4.2.2.2 Cumhuriyet Kurulduktan sonra yaşananlar:
Askerlerin siyasetten uzaklaştırılmaları: İlk TBMM olağan dışı bir meclisti. Mecliste asker kökenli milletvekilleri vardı. Meclisin normalleşmesi için TBMM’de bulunan askerlerin siyasetten uzaklaştırılması gerekiyordu. Askerlere siyaseti mi askerliği mi tercih edersiniz? sorusu soruldu. Siyaseti tercih edenler askeri üniformalarını çıkararak sivil oldular ve milletvekili görevlerini sürdürdüler. Askerliği tercih edenlerin milletvekilliği düşürüldü. Onlar görevlerine yâni kışlalarına döndüler.
Bu değişim Millî Mücadelede görev yapan bir kısım komutanları rahatsız etti. Onlar kendilerini dışlanmış, bir kenara itilmiş hissediyorlardı. Bu nedenle siyasete atıldılar. Böylece TBMM’de ilk defa Terakki Perver Fırkası adı altında muhalif bir parti kuruldu. Bu gelişme demokratikleşme yolunda şüphesiz önemli bir adımdı.
Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası: 17 Kasım 1924 tarihinde Rauf Bey (Orbay), Kazım Bey (Karabekir) Ali Fuat Bey (Cebesoy) ve Refet Bey (Bele) tarafından kurulan ekonomik olarak liberal bir çizgide bulunan bu parti ne yazık ki uzun ömürlü olmadı. Cumhuriyet Hükümetinin aldığı devrim niteliğindeki kararlara itiraz ettiler. 1925 yılında çıkan Şeyh Sait isyanı ile ilişkilendirilen parti 05 Haziran 1925 tarihinde İstiklal Mahkemeleri tarafından kapatıldı.
Terakki Perver Cumhuriyet fırkasının kapatılması Cumhuriyet için talihsiz bir olaydı. Ancak bu durum siyasette etkin konumda olan birçok kişinin Cumhuriyet ile barışık olmadığının da bir işareti idi. Cumhuriyetin özü özgürlüktü. Anlaşılan Cumhuriyetin yaşatılması çok zor olacaktı.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e suikast girişimi: İttihatçıların hazırladığı suikast girişimi ihbar üzerine öğrenildi. Failler tutuklandı. Gazi’nin İzmir İstiklal mahkemesinde yargılanan komutanlardan çocukluk ve okul arkadaşı Ali Fuat Paşa’ya söylediği şu sözler, O’nun kin tutmadığının en güzel örneğiydi. “ Arkadaşım! Sen olmasaydın yargılanan bütün paşalar asılırlardı. Sen olduğun için onları da affettim.”
13 Temmuz 1926 tarihindeki mahkeme kararı ile komutanlar beraat ettiler. Ancak Kazım Paşa (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy) Paşalar dahil diğer bir kısım zevat siyasetten menedildiler. İttihatçıların bir kısmı idama mahkûm edildi. Bir kısmı çeşitli cezalara çarptırıldı. Hüseyin Rauf Bey (Orbay), yurt dışındaydı. Gıyabında yapılan yargılamayla 10 yıl hapse mahkûm edildi.
Ankara İstiklal Mahkemesinin 26 Ağustos 1926 tarihinde verdiği kararıyla İttihat ve Terakki Partisinin ileri gelenlerinden Dr. Nazım Bey ve Maliye Bakanı Cavit Bey idama mahkûm edildiler. Daha önce idama mahkûm edilen eski İaşe Nazırı Kara Kemal Bey Trakya’daki bir çiftlikte kıstırılınca intihar etti. Böylece İttihatçılık ve taraftarlarının eylemleri tamamen ortadan kaldırıldı.
Cumhuriyet daha 3 yaşını tamamlamamıştı. Millî Mücadele kahramanlarından bir kısmının mahkûm edilmesi, bir kısmına siyasi yasak getirilmesi genç Cumhuriyet için gerçekten büyük talihsizlikti. Ancak iktidar ve iktidara sahip olma hırsı işte böyle bir şeydi.
Bir demokrasi denemesi. Serbest Fırka: TBMM’de ikinci partinin mutlaka olmasını isteyen Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, yakın arkadaşlarından Fethi (Okyar) Bey’e bir parti kurmasını önerdi ve bu partiyi koruyacağı konusunda kendisine güvence verdi. Fethi Bey, ekonomi ağırlıklı bir programa sahip Serbest Fırkayı 12 Ağustos 1930 tarihinde kurdu. Serbest Fırka yurt sathında kısa sürede örgütlendi. İzmir Kongresinde halkın mevcut yönetim aleyhindeki taşkınlığı partinin sonunu getirdi Serbest Fırka kısa bir süre sonra 17 Kasım 1930 tarihinde kapatıldı. İkinci demokrasi denemesi de başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Bugünün dünyasında demokrasi ile yönetilen ülkelerde eğitim seviyesinin ve ekonomik gelişmişliğin yüksekliği demokratik sistemin vazgeçilmez iki etkeni olarak ortaya çıkmakta. Bu ülkelerden İngiltere, Hollanda, Belçika, İsveç gibi bir kısmı krallık. Ama demokratik sistemle yani halkın serbest seçimleri ile yönetiliyorlar. Zaman zaman ortaya çıkan siyasi krizler yaşansa da bunlar ekonomik güç ve kültürel uzlaşmayla nedeniyle bertaraf edilebiliyor
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğunda demokrasi için bu iki ana etkenden mahrumdu. Birincisi ülkenin eğitim düzeyi çok düşüktü. İkincisi ülke çok fakirdi. Bu iki zayıflığı önlemek için yapılan devrimlerin sonuçlarının henüz alınamadığı ve köklü değişimin toplumca yeterince benimsenmediği bu dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik yöntemle yönetilmesi olanaksızdı. Çünkü Ülkede Cumhuriyeti koruyacak demokratik kültür gelişmemişti.
Sinmiş olsalar bile Osmanlı hayalini sürdürenler, dini yetkileri elinden alınanlarla birleşerek halkı kolayca Cumhuriyete karşı yönlendirebilmekteydiler. Cumhuriyetin yaşatılması gerçekten çok güçtü. Halk Cumhuriyetin kıymetini ve faziletini ne zaman anlayacaktı?
Milletlerin köklü değişimleri kabullenmeleri kolay olmuyordu. Fransızlar 1789 yılındaki ihtilalleriyle krallığı devirerek I792 yılında I. Cumhuriyete (1792-1804) geçtiler. Ancak Ülke 15 yıl sonra İmparator Napolyon’un esaretine düştü. Fransa’da II. Cumhuriyet (1848-1852), III. Cumhuriyet (1870- 1940) ancak Sedan yenilgisinden yani yaklaşık bir asır sonra kurulabildi.
İngiltere’de 1215 yılında imzalanan Magna Carta anlaşmasıyla kralın bir kısım yetkileri elinden alındıysa da krallığın direnci dört asır sonra ancak 1653 yılında Cromwell tarafından kırılabildi. İngiltere’de yönetim tarzı bu tarihte parlamenter sisteme dönüştürüldü.
Yıkılan bir imparatorluğun enkazı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde 1946 yılında başlayan demokratikleşme hareketi, 100. Yılına ulaşan Cumhuriyeti ve onun temel ilkelerini ne kadar korudu?
Diğer bir ifadeyle Türk Milleti kendisine özgürlük veren Türkiye Cumhuriyeti’ne ne kadar sahip çıktı?
Dört Halife döneminin (632-661) İslam Dünyasında uygulanan ilk Cumhuriyet yönetimi olması bu yönetimin önemini yeterince açıklıyor. Ancak bu sürenin çok kısa olması da bu tür yönetimi devam ettirmenin zorluğunu ortaya koyuyor. Çünkü cumhuriyet fazilet istiyor. Çıkar istemiyor. Ne var ki daima çıkarını ön plana alan insan, faziletli davranışlarda süreklilik sergileyemiyor. Bu nedenle insanlara özgürlük sağlayan Cumhuriyeti korumak, onun faziletlerini yaşamak gerçekten çok güç.
Rauf Beyin söyledikleri: 1926 yılında İzmir İstiklal Mahkemesince gıyabında 10 yıl hapse mahkûm edilen Rauf Bey, bu mahkûmiyeti kabullenmedi. 1933 yılında çıkarılan affa rağmen yurda dönmedi. Akrabalarının ısrarı ile 1935 yılında yurda döndü. 1939 yılında Kastamonu Milletvekili olarak TBMM’ye girdi. 1940 yılında mahkumiyetin temyizini yaparak suçlu olmadığını tescil ettirdi. 1942-44 yıllarında TC Londra Büyükelçiliği görevini yürüttü. Yurda döndükten sonra devlet görevi üstlenmedi. Anılarını yazmadı. Ancak gazetecilerle yaptığı söyleşileri Yakın Tarihimiz dergisinde yayınlandı.
MP Genel Başkanı Osman Bölükbaşı ile aralarında şöyle bir konuşma geçmiş. Osman Bölükbaşı 1960’lı yıllarda Beyoğlu. İstiklâl Caddesinde gezinirken Rauf Orbay Beye rastlamış. Yakınlarındaki Elegant Pastanesine gitmişler. Osman Bölükbaşı "Rauf Bey, Cumhuriyet sana çok haksızlık etti. Bunları niye yazmıyorsun? Niye siyasete atılıp bunun hesabını sormuyorsun?’’ deyince Rauf Bey Bölükbaşı’nın sözünü keserek şunları söylemiş.
"Osman Bey! Mustafa Kemal aleyhinde, konuşmamı mı istiyorsun? İki nedenden dolayı bunu benden isteme.
İlki O, şimdi bir fani. Müslüman faninin arkasından konuşulmaz. İkincisi, bence daha önemli olanı, bizler, yani Mustafa Kemal dışındaki diğer kişiler, O’nun ufku, basireti ve azmi karşısında birer hiçtik. O olmasaydı Kurtuluş Savaşı kazanılamazdı. Türkiye Cumhuriyeti de kurulamazdı. Bugünleri O’nun vatanseverliğine ve üstün kişiliğine borçluyuz. Bunu böyle bil."
Önce Rauf Orbay Beyin sergilediği şu asalete bakınız. Sonra, bugün ben Müslümanım diyenlerin Gazi Mustafa Kemal aleyhinde atıp tuttuklarına, verip veriştirmelerine.
Cenâb-ı Hak, Kuran-ı Kerim’in, Bakara suresi 152. ayetinde Müslümanları "Şükrediniz. Nankör olmayınız." diye uyarmıyor mu? Sizler hiç Kurandan ders almaz mısınız?
Hüseyin Rauf Orbay Bey 1964 yılında kalp krizi sonucu aramızdan ayrıldı. Kadıköy-Sahrayı Cedit mezarlığında yatıyor. Nur içinde yatsın. Cenâb-ı Hak rahmet eylesin.
Buraya kadar Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK hakkında pek çok şey yazıldı, söylendi. Şimdi O’nun en önemli üç özelliğine ve yaşadığı önemli olaylara biraz değinelim
4.2.2.3 Mustafa Kemalin askerliği:
Mustafa Kemal, iyi bir askerdi. Görevini özenerek, layıkıyla yapardı. Tanrı, görevlerini özenle ve layıkıyla yapanları (muhsin olanları) sevdiğini ve Onların üzülmeyeceklerini Kuran-ı Kerimde müjdelemişti. (Al-i İmran. 148.ayet) Mustafa Kemal, Hazreti Muhammed’in (sav) Uhud Savaşında uyguladığı harp planı hakkında fikrini soranlara planın askerlik kurallarına son derece uygun olduğunu vurgulayarak "Müslümanlar Hazreti Peygamberin bu planına uysalardı savaşı değil kaybetmek kesin olarak kazanırlardı." demişti.
*Çanakkale cephesi: Yarbay Mustafa Kemal, daha cepheye yeni intikal etmişti. Düşman çıkarması karşısında "Mermimiz yok." diyerek kaçan askerleri görünce "Süngünüz var ya!" diyerek durdurmuş. “ Süngü tak!” komutuyla Mehmetçikleri mevziye sokmuş, bu hareketle düşman saldırısını durdurarak 57. Alayın cepheye yetişmesini sağlamıştı.
Yarbay Mustafa Kemal’in 25 Nisan 1915 günü Anzak kuvvetlerinin saldırısına karşı 57. Piyade alayına verdiği şu emir askerlik tarihine geçmişti. "Size ben taarruz emretmiyorum. Ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler ve başka kumandanlar alabilir."
Gerçek kumandan işte böyle hayati bir anda bu emri verebilen kişidir. Tarihte benzerini göremezsiniz.
İslam’da Tanrı uğruna ve O’nun kutsal saydığı din, vatan, bayrak ve namus uğruna hayatını verenler şehit olarak anılırlar. Tanrı bu insanların aslında ölmediklerini “Onlar diridirler. Ama siz bilmezsiniz.” Ayeti ile (Bakara 154) müjdelemiş ve şereflendirmiştir. Yarbay Mustafa Kemal, kutsal değerler uğruna askerlerine verilmesi gereken en son emri verebilecek kadar vatansever ve muhsin (görevini en iyi yapan) bir askerdi.
Yarbay Mustafa Kemal’in bu harekatta Mehmetçik için yaptığı şu değerlendirme ise Tanrıya ulaşmanın inanılmaz hazzını ve duygusunu ne güzel anlatıyor.
“Size Bomba sırtı olayını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşılıklı siperler arasında mesafeniz sekiz metre. Yani ölüm kaçınılmaz. Birinci siperdekiler hiçbiri kurtulmamacasına tamamen şehit oluyor. İkinci siperdekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar özenilecek büyük bir sükûnet ve inançla biliyor musunuz? Öleni görüyor. Üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. En ufak bir korku yok. Sarsılma yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, Cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayran olunacak ve tebrik edilecek bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Bu olayı bizzat yaşayan ve bu değerlendirmeyi yapacak imana sahip olan Yarbay Mustafa Kemal’e dil uzatanlar, bu sözler karşısında utanma duyguları varsa acaba biraz utanırlar mı?
*Sakarya Meydan savaşı: Temmuz 1921 Kütahya- Aslantaş bozgunundan sonra Ordumuz dağılmış ve Sakarya Nehrinin doğusuna çekilmişti. Yunanlılar ilerlemeye devam ettiler ve Sakarya Nehrinin güneyinde-batısında mevzilendiler. Güçlerini artırdılar. Son bir harekâtla Ankara’yı ele geçirerek istiyorlardı.
TBMM olağanüstü toplantıda Mustafa Kemal Paşa’ya Meclis yetkisini verdi ve O’nu başkomutanlığa getirdi. Çıkarılan Tekalif-i Milliye kanunu ile ordunun zaruri ihtiyaçları için halktan borçlanıldı. Dağılan ordu toparlandı. Cephe güçlendirilmeye çalışıldı. Cephe hattı Çal Dağı, Dua Tepe ve Mangal Tepeden geçmekteydi. Bu üç tepe mutlaka elde tutulmalıydı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa cepheyi teftiş ederken atın ürkmesi sonucu attan düştü ve üç kaburga kemiği kırıldı. Doktorlar O’na kesin yatak istirahati verdiler ve “Ayağa kalkarsan ölürsün.” dediler. Mustafa Kemal Paşa bu zor zamanda yatakta yatamazdı. Çünkü O muhsindi. Birkaç gün içinde ayağa kalktı. Cepheye geldi. Savaşı oradan yönetti.
Yunan ordusunun saldırısı 23 Ağustos 1921 günü cephe hattını teşkil eden güneydeki bu üç tepe üzerinden başladı. Savaşın ilk haftasında bu üç tepe birer birer düşman eline geçti. O güne kadar genel kabul gören cephe stratejisi başarısızlığa uğramış ve cephe çökmüştü. Düşmanın Haymana ovasına inerek Ankara’ya ulaşmasının yolu açılmıştı.
Bu durum üzerine başkomutan Mustafa Kemal Paşa, harp stratejilerini altüst eden "Hattı müdafaa yoktur. Sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır.” emrini verdi. O, askeri yönden bir dahi idi. Kutsal bir mücadele içindeydi ve muhsindi. Artık her tümsek, her kaya parçası, her çalı arkası bir siper ve cepheydi. Kanımızın son damlasına kadar müdafaa edilecekti. Düşman bu yeni cepheyi ve direnişi aşmaya çalıştı ama aşamadı.
Diğer taraftan düşman Sakarya Nehrini batıdan geçerek ordumuzun arkasına sarkmaya çalıştı. Buna müsaade edilmedi ve bu nedenle başlangıçta 50-60 km. olan cephe hattı 150 km. ye kadar uzadı. Bu durum taarruz eden düşmanın olması gereken en az üç kat üstünlüğünü ortadan kaldırdı, Düşmanın gücü ikinci haftanın sonuna doğru etkinliğini yitirdi. Ama ordumuzda da cephane tükenmiş ve direnecek takat kalmamıştı. Çoğu yerde düşman saldırıları göğüs göğse yapılan süngü savaşları ile durdurulmaya çalışılmaktaydı. Savaş kaybedilmek üzereydi.
Başkomutan Mustafa Kemal Savaşın artık kaybedildiğini anlamıştı. Son emrini vermeden önce Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşayı cephenin ileri hatlarına gönderdi. Cephe içinden durum değerlendirmesi yapan Fevzi Paşa, Başkomutana düşmanın gücünün tükendiğini, bir iki gün beklemesini ve geri çekilme emrini vermemesini rapor etti.
İşte bu iki gün mukaddes değerler uğruna çarpışan Türk Milletinin kaderinin yazıldığı günlerdi. Savaşı kazanmak veya kaybetmek birbirine kıl kadar yakındı.
General Papulas ile İngiltere Kraliçesi II, Elizabeth’in eşinin dayısı olan Prens Andre komutasındaki Yunan kuvvetleri geri çekilmeye başladılar. Bu durum üzerine ordumuza saldırı emri verildi ve düşman savaşın son günlerinde Afyona kadar çekilmeye mecbur edildi. Bir mucize gerçekleşmiş ve Tanrının muhsin olanlar için vadettiği "Onlar mahzun olmayacaklar. " hükmü yerine gelmişti.
22 gün süren Sakarya Savaşı 13 Eylül 1921 tarihinde mucizevi bir sonuçla kazanıldı. Böylece 13 Eylül 1683 yılında II. Viyana yenilgisinden sonra başlayan geri çekilme tam 238 yıl sonra durdurulabildi. Tanrı, O’nun için çarpışan Türk milletini yok olmaktan kurtarmış ve bu millete yeni bir vatan hediye etmişti.
Bugün kuruldukları rahat koltuklarında Gazi Mustafa Kemal Paşa aleyhinde konuşmaya devam edenler Sakarya Meydan Savaşını okusunlar. O günlerde yaşananları biraz anlamaya çalışsınlar. Ve Cenab-ı Hakkın Mustafa Kemal Paşa’ya nasip kıldığı bu şerefe biraz saygılı olmaya çalışsınlar.
*26 Ağustos1922 sabahı: Sakarya Mucizesinden sonra sıra Yurdun düşman işgalinden tamamen kurtarılmasına gelmişi. Geçen süre zarfında. Ordumuz ağır toplarla güçlendirildi. Toplar gizlice mevzilerine sokuldu. Düşman yaptığı tahkimattan çok emindi. Bu tahkimat altı ayda aşılamaz diyordu. Düşman baş komutanı Yorgo Hacı Anesti cepheden uzak İzmir’de keyif sürüyordu. Stratejik hat Tınaztepe, Belentepe, Kalecik Sivrisi ve Çiğiltepe idi.
Saldırıda sıklet merkezi prensibi kullanılacak ve düşmanın en güçlü olduğu noktalara hücum edilerek bu noktalar çökertilecekti. Taarruz öncesi komutanlarla yapılan toplantıda bu harekât planının çok riskli olduğunu ve başarısızlık halinde ordunun mahvolacağını ileri süren ve okuldan Gazi Mustafa Kemalin hocası olan Yakup Şevki (Subaşı) Paşaya başkomutan şu cevabı vermişti. “Paşam. Endişe etmeyiniz. Bu ordu düşmanı yenecekse ancak böyle yenecek. Yenemeyecekse zaten orduya ihtiyaç yok.”
Başkomutan askerlikte yerinde risk almanın ne kadar önemli olduğuna müdrikti ve bu riski alacaktı. Çünkü O, görevini iyi yapan, hesapla hareket eden gerçek bir askerdi, Muhsindi.
Başkomutan erkânıyla birlikte bu tepelerin karşısında yer alan Kocatepe’ye çıktı. 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı saat 4.30 da başlayan topçu ateşi ile düşman hatları darmadağın edildi.1 saat sonra Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa Gazi başkomutandan hücum emrinin verilmesini istedi. Gazi işaretle “Bekle.” dedi. Düşmanın toparlanacağı endişesini taşıyan Fevzi Paşa bir süre sonra isteğini yeniledi. Gazi yine “Bekle:” derken Yunan cephesinde çok büyük patlamaların olduğu görüldü. Topçu ateşimiz Yunan mühimmat depolarını berhava etmişti. Bu durumu gören Gazi başkomutan, Fevzi Paşa dönerek “Şimdi hücum emrini verebilirsiniz Paşam.”
Başkomutan Gazi Mustafa Kemal kendisinden daha tecrübeli asker olan Fevzi Paşa’nın düşünemediği iradeyi ve sabrı göstererek hücumu bekleyen Türk askerlerini düşman mühimmat depolarının infilâkı nedeniyle doğacak tehlikeden korumuştu. Bu olay üzerine Fevzi Paşanın söyledikleri şu sözler Mustafa Kemal düşmanlarının kulaklarına küpe olsun. "Paşam. Sen Cenab-ı Hakkın (cc) Türk Milletine bir lütfusun."
Tepeler kısa sürede sırasıyla ele geçirildi. Çiğiltepe direniyordu. Komutan Albay Reşat Bey söz verdiği saatte tepeyi ele geçiremediğinden intihar etmiş, tepe O’nun şehadetinden yarım saat sonra zapt edilmişti. Sorumluluk duygusu işte böyle bir şeydi. Şair boşuna söylememiş. “Bir hilal uğruna Yarab! Ne güneşler batıyor?”du.
Dağılan Yunan Ordusu Türk süvari kuvvetlerimizin çevirmesiyle 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Meydan savaşında tamamen imha edildi. Hayatta kalan Yunan kuvvetleri yeni başkomutan Nikolas Trikopis ve kurmay heyeti esir edildi. Tıpkı 26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşından sonra Sultan Alpaslan’a esir düşen Bizans imparatoru Romanos Diogenis gibi. Mustafa Kemal General Trikopis’i Sultan Alpaslan’ın esirine yaptığı gibi bir misafir olarak ağırladı. Çünkü yaşayan kadim Türk geleneği düşmana da merhameti gerektiriyordu.
26 Ağustos günü şüphesiz Türk tarihinin en önemli günlerinden biridir.26 Ağustos 1071 tarihinde kazanılan Malazgirt Savaşı ile Anadolu’nun kapıları, Türklere ikinci yurt olarak açıldı. 26 Ağustos 1922 tarihinde başlayan Büyük Taarruz ile ise, Anadolu düşman işgalinden kurtarılarak Türklerin ebedi yurdu oldu ve Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Bu nedenle 26 Ağustos 1922 tarihi, mensubu bulunduğumuz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bizler ve Cumhuriyeti özünden benimseyen kişiler için çok daha anlamlıdır, değerlidir ve öyle olmalıdır.
Tarihimizin şanlı bir sayfası olan Malazgirt Savaşını gerektiği ölçüde anmak elbette ki görevimizdir. Ama 26 Ağustos 1922 günü başlayan Büyük Taarruzu göz ardı ederek ve onu önemsizleştirerek değil.
26 Ağustos 1922 tarihini önemsemeyen ve bugünü itibarsızlaştırmaya çalışanlar aslında Gazi Mustafa Kemal’e karşı duydukları ezikliği bir nevi dışa vurmuş olmuyorlar mı?
4.2.2.4 Mustafa Kemalin devlet adamlığı:
*Binbaşı Rawlinson’la Erzurum’da yapılan konuşma: Lozan görüşmelerinde İngiliz delegesi olarak burnundan kıl aldırmayan Lord Curzon’un yeğeni olan Binbaşı Rawlinson, Mondros Anlaşmasının ilgili hükümlerine göre Türk ordusunun elindeki silahları toplamak için Erzurum’daydı. Doğudaki bütün askeri birliklerin silahları toplanmıştı. Kazım (Karabekir) Paşa’nın komutasındaki 15. Kolordu silahını teslim etmeyen tek askeri birlikti.
9 Temmuz 1919 günü Rawlinson Mustafa Kemal Paşayı ziyaret etti. Bir önceki gece Mustafa Kemal Osmanlı ordusundan istifa etmişti ama Rawlinson bu durumu bilmiyordu. Mustafa Kemal, başka elbisesi olmadığı için Rawlinson’u askeri üniformasıyla karşıladı. Kahve ikram etti. Rawlinson çok laubali bire ağızla
“Paşam, Duydum ki Erzurum’da bir kongre toplayacakmışsınız. Sakın bu işe tevessül etmeyiniz. Çünkü toplantıyı dağıtırım ve katılanları tutuklatırım.” diyerek Mustafa Kemal’i tehdit etti. Kazım Paşa’nın Mustafa Kemal’i destekleyip desteklemediği henüz belli değildi.
Mustafa Kemal en zayıf olduğu bu anda dahi boyun eğmedi ve İngiliz komutana “Bu ne laubalilik. Karşında bir Osmanlı Paşası var. Sen ne biçim askersin. Ayağa kalk. Selam ver ve odayı derhal terk et.” Binbaşı Rawlinson bu çıkış karşısında şaşırdı. Denileni yaptı ve odayı terk etti.
Bu kadar zor durumda dahi Mustafa Kemal Paşa’nın gösterdiği bu vakur davranış, O’nun özgürlük temelli kişiliğinden ileri gelmekteydi. Kimse O’nun özgürlüğünü kısıtlayamazdı.
Bayrak çiğnenmez: Ordularımız İzmir’i kurtarmışlardı. Gazi Paşa bir toplantının yapılacağı ahşap köşke girerken merdivenlere serilmiş Yunan bayrağını görünce "Bu bayrağı kaldırın. Sizin bayrağınızı çiğnemiş olabilirler. Ancak medeni milletler ve insanlar böyle davranmazlar.’’ diyerek bayrağı kaldırtmıştı.
Lozan barış görüşmeleri: 20 Kasım 1922-31 Ocak 1923 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde daha çok toprak meseleleri ele alındı. İngiliz delegesi Lord Curzon’un uzlaşmaz tutumu nedeniyle görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Konferans dağıldı. 24 Nisan1923- 24 Temmuz 1923 tarihleri arasında yapılan görüşmelerde daha çok ekonomik ve hukuki sorunlar görüşüldü. Fransızlar tarafından yönetilen bu bölümde şiddetli tartışmalar sonunda adli ve ekonomik kapitülasyonların kaldırılması kabul edildi. Anlaşma, taraflarca 24 Temmuz 1924 tarihinde imzalandı.
Lozan Görüşmelerinde 6 asır süren Osmanlı İmparatorluğunun hesabı görüldü. Zafer kazanılmış ama barış tesis edilememişti. Gazi bir an önce barış yapılmasını istiyordu. Bu nedenle görüşme safahatını yakından takip etti. Gerekli talimatları verdi. Anlaşma 23 Ağustos 1923 tarihinde TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunun önünde hiçbir engel kalmadı.
Bugün Lozan Antlaşmasını tenkit eden ve küçümseyenler; Osmanlıdan harap bir vatan ile yoksul ve cahil bir milletin miras kaldığını niçin hiç dile getirmezler?
Mehmet Akif’i isyana sürükleyen Osmanlının son günlerinde yaşananları neden hiç hatırlamazlar?
Ya-Rab bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?
Mahşerde mi biçarelerin yoksa felahı?
Nur istiyoruz. Sen bize yangın veriyorsun.
Yandık diyoruz. Boğmaya kan gönderiyorsun.
İslam ayak altında sürünsün mü nihayet?
Ya Rab bu ne hüsrandır? İlahi bu ne zillet?
Mazlumu nedir ezmede ezdirmede mana?
Zalimleri adlin hani öldürmedi hala?
Cani geziyor dipdiri. Can vermede masum.
Suç başkasının da niçin başkası mahkûm.?
Dul kaldı kadınlar babasız kaldı çocuklar,
Bir giryede bin ailenin matemi çağlar.
İslam’ı elinden tutacak kaldıracak yok
Nâ-hak yere feryat ediyor. Acize hak yok.
Yetmez mi musab olduğumuz bunca devâhi?
Ağzım kurusun. Yok musun ey adl-i İlahi?
İslam’ın tek özgür devletinin Lozan Anlaşmasıyla hayat bulduğunu niçin düşünmek istemezler?
Uzun söze gerek yok. Sadece Kuran- Kerim’e kulak verelim
"İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi de helâk eder misin Allah’ım? (cc)” Araf-185
*Barış, O’nun özlemiydi, Ülke savaşmaktan yorulmuş, yaşama umudunu yitirmişti. Gazi, aralıksız 10 yıl savaşan Ülkeye özlediği barışı getirdi. Esasen İslam bir barış dini değil miydi? Bu nedenle Gazi Mustafa Kemal düşmanlarıyla hemen barıştı. Komşularıyla dostluk paktları kurdu. Barışın devamı ve egemen olması için “Yurtta sulh cihanda sulh.” ilkesini yayınladı.
*Yeni dünya düzeni ve gerçekler: Türkiye Cumhuriyeti İmparatorlukların yıkıldığı bir dünya üzerinde kuruldu.
Türkiye Cumhuriyeti bu düzen içinde saygın yerini almalı ve bir daha savaşa sürüklenmemeliydi. 1. Dünya Savaşı sonrasında Rus Çarlığı, Avusturya ve Osmanlı İmparatorlukları yıkılmıştı. Dünya düzenini altüst eden bu depremin artçı sarsıntıları devam etmekteydi. Almanya boğulmak istenmekteydi. Almanya rahatsızdı.
10 yıl içinde Avrupa’da yeni bir dünya savaşının başlayacağını Gazi, kendisini ziyaret eden ABD Genel Kurmay Başkanı General Mac Arthur’a söyledi. Çok geçmeden bu öngörü gerçekleşti ve 2. Dünya savaşı patladı. Türkiye Cumhuriyeti, dahi insan, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in çizdiği yolda ilerledi ve 2. Dünya savaşının dışında kalmayı başardı.
4.2.2.4 Mustafa Kemal’in devrimciliği: Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, Başbakan İsmet Paşa’ya memleketin ahvalini (durumunu) anlatan bir mektup gönderdi ve “Savaşı kazandık ama bundan sonra işimiz daha zor.” diyerek durumu özetledi. Osmanlı’dan geriye sömürgelikten ve savaştan kurtulan fakir, cahil, hasta bir millet ve yıkık bir vatan kalmıştı. Bu millet kurtuluşa ve özgürlüğe kavuştuğu için mutluydu ama acaba muasır (çağdaş) medeni bir devlet ve millet haline gelebilecek miydi? Bunun için millet yeterli güce ve inanca sahip miydi?
Genç Cumhuriyetin önünde üç önemli problem vardı.
İlki toplumun büyük bölümünün fakirliği ve yoksulluğuydu. Ülkenin işgalden kurtarılan birçok yeri haraptı. Ekonomik yönden millet tek kelimeyle perişandı.
Lozan Barış görüşmelerinde İngiliz delegesi Lord Curzon’un söyledikleri kulaklara küpe olmuştu. Bu nedenle kazanılmış olan siyasi bağımsızlığın korunması için dışarıdan borç alınamazdı. Millet çalışıp üretmek, tasarruf yapmak ve kendi ayakları üzerine ayağa kalkmak, ekonomik olarak yükselmek zorundaydı. Bu nasıl sağlanacaktı?
İkincisi cehaletti. Okuma yazma oranı çok düşüktü. Bu oran erkeklerde %10 kadınlarda % 0,4 idi. Kadınlar, eğitim dahil İslam’ın kendisine tanıdığı bütün haklardan menedilmişlerdi. Toplumun ekonomik olarak gelişebilmesi için çağın gerçekleri doğrultusunda bilimsel eğitimle yetişen bir kadroya, yeni bir nesle ve eğitilmiş kadın iş gücüne ihtiyaç vardı. Mevcut eğitim imkanları yetersizdi. Bu nesil nasıl yetiştirilecek ve bilimsel gelişme nasıl sağlanacaktı?
Üçüncüsü belki de en önemlisiydi. O’da Osmanlı’nın yıkılmasına neden olan bir hastalık, yenileşme düşmanlığı ve taassuptu. Halk gerçek İslami bilgilerden uzaklaştırılmış, İslam dini hurafelere boğulmuştu. İslam ahlakı zedelenmiş, din softaların elinde kalmıştı. Bu nedenle toplum gerçek İslam’ı yaşayamamaktaydı. Toplum din istismarcılarının elinden kurtarılmadıkça ve taassup yenilmedikçe gelişme sağlanamazdı. İslam dininin, din hükümlerini çarpıtan din adamlarının elinden kurtarılması yani İslam Dininin özgürleştirilmesi gerekiyordu. Galiba en zor olanı da buydu.
Gazi, bu problemlerin ancak köklü devrimlerle yenilebileceğini düşünüyordu ama O’nun kaybedecek zamanı yoktu. Yeni devlet yepyeni bir anlayışla inşa edilmeli ve ölmeden önce bu devrimler gerçekleştirilmeliydi.
Dünya tarihine bakıldığında devrimlerin uzun soluklu halk hareketleri olduğu görülür. Örneğin İngiltere, Fransa ve Rus devrimleri böyle gerçekleşmiş, halk yönetime egemen olmuştu. Türkiye’de ise bunun tam tersi bir durum söz konusuydu. Devrimler tepeden başlayarak halka intikal ettirilmek zorundaydı. Ancak bu yöntemin bir açmazı vardı. Bu köklü değişimleri halk ne zaman ve ne ölçüde benimseyecekti?
Gazi Cumhurbaşkanı 15 yıllık iktidarında düşündüğü devrimlerin tamamını gerçekleştirdi ve Türkiye Cumhuriyeti’ni özlediği çağdaş bir devlet haline getirmeyi başardı. Sadece Laiklik anlayışında toplumsal bütünlüğü sağlayamadı.
İslam Dinini özgürleştirme çabaları O’nun gerçekleştirdiği en büyük devrimdi. Ama İslami cehaleti ve taassubu yenemedi. Uygulamadaki yanlışlıklar yüzünden Laikliğin İslam’ı korumaktan çok dine ve ahlâka zarar verdiği düşüncesi toplumda yaşamaya ve ağırlığını korumaya bugün dahi devam ediyor.
Bu devrimleri yapan Gazi Mustafa Kemal’in din anlayışı neydi? Şimdi biraz bu konuyu anlamaya çalışalım.
4.3 Mustafa Kemal’in iç dünyası ve din anlayışı:
*Mustafa Kemalin din konusundaki düşünceleri: Bu konudaki düşüncelerini söylemlerinden anlayabilmekteyiz.
Saltanatın kaldırıldığı ve daha Cumhuriyetin ilan edilmediği 7 Şubat 1923 tarihinde Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde minbere çıkarak söylediği hutbede “Allah (cc) birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selameti ve sevgisi üzerinize olsun. Peygamber Efendimiz hazretleri Allah (cc) tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur bir elçi seçilmiştir. Bunun temel esası hepimizce bilinmektedir ki Yüce Kurandaki anlamı açık olan ayetlerdir.
İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer İlahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü maddi ve manevi tüm evren kanunlarını yapan Tanrıdır.
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.” derken bir başka söyleşide şunları ifade ediyor.
“Dinime bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam ona da öyle inanıyorum. Bilince ters, ilerlemeye engel hiçbir şey kapsamıyor. Halbuki Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu Asya milleti içinde daha karışık, suni ve boş inançlardan oluşan bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu güçsüzler (zavallılar) sırası gelince aydınlanacaklardır. Onlar aydınlığa yaklaşmazlarsa kendilerini yok ve mahkûm etmiş demektirler. Onları da kurtaracağız.
Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi. Fakat bina yüzyıllardır ihmal edilmiş. Harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine birçok yabancı unsur ve yorumlar, boş inançlar binayı fazla hırpalamış.”
Mustafa Kemal İslam dini, çalışma ve çağdaşlaşma konusunda ise şöyle söylüyor. “Allah’ın (cc) emri çok çalışmaktır. Çalışmak demek boşuna yorulmak, terlemek demek değildir. Zamanın gereklerine göre ilim, fen ve her türlü medeni buluşlardan azami derecede yararlanmak zorunludur.
Bizim dinimiz milletimize hakîr (değersiz, aşağılık), miskin (zavallı) ve rezil (alçak, adi) olmayı tavsiye etmez. Aksine Allah da (cc) Peygamber de (sav) insanların ve milletlerin yücelik ve şereflerini muhafaza etmelerini emrediyor.
Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler çağdaş olmayı inançsız olmak sayıyor. Asıl inançsızlık onların bu inanışıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı İslam dinini benimseyenlerin inançsızlara esir olmasını istemek değil de nedir?
Türk Milletinin büyük çoğunluğu İslam dinini seçmiştir. İslam dinini inanarak seçen ailenin çocuklarını bu yönde eğitmesi ve terbiye etmesi beklenir. Medeni Kanunumuz aile içinde bu görevi ana ve babaya vermiştir.
Müslümanların toplumsal hayatında hiç kimsenin özel bir sınıf olarak varlığını korumaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler, dini hükümlere göre hareket etmiş olmazlar. Biz de ruhbanlık (özel din adamları sınıfı) yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her kişi dinini, din işlerini ve imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur.”
“Bizi yanlış yola sevk eden kötü yaradılışlar, bilirsiniz ki çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep dini kural sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz ve öğreniniz. Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden kötülükler hep din perdesi arkasındaki dinsizlik ve kötülükten gelmiştir.”
“Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri yetiştirmek gerekli ise, dinimizin gerçek felsefesini inceleyecek, araştıracak, bilimsel ve teknik olarak telkin kudretine sahip olacak seçkin ve gerçek din adamlarını da yetiştirecek yükseköğrenim kurumlarına sahip olmalıyız.”
“Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Hiç kimse hiçbir kimseyi ne din ne bir mezhebi kabul etmeye zorlayamaz Her yetişkin dinini seçmekte serbesttir. Türk devleti Laiktir.”
“Cumhuriyet Hükümetimizin bir Diyanet İşleri Başkanlığı ve bu makama bağlı müftü, hatip, imam gibi birçok görevli memuru vardır. Bu vazifeli kişilerin ilim dereceleri, görev sorumlulukları ve kıyafetleri bilinmektedir.
Bu teşkilatın dışında vazifeli olmayan pek çok insanlar görüyorum ki bunlar da aynı kıyafeti giymeye devam ediyorlar. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta okuma yazması olmayanlara rastladım. Özellikle bu gibi bilgisizler, bazı yerlerde halkın temsilcileri imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya ilişki kurmaya adeta engel olma sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu tutum ve yetkileri kimden ve nereden almışlardır? Millete hatırlatmak isterim ki bu laubaliliğe müsaade etmek asla doğru değildir.
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve hakiki yol medeniyet yoludur.”
Yukarıdaki sözlerden anlaşılacağı üzere Gazi Mustafa Kemal Cumhuriyetin ilk yıllarında toplumumuzda hâkim olan din anlayışını doğru teşhis etmişti. Gerçek İslam’ın önündeki en büyük engel cehaletti. Bu cehaleti istismar eden etkin bir gurup vardı. Mustafa Kemal toplumda var olan bu dini cehaleti yenebilecek miydi? Dini istismar eden bu çevreleri bertaraf edebilecek miydi? Şimdi O’nun din anlayışını anlamaya çalışalım.
*Mustafa Kemal dindar mıydı? Mustafa Kemal bir Müslümandı. İslam inancının özü olan Kelime-i Şehadete inanırdı. İslam’ın çok önemsediği aklını kullanarak gerçeklere göre hareket etme, dürüst ve adil olma, her koşulda sadece halka hizmet etme, kişisel hırs ve mevki peşinde koşmama, affedici olma, birleştirici olma, kul hakkı yememe ve görevini özenle yapmaya çalışma açılarından değerlendirdiğimizde Mustafa Kemal dindar bir kişiydi.
Kişisel ibadet açısından değerlendirildiğinde Mustafa Kemal’in eksikleri vardı. Tanrıya olan görevlerden namaz ibadetini yeteri kadar yapmaz, Ramazan orucunu tam tutmazdı. Zamanın şartları nedeniyle hac ibadetini de yapamadı. Ama insanlarla ilişkin olan zekât ve sadaka ibadetini eksiksiz yerine getirirdi. Zayıf ve yoksullara yardım eder, yoksul çocukları evlatlık edinir ve pek çok çocuğun eğitimini üstlenirdi. Yaptıkları iyilikleri daima gizlerdi. 170 civarında camiyi kendi cebinden harcadığı parayla onartıp ibadete açtırmıştı. Bunu da kimse bilmezdi.
Mustafa Kemal mensubu olmakla onur duyduğu Müslüman Türk milletini hürriyete kavuşturmayı, O’nu eziklikten kurtarmayı ve O’na mutlu bir gelecek sağlamayı, böylece bütün mazlum milletlere ve insanlığa umut aşılamayı kendisine vaz geçilmez görev saymıştı.
O, 34 yaşındayken Çanakkale’de Müslüman Türk askeri Mehmetçiğin büyük bir inançla şehadete koşuşunun yakın şahidi olmuş ve Tanrıya ulaşmanın bu sonsuz hazzını bütün benliğiyle yaşamış bir kişiydi. Bu sonsuz şerefi acaba kaç kişi veya asker yaşadı? Bu saadete kaç kişi nail oldu? Şehitlikle eş değer gazi rütbesine kaç kişi ulaşabildi?
O, “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ilkesi ile kurtuluş için yola çıkmıştı. Halife padişah halkı koyun gibi görürdü. O halka padişahın baktığı gibi bakmaz halka değer verirdi. Müslüman Türk milletinin yurdu düşmandan kurtaracağından emindi. Çünkü İslamiyet bunu emrediyordu. Bu nedenle Anadolu’daki din adamları ile İngiliz işbirlikçisi olan halife padişah ve onun din adamı geçinen şeyhülislamları ile fetva savaşına girdi. Kazandı ve toplumu Kuvayı Milliye saflarında birleştirmeyi başardı.
Halkın gerçek temsilcisi olan TBMM’ni bir cuma günü, Hacı Bayram Camiinde kılınan Cuma namazdan sonra dualarla ve niyazlarla açtı. Halkla beraber yürüttüğü kurtuluş mücadelesini kazandı ve İslam’a en uygun yönetim tarzı olan Cumhuriyeti milletine hediye etti. Çünkü “Halka hizmet, Hakka hizmet etmek.” demekti.
Ülkesinin özgürlüğü kadar önemsediği ikinci şey İslam’ın ve Müslümanların özgürleşmesiydi. Ülkemizde Kuran-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler o güne kadar Türkçeye çevrilmediğinden Türkler İslam’ı öz kaynaklarından öğrenme imkanına sahip değillerdi. İslami bilgiler topluma birilerinin ağzından çoğu kere yanlış ve çarpıtılarak aktarılırdı. Bu nedenle Ülkemizde İslam özgür değildi. Bunun için önce Kuran-ı Kerimin ve Hadis-i şeriflerin Türkçeye çevrilmesinin emrini verdi.
“1932 yılı Ramazanının 4.gün iftarında Gazi, Hafız Yaşar Beye verdiği talimat üzerine Hafız Sadettin Kaynak Sultan Selim’li Rıza, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Süleymaniye Camii baş müezzini Kemal. Beylerbeyli Fahri, Darüttalim-i Musiki üyesi Zeki, Muallim Nuri ve Hafız Burhandan oluşan bir heyeti Dolmabahçe Sarayında kabul eder.
İftardan sonra Cemil Sait Beyin yaptığı Kuran tercümesini getirtir. Ayağa kalkıp ceketinin önünü ilikledikten sonra onlara Fatiha suresinin tercümesini okur.
Sonra her birine hangi camilerde mukabele okuduklarını sorar ve onlara şu tavsiyede bulunur. Arkadaşlar. Hepinizden ayrı ayrı memnun kaldım. Bu mübarek ay vesilesiyle camilerde okuduğunuz mukabelenin son sayfalarını Türkçe olarak cemaate izah ediniz. Halkın, dinlediği Kuran’ın manasını anlamasında çok fayda vardır.
Mustafa Kemal ilk uygulamayı da bizzat Hafız Yaşar’a yaptırır. “Yaşar Bey, siz öbür gün Yere Batan Camiinde Yasin suresini ve tercümesini okuyacaksınız.’’ Ertesi gün gazeteler bu durumu yayınlarlar.
Hafız Yaşar Bey anlatıyor:
“Bu haber İstanbul’da bomba etkisi yaptı ve taassubu gıcıkladı. Kuran’ın Arapça nazil olduğu, tek kelimesine dahi dokunulamayacağı gibi fısıltılar kulaktan kulağa dolaşıyordu. Nitekim aynı gün tramvayda da böyle bir konuşmaya şahit oldum. Nasıl olur? Kuran nasıl Türkçe okunurmuş? Oysa gazeteler konuyu yanlış aksettirmişlerdi. Ben Yasin suresini Arapça okuyacak ardından Cemil Sait Beyin yaptığı surenin Türkçe tercümesini cemaate aktaracaktım.
Cuma günü Karaköy’deki Yere Batan Camiine gittiğim zaman kalabalık camiden taşmış, sokakları sarmış, trafik durmuştu. Halkı aşmama imkân yoktu. Başkomiserin yardımıyla güçlükle camiye girebildim. Cemaatin arasından kürsüye doğru ilerlerken dışarıdan kuvvetli bir korna sesi geldi. Cemaat şöyle bir dalgalandı. Gazi geliyor! dediler. Ama gelenler Maarif vekili Rüştü Galip ile Kılıç Ali Bey idi. Kürsüye çıktım. Arapça Besmele çektim ve Yasin Suresini önce Arapça olarak okudum. Sonra onun Türkçe tercümesini, ayet ayet açıkladım.”
“Müşfik ve rahim olan Allah’ın (cc) adıyla başlarım. Hâkim olan Kuran hakkı için kasem ederim ki ya Muhammed (sav) sen, tarik-i müstakime (doğru yola) sevk eden bir Resulsün. Kuran sana aziz ve rahim olan Tanrı tarafından nazil olmuştur (indirilmiştir) ………………………………
Böylece surenin tamamının manasını okudum. Son 83. ayetin Türkçe manasını “Her şeyin hükümdarı ve hâkim-i mutlak olan Tanrı’ya hamdolsun. Hepiniz ona rücu edeceksiniz (döneceksiniz)” diye açıkladım ve Sadakallahül azim (Şüphesiz azim olan Allah(cc) doğruyu söyler.) diyerek okumamı tamamladım.
Akabinde Türkçe olarak şu duayı yaptım.
“Ulu Tanrım! Bu okuduğum Yasin-i Şeriften hasıl olan sevabı Cenab-ı Muhammed Efendimiz hazretlerinin rûh-ı saadetlerine ulaştır. Tanrım! Hak ve adalet üzerine hareket edenleri payidâr (sonsuza kadar kalıcı) eyle.
Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet payidar kıl. Türk Milletini muhafaza eyle. Şanlı Türk ordusunu, onun değerli komutan, kumandan ve erlerini karada, denizde, havada her veçhile muzaffer kıl.
Yarabbi! Vatan uğrunda fedayı can ederek şehit olan kardeşlerimizin ruhlarını şad eyle. Vatanımıza kem gözle bakan düşmanlarımızı perişan eyle. Topraklarımıza bol bereket ihsan eyle. Memleketin ve milletin refahına çalışan büyüklerimizin umurlarında muvaffak bil hayır (hayırlı) eyle. Amin!’’
Bu merasimden ve halkın rağbetinden çok memnun olan Gazi Mustafa Kemal aynı merasimin Cuma günü Sultan Ahmet Camiinde tekrarlanmasını ister. Sultan Ahmet Camii içinde ve dışında on binlerce kişi toplanır. Fatih Camii hatibi Hafız Şevket Efendinin okuduğu hutbe ve kıldırdığı Cuma namazından sonra tekbirler getirilir. Kuran-ı Kerimin bazı sureleri okunur ve Türkçe manaları verilir. Arkasından Süleyman Çelebinin yazdığı Mevlid okunur.
Bu törenden de çok mutlu olan Gazi Mustafa Kemal, bu defa aynı merasimin Kadir Gecesinde Ayasofya Camisinde yapılmasını ve merasimin radyo ile yayınlanmasını ister.1932 yılı Ramazan ayının 26. Kadir gecesinde okunan bu Mevlidi Hafız Yaşar Efendi şöyle anlatıyor.
“Akşam namazından sonra kapılar kapatıldı. İçeride ve dışarıda benzerine az rastlanan bir kalabalık vardı. Ancak polisin yardımı ile müezzin mahfeline gidebildik. Teravih namazını Hacı Faik Efendi kıldırdı. Namaz aralarında ilahiler ve ayin-i şerif okundu. Hoparlörler caminin her tarafına konulmuştu. Bu dini merasim Türkiye’de ilk defa radyo ile dünyaya yayılıyordu. Sıra Mevlide geldi. Yirmi hafız tarafından okunan Mevlid pek muhteşem ve ulvi oldu. Perde perde yükselen bu İlahi nağmeler Ayasofya Camiinin cidarlarından Türkiye sathına ve bütün dünyaya yayılıyordu. Cemaat sanki büyülenmiş ve gayş (manevi coşku) olmuştu. Hele muazzam cemaatin de iştirak ettiği o tekbir sedaları, insana havalanacak kadar bir hafiflik hissi veriyordu.
Ertesi gün huzuruna çıktığımda Gazi Paşa bana “Dini merasimi radyodan takip ettim. Çok memnun ve mütehassis oldum. Arkadaşlarınız Hafız Beyleri yarın akşam saraya iftara davet ediyorum.” dedi. Ertesi gün Gazi bizimle beraber iftar etti. İftardan sonra hafızlara okuttuğu Kuran’ı dinledi ve kendilerine iltifat etti. Çıkışta hafızlar memurlar tarafından verilen 200 TL bahşiş ile ödüllendirildiler.
Gazi Mustafa Kemal dostlarına ve arkadaşlarına vefalıydı. Onların vefatlarında Kuran okuturdu. Ama hiç unutmadığı vefalı arkadaşları Çanakkale’de şehit olan 57. Alayın subay ve erleriydi. Her yıl muntazam olarak Çanakkale Şehitleri için Kuran ve Mevlid okuturdu. 1932 yılındaki merasim Çanakkale’de Şehit Mehmet Çavuş abidesi önünde yapıldı. İstanbul’dan getirtilen seçkin hafızlar açık havada Kuran ve Mevlid okuyarak şehitleri andılar ve ruhlarına bağışladılar.
Gazi tercümeler yapılırken ezanın Türkçe okunmasını emretti. Yasin suresinin, Türkçe mealini Ayasofya camiinde radyolardan dinlenecek şekilde okuttu. Türkçe ezan toplum tarafından pek benimsenmedi. Ama Kuran’ın Türkçe anlamı toplumu çok etkiledi ve bu işlem radyolardan birkaç kere tekrar edildi. İnsanlar Kuran okuyorlardı ama anlamını bilmiyorlardı. Müslümanlar Kuran’a hasretti.
Mustafa Kemal Müslümanların bu hasretini giderdi. O’nun emir ve yönlendirmesiyle Elmalılı Hamdi Yazır Hocanın hazırladığı 9 ciltlik Hak dini ve Kuran dili adlı meali ve tefsiri 15 bin cilt olarak 1935- 38 yılları arasında ve Ahmet Naim ile Prof. Dr. Kâmil Miras tarafından hazırlanan 12 ciltlik Sahih-i Buhari Muhtasarı tercümesi 1935-1940 yılları arasında yayınlandı. Bugün dahi İslam’ın kaynak kitapları konumunu taşıyan bu çalışmalarla Türk Müslümanlığı özgürlüğüne kavuştu. İnsanlar aracısız Kuran hükümlerini okumak ve Peygamberin uygulamalarını öğrenmek olanağına kavuştular.
Mustafa Kemal yeni bir millet, yeni bir toplum ve çağdaş bir yapı kurmaya çalıştı. 6 Okla simgelenen devrimleri gerçekleştirdi. Ancak Gazi Mustafa Kemal’in yaptığı en önemli devrim İslam’ın iki temeli olan Kuran-ı Kerim’i ve Hadis-i Şerifleri Türkçeye tercüme ettirerek Türkiye’de İslam’ı özgürlüğe kavuşturmasıydı.
*Gazi Mustafa Kemal barışçı bir liderdi. İslamiyet de insanların barış içinde yaşamasını emretmekteydi. O’nun barış konusundaki adımlarından biri Ayasofya’nın 1934 yılında müzeye çevrilmesiydi.
Bilindiği gibi Aya Sofya Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından MS 532-537 yılları arasında kilise olarak inşa ettirilmişti. Görkemi dolayısıyla doğu Hıristiyanlarının gururu olmuş ve Jüstinyen bu yapı ile Mescid-i Aksa’yı kıyaslayarak “Ey Muhteşem Süleyman(as). Seni bile geçtim.” diye öğünmüştü.
İslam; Bakara suresinin 256. ayetindeki "Dinde zorlama yoktur." ifadesi ile diğer inançlara saygı gösterilmesini ister.
Hac suresinin 40 ayetindeki “……….Eğer Allah (cc) insanların bir kısmının kötülüğünü savmasaydı içinde Allah’ın (cc) adının çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi………….” sözlerle mabetlerin korunması gerektiği,
Al-i İmran suresinin199. Ayetindeki “Ehli kitap içinde öyleleri vardır ki onlar Allah’a(cc) size indirilenlere ve kendilerine indirilenlere iman ederler. Tam bir teslimiyet, büyük bir saygı ve gönül ürpertisi içinde. Allah’a(cc) teslim olmuşlardır. Allah’ın(cc) ayetlerini değersiz dünya menfaati karşılığında satmazlar.” ifadesiyle kiliselerde ve manastırlarda inançlı insanların varlığı ve,
Maide suresinin 82. ayetindeki "İman edenlere düşmanlık etmede insanların en şiddetlisinin Yahudiler ve Allah’a (cc)ortak koşanlar olduğunu görürsün. Yine onların iman edenlere sevgi bakımından en yakınının da Biz Hıristiyanlarız diyenler olduğunu mutlaka görürsün. Çünkü; onların içinde rahipler vardır. Onlar büyüklük taslamazlar.’’ ifadelerle Hıristiyan rahiplerin İslam’a en yakın kişiler oldukları vurgulanır.
Bu ayetlerin ışığında Hazreti Peygamber (sav)mecbur olmadıkça başka dinlerin mabetlerine dokunulmamasını emretmiş, Halife Hazreti Ömer (ra) 637 yılında Kudüs şehrini teslim aldığında Mescid-i Aksa’yı ziyaret ederken “Kamame Kilisesinde namaz kılabilirsiniz” diyen başpiskoposun teklifini “Müslümanlara örnek olmasın” diyerek geri çevirmiş, namazını başka yerde eda ederek İslami bir tavır sergilemişti.
Fatih Sultan Mehmet ise bir büyüklük ve gösteriş içinde Ayasofya Kilisesini camiye çevirdi. O’nun bu hareketi İslami değerlere uygun değildi. Buna gerek te yoktu. Çünkü İslam’ın gösterişli camilere ihtiyacı yoktu. Ve o tarihlerde İstanbul’da birkaç küçük cami de vardı. Esasen yeryüzünün her karış toprağı Tanrı tarafından Müslümanlara mescit olarak hediye olunduğundan atalarımız ibadetlerini namazgah denilen mütevazi mescitlerde yerine getirmeyi tercih etmişlerdi.
Fatih Sultan Mehmed’in bu davranışı Ortodoks Hıristiyan dünyasında düşmanlık duygularını artırdı. Bu nedenle Osmanlı Kırım’dan, Kafkasya’dan ve Balkanlardan geri çekilirken pek çok cami ve mescit ağır hakaretlere maruz kaldı. Bazıları yıkıldı. Bazılar meyhane yapıldı. Bazıları domuz ahırına çevrildi.
Gazi Mustafa Kemal İslam’da esas olan barışın taraftarıydı. Yurtta ve dünyada barış ilkesiyle hareket etti. Herkesle ve Hıristiyan dünyası ile dost geçinmek istiyordu. Bu nedenle Hıristiyanlığın onur abidesi olan Ayasofya’yı 1934 yılında müzeye çevirdi. Böylece Fatih Sultan Mehmed’in yaptığı hatayı düzeltti.
Hazreti peygamber (sav) Müslümanlara “Aşırı gitmeyiniz. Mutedil olunuz, orta yolda bulununuz.’’ tavsiyesinde bulunmaktaydı. Aya Sofya için orta yol onu müze yapmakla bulunmuştu.
Çocukluğundan beri şiddetli böbrek ağrısı çekerdi. Bu nedenle çok kere kaplıca tedavisi görmüştü. Ağrılarından dolayı uyuyamıyordu. Acılarını dindirmek maksadıyla sohbet toplantılarında içtiği bir kadeh içki, O’na karşıt olanlar tarafından daima istismar edildi.
Birgün çocukluk arkadaşı ve yakın koruması Salih Bozok kendisine “İçki içtiğimiz için bizi sarhoş olarak aşağılıyorlar.” deyince “Salih kardeşim! Bizi hırsızlıkla, sahtekarlıkla, milletin parasını cebimize doldurmakla, halka haksızl8k yapmakla, emanete hıyanet etmekle suçlamıyorlar ya müsterih ol. Takma kafana. Biz kul hakkı yemedik. Tanrıya olan hesabımız da sadece bizi ilgilendirir.” cevabını vermişti.
Evet. İslam’a göre kişi kul hakkı yemedikçe ibadet eksikliğinden veya kişisel günahlarından sadece Tanrı’ya karşı sorumludur. Tanrının geniş rahmeti vardır. Dilediğini affeder ya da affetmez. Hüküm onundur.
Sürekli kul hakkı yemeyi kendilerine meslek edinen din istismarcı kişiler, hakkını yedikleri kullar tarafından belki bu dünyada, olmazsa kıyamet günü mutlaka sorgulanacaklarını hiç düşünmezler mi? Düşünmüyorlarsa onların vay haline! Çünkü insanlar, Tanrı kadar merhametli değillerdir. Çünkü insanlar, affetmezler.
Gazi Mustafa Kemal Hafız Yaşar Efendiye sık sık Kuran okutur ve huşu ile dinlerdi. Bir gün Yaşar Bey’e açıldı. Gözleri yaşlı ve sesi titreyerek şunu sordu. “Hafız Bey. Bana dinsiz diyorlarmış. Ben dinsiz miyim?”
Hafız, “Estağfurullah efendim! Sen ki Müslüman Türk Milletini esaretten kurtardın. Müslümanları özgürlüğe kavuşturdun. Onlara İslam dinini en saf şekliyle öğretmeye çalıştın. İslam’a ve Müslümanlara bundan daha büyük hizmet olur mu? Bu şeref kimseye nasip olmaz. Rabbim bilir. Sen bu necip millete Tanrının bir armağanısın. Sana bu isnadı yapanlar menfaatleri elinden alınan dini duyguları çıkarları için kullanan kişilerdir. Onların sözüne kulak asma. Bugün herkes dinini istediği gibi yaşayabiliyor, istediği kadar ibadet edebiliyor. Milletin büyük çoğunluğu senden çok memnun. Yaptıkların için sana gönülden şükran borçlular ve senin için dua ediyorlar. Bu sana yeter. Şüphesiz Tanrı halka hizmet edenleri sever.” sözleriyle O’nu avutur.
Evet. Bugün dahi Gazi Mustafa Kemal, bazı çevrelerce Laiklikle ve din konusunda yanlışlıklar yapmakla suçlanmakta. Gazi Mustafa Kemalin vefatından bu yana 85 yıl geçti. Gazi’yi suçlayan kişilerin desteklediği siyasi güçler1950 yılından beri siyasette iktidar oldular.
Bu iktidarlar bir kere dahi olsun iddia ettikleri yanlışlıkları düzeltme yoluna gitmediler. Hatta daha da ileri giderek İslamiyet’e aykırı eylemlerde bulundular. Ülkeye İslam’ın kesin olarak yasakladığı israf hastalığını getirdiler. Ülkeyi dış borç batağına sürüklediler. Ülkenin ekonomik yönden geleceğini riske attılar.
Bugün millet mer’i kanunlar çerçevesinde dini yaşamını özgürce sürdürüyor. Ülkenin kendilerine sağladığı haklardan alabildiğince yararlanan, kişisel çıkarlarını kaybettikleri için sadece itham eden, İslam için köklü hiçbir şey yapmayan, bu ağızlara ise Milletin büyük çoğunluğu itibar etmiyor.
Bu insanlara Kurandan bazı ayetleri hatırlatmak istiyorum. Kuran-ı Kerim’in. Ankebut suresindeki 45. ayet şöyle buyuruyor. “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı özenle kıl. Şüphesiz namaz hayasızlıktan ve kötülükten meneder Allah’ı (cc) anmak elbette en büyük ibadettir. Şüphesiz Allah(cc) yaptıklarınızı bilir.”
Dikkatinizi çekerim. Ayet "Şüphesiz namaz hayasızlıktan ve kötülükten meneder." diyor. Namaz kılan ancak; kul hakkı yemeye devam eden, hayasızlık ve kötülüklerden uzaklaşmayan çevreler dikkat ediniz. Bu eylemlere devam ettiğinize göre, kıldığınız namaz size bir fayda sağlamıyor demektir.
İnsanları aldatabilirsiniz. Ama Tanrıyı asla aldatamazsınız Tanrı bu kişileri Maun Suresi 4-7. ayetlerinde bakınız nasıl şiddetle uyarıyor. “Vay o namaz kılanların haline! Ki onlar namazlarının özünden uzaktırlar. Onlar halka gösteriş yaparlar. Hayırlara da engel olurlar.” Namaz kıldığı için büyüklenen, insanları dinsizlikle suçlayan ve başkasından hesap sorma gafletine düşen kişiler! Bu ayetleri hatırınızdan hiç ama hiç çıkarmayın.
Gelecek yazı: Gazi Mustafa Kemal’i Laik uygulamaya götüren sebepler: