifade ediliyor. Protestanlar, çağdaşlık anlamında (secularizm) kelimesini kullanıyorlar.
Laiklik terimi, dini ve siyaset ilişkilerini, özgürlüğü ve cumhuriyeti çok yakından ilgilendirdiğinden kişilerin bakış açısına göre çok çeşitli şekilde anlaşılıp tarif edilebiliyor.
Prof. Dr. Bozkurt Kuruç’a göre laiklik, halk denilen bu alt sınıfın toplum hayatına eşit olarak katılma ülküsüdür. Demokratiklikten daha ileri ve daha radikal bir eğilimdir. İnsanları birbirinden ayıran bölen bütün sınır ve tabuların aşılmasını öngörür. Bu nedenle cumhuriyet ile iç içedir. Laiklik daha çok hukuki bir kavramdır.
Laiklik, din adamları tarafından dine karşı bir hareket olarak gösterilmektedir. Gerçekte laiklik din düşmanlığı ve aleyhtarlığı değildir. Laik bir devletin resmi dini olmadığı gibi benimseyeceği yayacağı felsefi bir akidesi de yoktur.
Fransız Prof. Marcel Waline göre laik devlet, vatandaşlarının maddi dünyevi ihtiyaçlarını geliştirmeye, müdafaa ve himaye ile yetinen, dini ve ruhani sahaya karışmayan, bu alanı yetkisi dışında sayan devlettir.
Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar’a göre laiklik prensibi, devletin din aleyhine bir cephe alması demek değildir. Bu durum devlet ve idari teşkilatının tarafsız olmasının ve vicdan hürriyetinin tabii bir neticesidir. Hukuk bakımından laikliğin manası devletin din işlerine müspet veya menfi bir şekilde müdahale etmemesi demektir.
Prof. Dr. Yavuz Abadan’a göre laiklik, dinin siyaset ve devlet işlerine karıştırılmamasını ve her vatandaş için vicdan hürriyetinin sağlanmasını gerektirir.
Prof. Dr. Bülent Nuri Esen’e göre ‘’ devletle din arasında görev ve gaye ayrılığı vardır. Devlet siyasi toplumu belirli ilkelere göre yaşatmak için kurulmuş bir vasıtadır. Burada toplumun dünya hayatı söz konusudur. Devlet dünya ihtiyaçlarına hizmet eder ve cevap verir.
Din ise fertlerin ruhi ihtiyaçlarına hizmet eden bir vasıtadır. Her ne kadar geçmişte din, devleti kendisine tabii kılmışsa da bu durum bugün için mümkün değildir Toplum içinde gücü elinde bulunduran devletin dine tabi olması eşyanın tabiatı icabı mümkün değildir’
Anayasa hukuku hocalarının genel ve ortak anlayışıyla laiklik, dini ve dünyevi otoritelerin birbirinden ayrılması din işlerinin ferdi ve hususi sayılarak ferdin vicdanına terk edilmesi ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak din hürriyetini sağlaması diye anlaşılmaktadır. Gerçek bir laiklikte din düşmanlığı değil dine tarafsız bir bakış ve davranış mevcuttur. Uygulama nasıl oldu? İleride inceleyeceğiz.
Ülkemizde laiklik konusunda ilk kitap, anayasa hukuku hocası Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in yazdığı Din ve Laiklik adlı kitabıdır.1954 yılında yayınlanan bu kitabı orta okul 3. sınıfı geçtiğimde okumuş, pek bir şey anlamamıştım. Aynı kitabı 1962 yılında liseyi bitirdiğimde bir kere daha okudum. Bu kere 1960 askeri müdahalesini ve sonrası olaylarını, o zamanın sesli tek haber ulaşım kaynağı olan radyodan yakından takip etmiş, aday olan Ali Fuat Başgil’e 1961 cumhurbaşkanlığı seçiminden önce yapılan dayatmayı basından öğrenmiştim. Bu nedenle kitabı daha dikkatli okumaya çalıştım.
Laiklik konusunu hele Müslüman bir ülkede anlamak oldukça zordu. Kitap, bir anayasa hukukçusu gözü ile konuya geniş bir açıdan bakan, Hıristiyan dünyasını ve sonrası Türkiye Cumhuriyeti’ni laikliğe götüren siyasi, dini, sosyal ve ekonomik nedenleri ortaya koyan, yaşananları, yapılanların doğrularını ve yanlışlarını tarafsız gözle dile getirmeye çalışan bu kitabı hele günümüzde yaşananları görünce herkesin okumasını tavsiye ederim.
Anayasa hukukçusu Başgil, bu kitabında din ve laiklik konusunda şu hususlara açıklık getirmektedir.
Din hürriyeti: 1-İnanma hakkı, 2- İbadet ve dua hakkı, 3-Talim, tedris (dini okutup öğretmek) 4-Neşir (yayınlama) ve telkin (ikna etme) hakları 5. Dinin emirlerini yerine getirme haklarını kapsar (sayfa 104-128).
Dindarın secdegâhına hiçbir kuvvet ayak basamaz (sayfa136).
Din hürriyetinin bir tek düşmanı vardır. Taassup (sayfa 152).
Laiklik, din hürriyetini koruma çabasıdır. Münkirlik değildir (inkâr etme yâni dinsizlik) (sayfa 161).
Mabet hariminde (dahilinde) kalan din, terâkkiyi (gelişme) destekler (sayfa 167).
Laiklik bir itidal ve muvazene (denge) sistemidir (sayfa 170).
Din ve devlet ilişkileri, ihtiyaçlardan doğar (sayfa 172).
Laik rejim de mabet, siyasete karışmaz. Din adamları politikacı kesilmez. Devlet görevlilerine talimat vermez Buna mukabil devlet de din ve diyanete karışmaz (sayfa 174).
Bu bilgiler ışığında daha önce yapılan kısa değerlendirmelere şu ilaveleri yapabiliriz.
3.3.1 Ana hatları ile Cumhuriyet ve Laiklik, Lâiklik ve Din ilişkileri:
Bölüm II de Cumhuriyet ve Laiklik konusunda şu tespitler yapılmıştı. Tekrar olacak ama hatırlayalım.
*Lâiklik direğinin kilit taşı, nadiren laik olan demokrasi değil, zorunlu olarak öyle olan cumhuriyettir.
*Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde lâiklik, hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse.
Daha önceki yazıda cumhuriyetin özgürlüğü ve aklı esas aldığı ifade olunmuştu. Din de özgürlüğü ve aklı esas alır. Bu durumda lâik düşünceyi, cumhuriyetin kilit taşı ve vazgeçilmez zorunluluğu olarak ortaya koymanın gereği nedir?
-Lâikliği, düşünce vicdan hürriyeti olarak anlıyorsak bu husus İslam dininde Kuran.-Bakara suresi 256 ayetindeki ‘’Dinde zorlama yoktur.’’ Hükmü ile insana zaten verilmiştir.
-Lâikliği, tarih boyunca dini kuralları kullanarak iktidar olan ve insanın özgürlüklerini kısıtlayan bir zümrenin iktidarını önleme mekanizması olarak değerlendiriyorsak bu da dinin insana verdiği hakların kullanılmasını sağlayacağından dine aykırı değildir. Tarih, kendi koyduğu kurallarla insanlığa zulmeden despotların eylemlerini ve hak- hukuk alanında başta peygamberler olmak üzere pek çok düşünürün mücadelelerini yazar.
-Lâikliği, dini istismar ederek iktidar olmak isteyen heveslilere karşı dini kuralları korumak olarak anlıyorsak, bu da dinin istediği şeydir. Kuran, din hükümlerinin çıkar amaçlı istismar edilmesine şiddetle karşıdır.
-Lâikliği, din savaşlarını önlemek için olması gereken bir ilke olarak anlayacaksak bu da din açısından kabul olunabilir bir yaklaşım olacaktır. Zira din özü itibarı ile barışı ve sevgiyi ister. Zorunlu haller dışında savaşı uygun görmez.
- Lâikliği ‘’Dine ihtiyacımız yoktur. Aklımız bize yeter.’’ diye anlayacaksak, bu durumda insanlık evrensel değerlerden yerel değerlere inmek suretiyle büyük değer kaybına uğramış olacaktır.
Zira insanı yaratan Tanrıdır. Dini kuralları koyan Tanrıdır. İnsanın yaşadığı evren de Tanrının mülkiyetindedir. Tanrının dünyasında, Tanrının koyduğu kurallara göre özgürce yaşamak varken onun yerine sınırlı insan aklını egemen kılarak yaşamayı tercih etmek İslam ile uyuşmaz.
En değerliden vaz geçip değersize razı olmak demektir Tek kelimeyle akılsızlıktır
Çünkü; Tanrıya inanan insan için en değerli varlık Tanrıdır. İnsanın ön önemli amacı ise Tanrının hoşnutluğunu kazanarak O’na kavuşmaktır. Bu da ancak Tanrının istediği şekilde yaşamakla yani dini kurallara uymakla sağlanabilir. Dini bir kenara bırakıp aklı ile yetinmeye çalışanlar yani Tanrı ile dost olmayanlar O’nun dostluğunu kazanamazlar.
Böyle bir yaklaşım, insanlar arasında Tanrı tarafından konulan kuralları adalet duygusundan başlayarak yok eder. İnsanlar arasındaki ilişkiler bozulur ve toplulukları mutlu olma çizgisinden uzaklaştırır.
Fransa İhtilaliyle aklı dine karşı tavır almaya zorlayan bu tip lâiklik kavramının kabul edilmesinin gerçek nedenlerini, Avrupa’nın Rönesans ile başlayan sanattaki yeni anlayışında, Reform ile başlayan din dışı yönetim ve siyasi sistem arayışında, aydınlanma süreci ile bilimde sağlanan gelişmelerde, felsefe ve mantıktaki yeni düşünce yapısında aramak gerekir. Bu gelişmelerin insan oğlunun kendine olan güvenini artırdığı, esasen tarih boyunca dine karşı isyan halinde olan insan düşüncesini bu yönde etkilediği açık bir gerçektir.
*Anayasa hukuku hocalarının genel ve ortak anlayışıyla laiklik, dini ve dünyevi otoritelerin birbirinden ayrılması din işlerinin ferdi ve hususi sayılarak ferdin vicdanına terk edilmesi ve devletin dinler karşısında tarafsız kalarak din hürriyetini sağlaması diye anlaşılmaktadır. Gerçek bir laiklikte din düşmanlığı değil dine tarafsız bir bakış ve davranış mevcuttur.
Din ancak özgür ortamlarda yaşayabilir. Dinin tek düşmanı vardır. Taassup,
Taassup, bir kimsenin kendi inancından ve kendince hakikat kabul ettiği görüş ve kanaatten başka olan inanç, görüş ve kanaatlere ve bunları taşıyanlara düşmanlık beslemesi ve onları boğup susturmaya kalkmasıdır. İşte yalnız din hürriyetinin değil umumiyetle vicdan ve tefekkür (düşünce) hürriyetinin amansız düşmanı budur.
Taassup kelimesi ile ifade edilen bu düşmanlık sabit fikirli olmak gibi kötü bir ruhi hastalıktır. Dini olduğu gibi siyasi ve felsefi de olabilir.
Laiklik insana inancı doğrultusunda yaşaması için gerekli hürriyeti sağlamalıdır. Bunu yaparken itidal ile hareket etmeli yâni dengeli ve adil olmalıdır. Zira din kendi sınırları içinde kaldığı sürece gelişmeyi destekler. İslam’ın özü ile uygulandığı yıllarda bu gerçek kanıtlanmıştır.
Laik rejim de mabet, siyasete karışmaz. Din adamları politikacı kesilmez. Devlet görevlilerine talimat vermez Buna mukabil devlet de din ve diyanete karışmaz.
Din ve devlet ilişkileri, ihtiyaçlardan doğar. Dinin özünün kaybolduğu, kavranamadığı ve yaşanmadığı dönemlerde dini korumak, onun istismarını önlemek ve dini korumak ihtiyacı laikliği zaruri kılar. Dini kendi çıkarları için istismar edenler, siyasetçilerle sivil din kuruluşlarıdır.
Gelecek yazı: 3.3.2 Din ve laiklik konusunda taraflar: