1926 yılının diğer önemli olaylarını tarih sırasına göre hatırlayalım.
* 16 Mayıs 1926: Son Osmanlı padişahı VI Mehmed Vahdettin (1861- 1926) İtalya’nın San Remo kentinde öldü. Sultan Abdülmecid’in padişah olan dört oğlundan sonuncusu VI. Mehmed (1918- 1922) yılları arasında İngiliz işgalindeki bir başkentte dört yıl hüküm sürdü. Şehzadeliği döneminde yaptığı Almanya seyahatinde Mustafa Kemal, ona refakat etmişti. Mustafa Kemal’i iyi tanıyordu. Ondan yararlanabilirdi. Ama Abdülmecid’in oğullarında görünen dar kafalılık, içine kapalılık ve başkalarına güvenmeme hastalığı O’nda da vardı. Fransız İhtilalinin getirdiği özgürlük dünyasında bütün krallıklar birer birer ortadan kalkarken padişah Vahdettin halka hiç değer vermiyor, halkı köle gibi görüyordu. Bu düşüncesi ile çağın getirdiği akımların çok gerisinde kalmıştı. Çağa ayak uyduramadı.
30 Ekim 1918 Mondros Anlaşması ile I. Dünya Savaşı sona ermiş ve Osmanlı yenilmişti. Bu anlaşma gereği galip devletler Anadolu’nun muhtelif yerlerini işgale başladılar. İngilizlerin desteğiyle Yunan askerlerinin 15 Mayıs 1915 de İzmir’e çıkmaları ve Ege bölgesinde ilerlemeleri Millî Kurtuluş savaşının başlamasına sebep oldu.
Padişah, İngilizlerin önerileriyle Anadolu’da İngilizlere ve Rumlara karşı yapılan direnişleri önlemek için Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderir. Padişahın izni ve yanındaki erkan ile 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkan Mustafa Kemal ve arkadaşları Millî Mücadeleyi fiilen başlatırlar.
Bugünün padişah yanlıları bu hareketiyle “Kurtuluş savaşını Vahdettin başlattı.” diyerek bu olayı Vahdettin’in hanesine olumlu yazmaya çalışırlar. Oysa padişahın niyeti 8-9 Temmuz 1919 tarihinde açık bir şekilde ortaya çıkar ve Mustafa Kemali İstanbul’a geri çağırır. Görevinden istifa eden ve geri dönmeyen Mustafa Kemal ve arkadaşlarını daha sonra idama mahkûm ettirir.
23 Nisan 1920 tarihinde açılan TBMM ile siyasi bir yapıya bürünen Millî Mücadele, padişah yönetimindeki taraflarca bu kere fetvalar savaşıyla halk nezdinde itibarsızlaştırılır. Yunan ile savaşmayın fetvaları verilir. Oysa daha 1. Dünya Harbinin Osmanlıyla hesaplaşacağı Sevr Anlaşması imzalanmamıştı. Padişah Mustafa Kemal’i destekleseydi Kurtuluş savaşı daha kısa sürede sonuçlanır, millet bu kadar sıkıntı çekmez, eza ve cefa yaşamazdı. Ancak padişahın kendi saltanatını devam ettirmekten başka bir derdi yoktu. Tercihini İngilizlerin yanında olma şeklinde yaptı.
10 Ağustos 1920 tarihinde ülkenin işgaline izin veren bu anlaşmayı imzalamaları Padişah Vahdettin’i ve onun yanındakilerini ebedi olarak mahkûm etmiştir. Bir insan, bir Müslüman ve Osman Gazinin torunu bir Osmanlı, böyle bir anlaşmayı nasıl imzalar ve uygulamasına yardımcı olur?
Kurtuluş savaşı Padişah Vahdettin yönetiminin karşı koymasına rağmen kazanıldı. 1 Kasım 1922 tarihinde hilafet ve saltanat ayrıldı. Saltanat kaldırıldı. Sultan Vahdettin 17 Kasım 1922 günü İngiliz zırhlısı Malaya’ya binerek Malta’ya gitti. Cenazesi Şam’a getirildi ve Sultan Selim camii kabristanına gömüldü.
Kalsaydı belki yargılanırdı. Belki mahkûm olurdu. Ama bu şekilde vatansız ölmezdi. 1299 yılında insanlık için bir umut olarak kurulan, İslam ahlakıyla insanlara yüzyıllarca adalet dağıtan bir devletin, koca Osmanlı İmparatorluğunun sonu böyle hazin olmamalıydı.
* 5 Haziran 1926 Musul meselesi: Osmanlı Mebusan Meclisinin son ama en önemli kararı 28 Ocak 1920 tarihinde ilan ettiği ve Ulusal sınırları belirleyen Misak-ı Milli (Milli Ant) kararıdır. Bu kararla Musul ve civarı vatan toprağı kabul edilmişti. 1. Dünya savaşında Irak cephesinde İngiliz kuvvetlerine karşı sağlanan üstünlük, askeri hatalar nedeniyle korunamadı ve Musul dahil Kuzey Irak İngilizlere teslim edildi.
Lozan konferansı başladığında Musul ve civarı fiilen İngiliz işgali altındaydı. Yeni bulunan ve gelecekte 20. yüzyılın en büyük enerji kaynağı olacak petrolün bu bölgede bolca mevcut olması İngilizlerin iştahını kabarmaktaydı. Musul ve civarında Türk kayıtlarına göre 263 000 Kürt, 146 000 Türk, 43 000 Arap ve 31 000 Gayri Müslim bulunmaktaydı. İngilizlere göre Arap ve Kürt nüfuzu daha fazla, Türk nüfusu daha azdı (66 000).
Musul Meselesi, konferans süresince İngilizlerle yapılan ikili temaslara rağmen Lozan görüşmelerinin birinci safhasında İngiliz delegesi Lord Curzon’un burnundan kıl aldırmayan edasıyla pek görüşülememiş, bu oturumlarda hiçbir toprak sorunu çözülememişti. Bu nedenle 4 Şubat 1923 tarihinde dağılan konferans 23 Nisan 1923 tarihinde bu kere ekonomi ve hukuk konularını görüşmek üzere yeniden toplandı. Bu safhada Fransızların yürüttüğü toplantılar uzun müzakereler sonucu karara bağlandı. Her türlü kapitülasyonlar kaldırıldı. Musul Meselesi, Konferansın nihai metninde İngiltere ve Türkiye Cumhuriyeti arasında görüşülmek üzere ileri bir tarihe bırakıldı.
İki ülke heyetleri arasındaki ilk görüşmeler 19 Mayıs 1924 tarihinde başlayan Haliç Konferansı ile yapıldı. Türk önerisinde Süleymaniye, Kerkük ve Musul’un Türklere bırakılması istenmekte buna karşılık petrolde İngilizlere ortaklık teklif edilmekteydi. İngiliz temsilcisi Sir Percy Cox bu öneriyi kabul etmedi. Lozan’daki sözler aynen tekrar edildi. Türk heyeti başkanı Fethi Bey’in Musul meselesinin Türk- İngiliz ilişkilerini bozmaması gerektiği şeklindeki sözleri etkili olmadı. İngilizlerin Nastûri Hıristiyanlarının geleceği için Hakkâri ilinin Irak’a bağlanması önerisi konferansı bitirdi. Konferans 5 Haziran 1924 tarihinde karar alınamadan dağıldı.
İngilizler 6 Ağustos 1924 tarihinde Milletler Cemiyetine müracaat ederek Musul Meselesinin gündeme alınmasını istediler. 30 Ağustos’ta başlayan ilk oturumda İngiliz delegesi Lord Parmoor Musul meselesinin değil sadece Türk- Irak sınırının görüşüleceğini ileri sürerek görüşmeyi çıkmaza sürükledi. Milletler Cemiyeti 30 Eylül 1924 tarihinde konunun kurulacak bir komisyonda görüşülmesine karar verdi. Üç kişilik komisyon Macar Kont Teleki, Belçikalı eski başkan A. Paulis ve emekli albay İsveçli A.Wirsen’den oluşmakta, Türkiye’yi Cevat Paşa temsil etmekteydi. Komisyon konuyu bilirkişilere havale etti. Milletler Cemiyeti o tarihlerde dünyanın en güçlü devleti olan İngiltere’nin kontrolündeydi. Türkiye’nin haklı davasında destekçisi yoktu.
Türkiye’nin konuyu gerekirse silahlı çatışmaya dönüştürecek kararlılığına İngiltere cevap verecek durumda değildi. Bunu önlemek için İngilizler, içimizde öteden beri var olan iş birlikçilerini harekete geçirerek Şeyh Sait isyanını başlattılar.13 Şubat- 15 Nisan 1925 tarihleri arasındaki bu isyan, Türkjye’yi epey uğraştırdı.
Bilirkişilerin raporları çelişkiliydi ve Türkiye lehine değildi. Diğer ülkeler İngilizlerin yanında yer aldılar Son olarak bilirkişi olarak seçilen Estonyalı General Laidoner’in raporu olumsuz çıkınca Milletler Cemiyetinin aldığı karar Türkiye aleyhine çıktı.
5 Haziran 1926 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması ile Milletler Cemiyetinin 29 Ekim 1924 tarihinde çizdiği Türk- Irak sınırı kabul edildi. Türkiye petrol şirketinden %10 hisse alacaktı. Türkiye %10 hakkından bir defaya mahsus olmak üzere 500 000 sterlin karşısında vazgeçebilecekti. Bu anlaşma ile Musul Meselesi Türkiye’nin beklentileri dışında sona erdi.
Böylece emperyalizm Türkiye Cumhuriyeti karşısındaki yenilgisinin acısını çıkarmış oldu. Kuruluş amacı özgürlük olan ve o tarihlerde sömürge yaşamı süren mazlum milletlere örnek olan Türkiye Cumhuriyeti emperyalizm karşısında ne kadar direnecek ve Türk Milleti kuruluşundaki Cumhuriyet ilkelerine ne kadar sahip çıkacaktı? Bunu zaman gösterecekti.
*14 Haziran 1926 Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e suikast: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal yurt gezisindeydi. Balıkesir’e gelmişti Ertesi gün İzmir’e gidecekti. Mustafa Kemal kendisine suikast yapılacağı haberini 14 Haziran 1926 günü Balıkesir’de aldı. O gün orada kaldı. Zanlılar tutuklanınca 16 Haziran’da İzmir’e geldi.
Planlanan suikast olayını eski millet vekili Ziya Hurşit gerçekleştirecekti. Ziya Hurşit 1919 yılında Erzurum vali vekili kadı Hurşit Efendi’nin oğluydu. Onun yaptığı hizmetlere karşı Mustafa Kemal yaşı küçük olan Ziya Hurşit’in yaşını büyüterek onu TBMM 1. Meclisinde Lazistan (Rize) mebusu olarak seçtirmişti. İkinci mecliste kendisine yer verilmeyince, haksızlığa uğradığı düşüncesine katılmış ve bu işi üstlenmişti.
Ziya Hurşit, Gülcemal vapuru ile İstanbul’dan İzmir’e gelmiş, suikasttan sonra kendisini Yunan adalarına kaçıracak motorcu Giritli Şevki tarafından ihbar edilmişti. Yapılan aramalarda Ziya Hurşit’in kaldığı otelde bol sayıda cephane bulundu. Diğer bir otelde yardakçıları üç kiralık katil Çopur İsmail, Laz İsmail ve Gürcü Yusuf yakalandı. Soruşturma genişletildiğinde eski ittihatçı olan Sarı Efe Edip, İzmir mebusu Şükrü Bey tutuklanınca olayın arkasında eski İttihatçı gurubun yer aldığı ortaya çıkarıldı. İttihat ve Terakki partisinin ileri gelenleri ve bu eyleme adı karışan daha önce kapatılmış olan Terakki Perver Fırkasının ileri gelenleri tutuklandılar.
Kazım Kara Bekir Paşa’nın tutuklanmasına tepki gösteren Başbakan İsmet Paşa, emniyet müdürüne telefon ederek Karabekir Paşayı serbest bıraktırınca İstiklal Mahkemesi, başbakanın tutuklanmasına karar verdi. Araya giren Mustafa Kemal, mahkeme savcısını dinledikten sonra İsmet Paşayı mahkeme üyeleri ile görüşmek için İzmir’e gönderdi. Bu görüşmelerden sonra İsmet Paşa hakkındaki tutukluluk kararı kaldırıldı.
İstiklal Mahkemesi 21 Haziran 1926 tarihinde suikast olayını görüşmeye başladı. İstiklal Mahkemeleri, devrimin hukuki güvencesi konumundaydılar. Gerek gördüklerinde başbakanı dahi tutuklayabiliyorlardı. Görüşmeler kısa sürede tamamlanır ve kararlar kısa sürede verilirdi. Kararların temyizi yoktu ve kesindi.
İzmir İstiklal Mahkemesi Başkan Ali (Çetinkaya,) üye Ali (Kılıç), yedek üye Ali ve savcı Necip Ali’den teşekkül etmekteydi. Bu nedenle bu mahkeme halkoyunda Dört Aliler mahkemesi olarak anıldı.
Mahkeme duruşmaları açık olarak yapıldı. Zanlılar birbirleriyle yüzleştirildiler. Duruşmalar 13 Temmuz 1926 tarihinde sonuçlandı. Alınan kara gereğince:
*Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa (Cebesoy), Albay Refet Bey, Cafer Tayyar Paşa, Mersinli Cemal Paşa, mebuslardan Faik, Sabit, Halet, Feridun Fikri, Kâmil Zeki, Bekir Sami, Besim Necati, Münir Hüsrev, Nafiz Bey, Ahmet ve eski Erzurum Mebusu Süleyman Necati Bey beraat ettiler.
** Komutanlara ömür boyu siyasi yasak getirildi.
*** Suçu sabit görülen eski Lazistan mebusu Ziya Hurşit, eski Trabzon mebusu Hafız Mehmet, İzmir mebusu Şükrü, Saruhan mebusu Halis Turgut, Erzurum mebusu Rüştü Paşa, mebus Albay Arif, Sarı Efe namıyla anılan Edip teğmenlikten emekli Çopur Hilmi, baytar albaylıktan emekli Rasim, Laz İsmail, Gürcü Yusuf eski Ankara valisi Abdülkerim (gıyaben) ve eski iaşe nazırı Kara Kemal(gıyaben) idama mahkûm edildiler.
İstanbul mebusu İsmail Canpolat 10 yıl hapse mahkûm edildi. Karara itiraz edince idamına karar verildi. Kara Kemal ve Abdülkerim dışındakiler hemen infaz edildiler.
Kara Kemal ve Abdülkerim önce Trakya’da bir çiftlikte saklandılar. Yakalanacağını anlayınca Kara Kemal 27 Temmuz günü intihar etti. Abdülkerim, Bulgaristan’a kaçarken yakalandı, yeniden yargılandı ve idam edildi.
**** Eski Erzincan mebusu İhsan, eski Ardahan mebusu Hilmi, eski maliye nazırı Cavit Bey, eski Sivas mebusu Selahattin, eski İzmir valisi Rahmi Bey, İzmir Mebusu Hilmi, İttihat Terakki partisinin ileri gelenlerinden Dr. Nazım Bey, eski başbakan ve İstanbul mebusu Rauf Bey ve İstanbul mebusu Adnan Bey’in (Adıvar) dosyaları ayrılarak Ankara İstiklal mahkemesine gönderildi.
***** 2 Ağustos 1926 tarihinde Ankara İstiklal Mahkemesinde başlayan yeni dava 26 Ağustos’ta sonuçlandı. Mahkeme heyetindeki tek değişiklik üye Reşit Galipti. Verilen karara göre İttihatçı Dr. Nazım ve Cavit Bey, İttihatçı kâtip Nail ve mebus Hilmi Bey idama, oturumlara katılmayan Rauf Bey, İzmir valisi Rahmi Bey ve Adnan Bey gıyaplarında 10 yıl yurt dışında sürgüne mahkûm edildiler. Diğerleri beraat etti. Cumhuriyet aleyhine sürekli yazılar yazan gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ın gazetesi kapatıldı ve kendisi Çorum’a sürgüne gönderildi.
Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e düzenlenen suikast, birkaç yıl önce bu ülkede iktidar olmuş, memleketi felakete sürüklemiş İttihat Terakki mensuplarının ne kadar muhteris ve ne kadar dengesiz kişiler olduklarını göstermekteydi. Onların sebep olduğu yıkıntıyı bin bir güçlüklere katlanarak yenmeye çalışan Mustafa Kemal ve arkadaşlarına saygı ve minnet duymaları gerekirken böyle bir davranışa yeltenmelerinin makul izahını yapmak mümkün değildi.
Bu olaydaki ikinci husus, Milli Kurtuluş hareketine destek veren komutanların takındığı tutumlarıdır. Anlaşılan bu kişilerin Kurtuluş Savaşında bulunma amaçları Mustafa Kemal’in amacından farklıydı. Cumhuriyet kurulunca bu farklılık, ayrılığa dönüştü. Terakkiperver Fırkası gibi bir partinin TBMM’de bulunması Ülke için çok önemliydi. Ama düşünce ayrılığının iktidar mücadelesine evrilmesi yanlıştı.
Ülke çok zayıftı. İçte ve dışta pek çok düşmanı vardı. İçte pek çok sorunu vardı. Millet Cumhurbaşkanı olarak Gazi Mustafa Kemal’i seçmiş ve O’nun etrafında birleşmişti. Ülkeyi düştüğü bu sıkıntılardan el birliği ile kurtarmak gerekirken iktidar mücadelesi yapmanın bir anlamı yoktu. Komutanlar bu davranışlarıyla hukuken aklanmışlardı ama millet gözünde çok büyük değer kaybetmişlerdi.
Mustafa Kemal kindar bir kişi değildi. Çocukluk arkadaş Ali Fut Cebesoy’un Siyasi Hatıralarım kitabında değindiği şu sözler çok önemlidir. “ Ali. Paşaları senin hatırın için affettim.”
4.2.2 1927-1930 arasında yaşananlar
* 17 Şubat 1927 ABD ile siyasi ilişkilerin (Modus Viendi) başlaması: Osmanlı- ABD ilişkileri Başkan George Washington’la Cezayir Beylerbeyliği arasında 1780’li yıllarda imzalanan ve Karayip korsanlarına karşı ABD ticari gemilerinin korunmasını amaçlayan anlaşma ile başladı.
Protestan Amerikan misyonerleri bu İncil ülkesini (Anadolu) kafir Müslümanlardan geri almak amacıyla1820 yılında İzmir’e ayak bastılar ve ülkenin dört bir (Merzifon, Tarsus, Harput ve İstanbul) tarafında misyoner okulları kurdular. Müslümanları dinlerinden döndüremeyeceklerini anlayınca Ortodoks Hıristiyan olan Osmanlı Ermenilerine yöneldiler. Onlara ekonomik destek sağlayarak 60 bin Ermeni’yi ABD ye götürüp orada iş sahibi yaptılar. Böylece ABD’deki Ermeni Lobisini kurdular, Görüldüğü üzere ABD’nin Osmanlı üzerindeki düşünceleri Haçlı ruhunu ve sömürgecilik anlayışını taşımaktaydı.
I. Dünya savaşına ABD 1917 yılında Almanya’ya savaş ilan ederek girdi ama Osmanlı Devleti’ne savaş açmadı. Savaş tan sonra Ermeni sorununa eğilen ABD, manda meselesi Senato tarafından reddedilince bu konuda başarısız oldu.
ABD Lozan barış görüşmelerine taraf olmadı, gözlemci sıfatıyla görüşmeleri takip etti. Bu nedenle ABD’nin Lozan Anlaşmasında imzası bulunmaktadır.
Lozan görüşmeleri sürerken her iki ülke yetkilileri ekonomik ilişkiler konusunda görüşmeler yaptılar. Yeni Türkiye ile ilişki kurmak isteyen ABD, elçileri Amiral Bristol ile Grev’in gayretleriyle 6 Ağustos 1924 tarihinde ekonomik konuları içeren bir Dostluk ve Ticaret anlaşmasını (Lozan anlaşması) imzaladılar. Ancak bu anlaşma ABD’deki Ermeni lobisinin karşı çıkması nedeniyle uzun süre meclis gündemine getirilerek onaylanmadı. ABD kamuoyunda lehte ve aleyhte görüşler oluştu. Kamuoyunda Lozan anlaşması olarak bilinen bu anlaşma Türk tarafının iyimser beklentilerine rağmen 18 Ocak 1927 tarihinde ABD Senatosunca reddedildi. 84 kişilik Senatonun çoğunluğu evet oyu (50) vermişti ama kararın geçerli olması için gerekli 2/3 oy yani 56 oy sağlanamamıştı.
Bu olay üzerine Amiral Bristol ile Dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Bey (Aras) arasında Senatoyu devre dışı bırakacak geçici bir anlaşma (Modus Vivendi) yapılması için görüşmelere başlandı. 17 Şubat 1927 tarihinde karşılıklı imza altına alınan bu anlaşma ile Türkiye- ABD ilişkileri 10 yıl gecikmeyle resmen başlatılmış oldu.
Bu anlaşmaya göre taraflar, birbirlerine büyük elçi ve konsolos atayabileceklerdi. 24 Mayıs 1927 tarihinde Joseph C. Grew İlk ABD büyük elçisi olarak Ankara’ya, bir gün sonra Ahmet Muhtar Bey ilk Türk büyükelçisi olarak Washington’a atandılar.
Görüldüğü üzere Türkiye Cumhuriyeti ile ABD arasındaki siyasi ilişkiler Ermeniler yüzünden gecikerek ve sancılı başladı. ABD o tarihlerde Britanya İmparatorluğunun gölgesinde idi. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin önemi ABD yöneticileri tarafında kavranılmıştı. İki ülke ilişkileri zaman içinde gelişme gösterdi.
II. Dünya savaşında ABD’nin Pasifik cephe komutanlığını yapacak olan ABD Genel Kurmay başkanı General Douglas Mac Arthur, 1932 yılında Ankara’ya gelerek Gazi’yi ziyaret etmiş ve O’nun “Yakın bir tarihte Avrupa’da yeni bir savaş çıkacak.” öngörüsünü dikkatle ve hayranlıkla not etmişti.
II. Dünya savaşından sonra emperyalizmin bayrağı ABD’nin eline geçti. Emperyalizm ile mücadele ederek kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile emperyal güç olan ABD arasındaki ilişkiler nasıl yürüyecekti? Türkiye bu emperyal güce karşı her alanda bağımsız olmayı amaçlayan Cumhuriyet ilkelerini ne ölçüde koruyabilecekti? Bunu zaman gösterecekti.
* 7 Mart 1927 İstiklal mahkemelerinin kaldırılması: Eylül1920- Aralık1922 tarihleri arasında 14, Aralık 1923- Mart 1927 arasında 3 İstiklal Mahkemesi görev yaptı. TBMM’yi ve Cumhuriyeti korumak maksadıyla olağanüstü yetkilere sahip olan bu mahkemeler görevlerini tamamlayarak kaldırıldılar. Ülkenin ekonomi başta olmak üzere sağlık, eğitim gibi pek çok sorunu ancak sağlıklı işleyen bir hukuk düzeninde gerçekleşebilirdi. Ülkenin normal bir hukuk düzenine ihtiyacı vardı. İstiklal Mahkemelerinin kaldırılması ile normal hukuk düzenine dönüldü.
* 15- 20 Ekim 1927 Nutuk’un TBMM’de okunması: Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından Cumhuriyetin kuruluşunun 4. yılında TBMM ‘de okuduğu Nutuk (Söylev) 19 Mayıs 1919’dan başlayan Kurtuluş Savaşını belgeleriyle açıklayan bir siyasi metin niteliğindeydi. Gazi, kendi gözünden bu mücadeleyi anlatmakla Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Milletine inanılmaz değerde bir belge armağan etmekteydi. Böyle bir olayın dünyada pek benzeri yoktu.
5 gün süren okuma işlevini yeni ABD büyük elçisi Mr. Grew başta olmak üzere pek çok yabancı elçi ve diplomat takip ettiler. Gazi Mustafa Kemal Cumhuriyeti, Türk Gençliğine emanet ediyor ve “Ne Mutlu Türküm diyene.” özdeyişiyle Ülkesine ve vatandaşlarına olan güvenini ifade ediyordu. Bu ifade tarihe düşülmüş en önemli nottu.
* 10 Nisan 1928 “Devletin dini İslam’dır.” ibaresinin Anayasadan çıkarılması: Cumhuriyet yönetiminde laikleşme yönündeki ilk adımlar 3 Mart 1924 tarihinde kabul edilen üç kanunlarla atılmıştı. Bu kanunlarla Hilafet kaldırılmış, medreseler kapatılarak eğitim birleştirilmiş, (Tevhid-i tedrisat) Şeriye ve Evkaf vekaleti kapatılarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuş, Şer’i mahkemelerin yerini Nizamiye mahkemeleri almıştı.
Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda din eğitimine yer verilmemiş, dini hizmetler konusunda Diyanet İşleri Başkanlığı görevlendirilmişti. Dini bilgiler açısından toplumda cehalet hâkimdi. Din hurafelere boğulmuştu. Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi Müslümanlar Kuran’dan bîhaberdiler (habersiz) ve ondan uzaktılar.
İslam Dininin doğru öğretilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığının yaptığı hizmetler yeterli değildi. Toplum edindiği eski alışkanlıklarını sürdürerek İslami Bilgileri kapatılan medreselerin yerini alan tekke ve zaviyelerden öğrenmek zorunda bırakılmıştı. Şeyh Sait İsyanından sonra tekke ve zaviyelerin kapatılması, bunların yer altına inmelerini sağlamış, bu kesimin Cumhuriyete karşı olan tutumları daha da artmıştı. Dini bilgilere sağlıklı ulaşamayan halkın Cumhuriyet’e karşı desteği giderek azalmaya başlamıştı.
Olması gereken doğru din eğitiminin okullarda verilmesiydi. Ancak yönetime hâkim laik düşünce yapısı buna izin vermiyordu. Bu uygulamadan halk memnun değildi.
Her ne kadar 1921 ve 1924 anayasalarında Devletin dini İslam’dır ibaresi yer almı8ş olsa da bu hükme aykırı kanunlar çıkarılıyordu. 1926 yılında çıkarılan Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar ve Ticaret Kanunları, İslam’ın temel kitabı olan Kuran’la çelişen hükümler içermekteydi. Toplumdaki hoşnutsuzluk giderek artmaktaydı.
10 Nisan 1928 tarihinde yapılan Anayasa değişikliğiyle “Devletin dini İslam’dır.” ibaresi Anayasadan çıkarıldı. Böylece laikleşme konusunda hukuki bir adım daha atıldı. Laikliğin dinlere karşı tarafsız olduğunu ve laikliğin İslam’ı istismar edenlere karşı bir güvence olduğunu savunan çevreler, dini inançlarına sahip çıkan halkın Cumhuriyetten uzaklaştığını fark etmek istemediler.
Bu çevreler dini önemsemiyorlar, dinin toplum üzerindeki etkisini anlayamıyorlar ve Cumhuriyetin hedefinin bağımsızlık olduğunu, bunun için cehaletin ortadan kaldırılmasını ve ekonomik olarak kendine yeterli duruma gelinmesini yeterli görüyorlardı.
Oysa din inanç ve ibadet dışında toplumsal dayanışmayı hedefleyen, adalet duygusunu öne çıkaran, insanlara eşit haklar sağlayan ahlaki prensipler içermekteydi. Topluma insanlık anlayışı doğrultusunda bir ruh ve anlayış getirmekteydi. Cumhuriyetin kuruluş gayesi de esasen bu değil miydi?
O zaman din ile barışması gerekirken devletin ortaya koyduğu bu çekişmesinin ne manası vardı? İslam’la dost yaşamak dururken ona ters düşecek davranışlar Cumhuriyet’e hayır getirir miydi? Cumhuriyeti bu millet kurmuştu. Milletin en çok değer verdiği ve bu inançla kendini tanımladığı İslam Dinine aykırı adımların atılmış olması, toplumu yıllar süren bir açmazın içine sürükledi. Din istismarının önü açıldı.
Bu emperyalizmin sıkça kullandığı bir yöntemdi. Emperyalizmle mücadele ederek kurulan Türkiye Cumhuriyeti bu tuzağa düşmemeliydi.
Demokrasiye geçildikten sonra dini duyguları istismar ederek işbaşına gelen iktidarlar, kendi çıkarlarını korudular. Bundan hem İslam Dini hem de Cumhuriyet zarar gördü. Oysa Tanrı, Kuran-ı Kerim’in Bakara suresinin 234. ayetinde bu gerçeği veciz bir şekilde ifade etmişti. “ Dinde zorlama yoktur.”
*3 Kasım 1928 Harf devrimi. 28 Mayıs 1928 tarihinde Uluslararası rakamlar kabul edildi. 3 Kasım 1928 tarihinde ise Türk Harfleri hakkındaki kanun yürürlüğe konuldu. Böylece Osmanlıca okuma ve yazma eğitimi yerini, Lâtin harflerine bıraktı. Bu konu da toplumda çok tartışıldı. Ancak Lâtin harfleriyle okuma yazmanın daha kolay olması nedeniyle toplum bu yöntemi kısa sürede benimseyince Ülke beklenilmeyen kısa sürede yeni sisteme geçti.
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda eğitim öğretim durumuna ait değerler şöyleydi:
Osmanlıca okuma yazma oranı: Erkeklerde %7, Kadınlarda % 0.4.
Okul sayısı: 4894 ilk okul, 72 ortaokul, 23 lise 1 üniversite.
Köy sayısı: 40 bin. 37 bin köyde okul yok, 30 bin köyde cami yok.
Medrese sayısı: 479.
Cumhuriyetin temel hedeflerinde ilki cehaleti ortadan kaldırmaktı. Böyle bir okur-yazar oranıyla düşünülen ekonomik kalkınma gerçekleştirilemezdi. Halk Türkçe konuşmakta, Osmanlıca yazmaktaydı.
Türklerin Müslüman olmadan önce kendilerine özgü alfabeleri vardı. Müslüman olduktan sonra temel kitap olan Kuran’ın Arapça olması nedeniyle Arap alfabesinin etkinliği arttı. Farsçanın da etkisiyle Türk alfabesi terk edildi ve ortaya Osmanlıca denilen bir alfabe çıktı. Osmanlıcada harfler, Arap harflerinden oluşmaktaydı. Ancak Kuran’da olduğu gibi sesleri, uzatma ve kısaltmaları belirleyen işaretler olmadığı için Osmanlıcanın yazılması da okunması da zordu. Bu nedenle herkes Osmanlıcayı okuyup yazamazdı. Esasen okuma -yazma oranı da acınacak kadar azdı.
Latin harflerine geçişin temel sebebi okuma ve yazmayı kolaylaştırmaktı. Yeni harflerin ve rakamların öğretilmesinde Gazi Mustafa Kemal baş öğretmenlik yaparak önder oldu. Yeni harfleri öğrenmek için okuma- yazma seferberliği başlatıldı. 1 Ocak 1929 tarihinde Millet Mektepleri adında kurslar açıldı. İş sahibi insanlar gece mekteplerine giderek okuma ve yazmayı öğrendiler. Şehirde yaşadığı halde ilkokula gidemeyen annem, köyde yaşayan teyzem ve onların kızları dayılarıma bakarak okuma yazmayı evde öğrendiler. Millet okuma yazmanın kendisine getirdiği katkının farkındaydı ve öğrenme özlemi içindeydi. O tarihlerde kız çocukları şehirlerde dahi ilkokula gönderilmezlerdi. Bu kadar bilgiden uzak bir toplum nasıl kalkınacaktı?
Ancak Cumhuriyet yönetimi cehaleti yenme konusunda kararlıydı. Bu konuda ısrar edildi. Büyük dirençler kırıldı. Toplum okuma, yazma, öğrenme ve bu yolla meslek sahibi olmanın değerini kavrayarak bu zinciri kırmayı başardı.
Cehaleti yenmek için başlatılan Harf Devrimi bu yönüyle devrimlerin içinde şüphesiz en faydalı olanıydı.
Bin yıllık tarih bir gece de çöpe gitti? Arşivlerdeki eserleri, yazma eserleri nasıl okuyacağız? Mezar taşlarındaki yazıları okuyamıyoruz, anlayamıyoruz gibi itirazların pek tutar tarafı yok. Çünkü o tarihlerde dahi onları okuyabilen de anlayabilen de pek yoktu.
Bugün arşivler, yazma eserler Üniversitelerden eğitim almış uzman kişilerce taranıyor, inceleniyor ve bilim dünyasına ve topluma kazandırılıyor.
Mezar taşlarına gelince; okuyabilirsen sadece kabirdeki kişinin adını öğrenebilirsin. Gerisi her taşta yazıldığı gibi aynı: El Fatiha.
*Osmanlı borçlarının ödenmesi: Lozan Anlaşmasında Osmanlıdan kalan borç miktarı 30 milyonu faiz olmak üzere 161,6 milyon lira ve bu borcun Türkiye’ye düşen miktar ise105.5 milyon lira olarak belirlendi.1923 yılındaki devlet bütçesi gelirinin 111.3 milyon lira olduğu göz önünde bulundurulursa giderayak Osmanlının, Türkiye Cumhuriyetine ne büyük bir borç miras bıraktığını anlayabiliriz. Lozan’dan sonraki ekonomik göstergeler şöyleydi.
Gümrük özgürlüğü: Gümrükler, 1929 yılından sonra özgür olacak.
Osmanlı'dan kalan borç miktarı:10 yılda ödenmek şartıyla 105,5 milyon lira.
Borcun büyüklüğü: Gayri safi milli hasılaya oranı % 65
Fert başına milli gelir: 45 ABD dolar.(Satın alma paritesine göre Avrupa ortalaması 6000 dolar, Türkiye 700 dolar)
Borç ödeme uygulaması:1923-1928 yılı arasında ödeme yapılamadığı için 13 Haziran 1928 tarihinde yapılan Paris Anlaşmasına göre borç miktarı (81 880 000 ana para, 25 648 461 faiz olmak üzere) toplam 107, 528 461 lira olarak hesaplandı. Ancak bu anlaşmaya göre Türkiye Cumhuriyeti 1929-1954 yılları arasında ödenmek kaydıyla % 37 oranında bir indirim yapılarak 68,2 milyon altın lira ödeyecekti.
Türkiye son derece zor ekonomik şartlara rağmen 1928 yılında 8,8 milyon dolar ve 1929 yılında 14,9 milyon dolar olmak üzere toplam 23,7 milyon dolar borç ödedi. Ancak 1929 Dünya ekonomik buhranı nedeniyle 1930 yılında bir ödeme yapmadı.
Bu kere 14 Aralık 1932 tarihli ilke anlaşmasına göre borç miktarı 8 578 343 altın liraya eşdeğerinde 79 778 590 TL olarak revize edildi. Bu borç miktarı için % 7,5 faizli 1933 Türk Borcu Tahvilleri çıkarıldı. Zaman içinde bazı küçük değişiklikler yapılmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti borçlarını tahvil satarak1954 yılına kadar ödedi.
Genç Cumhuriyetin yüklendiği borç miktarının gayri safi milli gelirin % 65 ine eşit olması bu borcun ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Günümüzdeki Osmanlı hayranları bu gerçeğe acaba ne söyleyecekler? Merak ediyorum.
1929 Dünya Ekonomik buhranı: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yılları, Dünya siyasi ve ekonomik hayatında büyük depremlerin ve çalkantıların olduğu çok talihsiz yıllardı. Rusya’da Çar imparatorluğu yıkılmış yerine dünyanın yabancısı olduğu komünist rejim kurulmuştu. Rusya’da iç savaş 1928 yılı sonuna kadar sürdü.
Avusturya- Macaristan imparatorluğu yıkılmış, 1. Dünya savaşını kaybeden Almanya’ya çok ağır şartları olan Versay anlaşması dayatılmıştı. Almaya siyasi ve ekonomik bunalıma girmiş ve 1930 yılı başlarında faşizme sürüklenmişti.
Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, kendisine dayatılan Sevr Anlaşmasını kabul etmeyen Türk milleti bir bağımsızlık mücadelesi yaparak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştu. Osmanlının diğer toprakları İngiliz ve Fransızların sömürgesi oldular. Bağımsız Türkjye Cumhuriyeti’nin ekonomik ve sosyal durumu ise, çok kötüydü.
1.Dünya Savaşını kazanan İngiltere, Fransa ve İtalya yorgundu. İtalya’da faşizm yükselmekte, İspanya iç savaşa sürüklenmekteydi. İngiltere ve Fransa savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılarla boğuşmaktaydılar. Bu savaştan en karlı çıkan ülke ABD idi. ABD hesapsız bir ekonomik gelişme sergilemekteydi.
Ekonomik yönden en iyi konumda olan ABD’yi 3 Ekim1929 Perşembe günü New York borsasının çöküşü ile başlayan ekonomik buhran perişan etti. Hisseler dibe vurdu. Bir günde 4,2 milyar dolar yok oldu. 4 bin banka ve yüzlerce şirket battı. Milyonlarca insan işsiz kaldı.
ABD de başlayan ekonomik buhran dünyayı ve genç cumhuriyeti derinden etkiledi. O tarihe kadar liberal kalkınma modeli uygulayan Türkiye, dünya ekonomik şartlarının getirdiği zorunluklarla devletçi kalkınma politikalarını uygulamak zorunda kaldı. Dünya ekonomik buhranı etkilerini 10 yıl sürdürdü. Sonuçta dünya 2. Dünya Savaşı ile tarihin göreceği en büyük felakete sürüklendi.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi ayakları üzerinde kalarak yapmaya çalıştığı özgürlük mücadelesinin ne zor şartlarda yapıldığını bu günkü nesil pek bilmez. Bu nedenle bugüne nasıl gelindiğini anlayamaz. Toplum Cumhuriyet’in değerini biraz kavrayabilseydi, Ülkenin bu günkünden çok daha iyi bir noktada olacağı muhakkaktı.
Gelecek yazı:
Demokrasi denemesi. Serbest Fırka (12 Ağustos- 17 Kasım 1930)