4.2.1.2: 03 Mart 1924 Devrim kanunları:
*431 nolu kanun: Hilafetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının yurt dışına çıkarılması: Bu konu geçen yazımızda incelenmişti. Kaldığımız yerden devam edelim. Aynı tarihte kabul edilen 430 ve 429 no’lu kanunlar ve bu kanunların getirdiği yenilikler, lâik hukuk yapısının oluşmasını sağlaması açısından son derece önemliydi. Bu kanunlarla eğitim ve hukuk alanında yapılan değişiklikler birbirlerini etkilediği için kanunların her ikisi birlikte incelenecektir
*430 no’lu kanun: Tevhid -i tedrisat (Eğitimin birleştirilmesi) kanunu:
Manisa milletvekili Vasıf Bey ve 50 arkadaşının teklifi ile TBMM de görüşülerek kabul olunan bu kanun ile medreseler ve bir kısım yabancı okullar, kapatıldı. İlk ve orta öğretimde eğitim veren okulların tamamı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bünyesinde toplandı. Medreselerin kapatılması Şeri Hukuk uygulaması açısından önemli sonuçlar doğurdu.
Bu kanunun getirdiklerine bakmadan önce Osmanlı toplumundaki eğitim sisteminin tarihsel gelişimi
*Okullar: Eğitim ilk okulla başlar, orta, lise ve yüksek düzeyde eğitim veren medreselerle devam ederdi.
İlkokul (Sibyan mektebi): İlk okulun gayesi, Osmanlıca -Türkçe okuyup yazmak, aritmetik (hesap) yapmak, güzel yazı (hüsn -ü hat) yazabilmek, Kuran okuyabilmek ve gerekli dini bilgileri öğrenmekti. Mahalle mektebi denilen ilk okullar karma olmakla birlikte kızlar ayrı, erkekler ayrı sırada ama aynı sınıfta okurlardı. Kız çocuklarının okuma oranı erkeklere nazaran daha azdı. Genellikle erkek, nadiren hanım öğretmen ders verirdi. Okul süresi 4 yıldı. Okula başlama yaşı 4-6 idi. Küçük çocuklar daha uzun eğitim görürlerdi. Öğretmenlere hoca denirdi
Bazı aileler çocuklarını ilk okula bile vermezler, sadece Kuran kurslarına gönderirlerdi. Kuran kurslarındaki eğitim ilkokul eğitiminin çok gerisindeydi. Bunlar doğru düzgün okuma yazma dahi öğrenemezlerdi Ancak başarılı olanlar hafız olabilir, ilerleyenler ve imtihanı kazananlar medreselerin ortaokul (tetimme) bölümüne girebilirlerdi.
Osmanlı’da ilk öğretim çok yaygındı. Devlet hiç olmazsa her erkek çocuğa ilk tahsil verecek şekilde teşkilatlanmıştı.
16. asırda ülkeyi gezen bir Fransız gezgin her köyde mutlaka bir okul bulunduğunu ve bu okullara kızların da devam ettiğini hayret ifadesiyle yazar. 16. asırda çok yaygın olan bu sistem 18. asır ortalarında geriledi ve bozuldu.
Yoksul çocukların gıdası, giyim kuşamı ve her türlü eğitim masrafları, aynı sınıftaki varlıklı aileler tarafından sağlanırdı. Ayrıca fakir çocukların okuduğu vakıf okulları vardı. Bu okullar vakfiye gelirleriyle ayakta dururdu.
Tanzimattan önce bütün okulların masrafları zenginler tarafından karşılanırdı. Devletin yaptırdığı veya devletten yardım alan tek ilk okul yoktu. Tek tip ilk okul yoktu. Vakıfnamelere göre okuldaki eğitim müfredatı belirlenirdi.
Bu günkü klasik ilk okullar Tanzimattan sonra açıldı. Ama müfredat yine güçlü değildi. Özel girişimlerle tutulan hocaların (hattat, müzisyen, dil bilimci gibi) eğitimindeki okullar diğerlerinin önünde ün kazanırlardı. Bu dönemde öğretmenlere muallim denilirdi.
Kız çocukların eğitimi: Tanzimattan önceki ilk okul eğitimi genelde erkeklere mahsustu. Bazı yerlerde karma eğitim yapılırdı. Kız öğrenciler ilk okuldan sonraki okullara alınmazlardı. Osmanlı tarihinde özellikle son asırlarda yetişen yazar, şair ve bestekar hanımlar ya sarayın ya da ileri gelen devlet adamlarının özel himayelerinde eğitim görerek yetişmişlerdi. Orta halli ve yoksul ailelerin kızları halıcılık, el sanatları gibi meslekleri ve bilhassa ebelik mesleğini ilgili usta veya kişilerden eğitim alarak öğrenirlerdi. Kızlara mesleki eğitim veren bir okul yoktu.
Tanzimattan sonra kızlara orta eğitim veren çeşitli okullar açıldı. Bunların içinde en önemlisi Dar-ül Muallimat-
Kız Muallim Mektebidir. Devlet, bu okulla kız öğrencilere öğretmen olabilme imkânı tanıdı.
Görüldüğü üzere Osmanlı’da kız öğrencilerin eğitimi çok yetersizdi.
İlkokullarda eğitim, vakfiyelere bağlı olarak değiştiğinden eğitimde standart yoktu.
Medreseler: Medreseler, 11. asırda Büyük Selçukluların kurduğu ve geliştirdiği bir eğitim kurumudur. Osmanlıda 19. asır başlarına kadar eğitimin hâkim kuruluşu olan medreseler, bu tarihlerde devlet tarafından açılan diğer yüksek okullarla bu özelliğini yitirdi. Medreseler, orta, yüksek ve daha üst seviyede eğitim verirler ve vakıflarla ekonomik yönden desteklenirlerdi.
Osmanlı’da ilk medrese 1330 yılında Orhan Gazi tarafından kurulan İznik medresesidir. Bursa’nın 1326 yılında fethinden sonra şehir çok sayıda medrese ile donatılmıştır. Bunlardan Sultan Orhan, Hüdavendigar, Yıldırım, Yeşil camii ve Muradiye medreseleri 1. Sınıf eğitim vermişlerdir.
Başkent Edirne’ye nakledilince bu şehirde sultan Çelebi Mehmed tarafından kurulan Eski Camii, sultan 2. Murad’ın yaptırdığı Darül hadis ve Üç Şerefeli medrese (eski medrese) ile sultan 2. Mehmet tarafından yaptırılan Peykler medresesi önem kazanmıştı. Bunlardan eski medrese derece itibariyle ellilik tabir olunan bir medrese olup müderrislerine 50 akçe yevmiye verilirdi.
16. asırda Afyon, Alaşehir, Amasya, Balıkesir, Bergama, Bolu, Çorum, Dimetoka, Filibe, Gelibolu, İştip, Kütahya, Malkara, Merzifon, Milas, Mudurnu, Sapanca, Tire, Tokat, Üsküp, Yenişehir, Larissa’da da medreseler açıldı. Üst düzey eğitim veren medreselerin sayıları zamanla Ülkenin dört bir tarafında çoğaldı. 1924 yılında 430 no’lu kanun ile kapatılan medrese sayısı 479 idi.
İstanbul’un fethini müteakip Fatih Sultan Mehmed, kendi adı ile anılan camii ve medreselerini yaptırmıştı. 8 sene süren inşaat sonucu 1471 yılında açılan Fatih medreseleri, 8 tetimme (ortaokul) ve 8 sahnı seman veya semaniye (yüksek okul) medresesinden ve 1 sıbyan (ilkokul) mektebinden ve yardımcı hizmet binalarından oluşmaktaydı. Semaniye medreselerinin her birinin 19 odası ve her medresenin bir müderrisi bulunmaktaydı. Müderrislerin yevmiyeleri 50 akçe idi. Her müderrisin 5 akçe yevmiyeli bir muid (asistan)ve 2 şer akçe yevmiyeli iki danişment (talebe) yardımcısı vardı. Bunları taamları vakıf tarafından karşılanırdı. Tetimmeyle birlikte bu 16 medrese de 1689 yılındaki öğrenci sayısı 833 idi.
Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettikten ve Ayasofya’yı camiye çevirdikten sonra bu cami içinde tek katlı bir medrese yaptırmış, bu medrese sonraki sultanlar tarafından genişletilmişti.
Fatihten sonra 2. Bayezid ve Kanuni Sultan Süleyman da medrese kurdular. Süleymaniye medreseleri 7 adettir ve evvel, sani, dar-ül tıb, salis, rabi dar -ül hadis ve mülazımlar adını taşırlar. 1557 yılında açılmıştı.
Derece itibari ile en yüksek olanı dar-ül hadis olup diğerlerinde maaş 60 akçe iken bu medresenin müderrisinin maaşı 100 akçeydi. Süleymaniye medreseleri derece olarak Fatih medreselerinin önüne geçmişti.
Süleymaniye medreselerinde tıp, hadis, tabiiyye, matematik, gibi dini, hukuki ve tıbbi dersler okutulmakta ve külliyede hasta hane, imaret, tab hane, hamam gibi yardımcı hizmet binaları bulunmaktaydı.
Osmanlı döneminde hükümdarların dışında devlet adamları da medrese kurmuşlardı.
Fatih zamanında ilmi nitelik bakımından Fatih Sahnı Seman medresesi en üst düzeydeydi. Daha sonra Aya Sofya medresesi en üstün medrese olarak değerlendirildi. Üçüncü sıradaki Eyüp medresesi ise bazan Sahn medreseleri ile eşit tutuldu. Fatih Sultan Mehmet, Sahn-ı seman medreselerini kurduktan sonra ilmiye teşkilatını Ali Kuşçu’ya tanzim ettirmiş, bir kanunname hazırlayarak ilmiye mensupları ile devlet memurları arasındaki mertebeleri belirlemiş ve ilmiye sınıfına saygıyla hitap edilmesini emretmişti. Eğitim işleri, Osmanlıda en önemli hizmetlerden biri sayıldı.
Medreselerin dereceleri kanunnameye göre şöyleydi. Haşiye-i Tecrit (yirmili), Miftah (otuzlu), Kırıklı, Hariç, Dahil, ve Sahnı Seman. Dahil, Hariçten daha kıdemliydi. 2. Bayezid zamanında Altmışlı medreseler açıldı.
Medreselerde görev yapan yeni mülazimler (öğretim elemanı) önce yirmi (1) akçalık medreseye, ondan sonra yirmi beş (2), otuz (3), otuz beş (4), kırk (5), kırk beş (6), elli (7) ve nihayet Sahnı seman (8) ile altmışlık medreseye geçebilirlerdi.
Öğrenciler tetimmeyi (orta okul) bitirdikten sonra medreselere imtihanla alınırlardı. Öğretim parasızdı. Her talebeye durumuna göre harçlık verilir, iaşesi sağlanırdı. İmtihanlarda asla iltimas olmazdı. Medreselerin kurulmasında ve gelişmesinde büyük emeği olan Fatih Sultan Mehmet dahi, imtihan sonucu danişment olabilmişti.
Eğitim süreleri ve ders saatleri zaman ve ihtiyaçlara göre değişirdi. Başlangıçta yirmili ve otuzlu medreseler iki yıl, kırklı üç yıl, ellili, sahnı seman ve altmışlı medreseler bir yıl eğitim görürlerken zamanla hem ders konuları, hem ders saatleri değişmiş, medreselerin her birinin eğitim süreleri üç ile beş ay seviyesine indirilmişti.
Osmanlı medreselerinde başlangıç dönemlerinde fıkıh, kelam, hadis, tefsir, usul-ü fıkıh gibi nakli ilimler ile mantık, belâgat, lügat, nahiv, hendese (geometri), hesap, heyet (astronomi) ve felsefe gibi akli ilimler okutuldu.
Zamanla akli ilimler terk edildi. Süleymaniye Medresesinde teknik ve tıp eğitimleri bu medresenin önemli bir ayrıcalığıydı. Osmanlıda ilim dünyasının öncüsü olan medreselerin akli ilimlerden uzaklaşması devletin teknolojik olarak gerilemesine sebep oldu.
Medreselerden mezun olan kişiler bitirdikleri medreselere göre görev üstlenirlerdi. Altmışlık medreseyi bitirenler devletin en önemli dini makamı olan İstanbul Müftülüğüne (daha sonra Şeyhülislamlık) atanırlardı. Sahnı Semanı bitirenler müderris olduktan sonra ya medreselerde hoca olurlar ya da büyük şehirlerin müftülüklerine atanırlardı. Ellilik bölümünden mezun olanlar illerde veya büyük ilçelerde kadı (mahkeme başkanı) ve belediye başkanlığı görevlerine getirilirlerdi. Daha alt seviye mezunları ise ilçelerde benzeri görevleri üstlenirler genellikle hukuk kaleminde hizmet görürlerdi. Görüldüğü üzere medrese mezunları Osmanlı döneminde ülkenin dini ve içtimai yönetiminde ciddi söz sahibiydiler.
*Medreselerin tarihsel gelişimi:
Osmanlı’da kurulan ilk medreseler Sünni -Hanefi ve Maturidi mezhep görüşlerine göre eğitim verirlerdi. Bu görüş akılcı ve içtihada açık bir görüştü. Kuran’daki müteşabih (yoruma açık) ayetlerin yorumunda içtihat yolu kullanılır, dini hükümlerden çağın gerçeklerine uygun yeni hükümler çıkarılır ve dine geniş bir uygulama imkânı sağlanırdı. Yani din statik-donuk değil, dinamik- gelişmelere açık bir yapıya sahipti. Bu anlayış tekkelerin etkisi ve özellikle Hilafetin Osmanlıya getirilişi ile zaman içinde çok değişti.
Hilafetin gelişiyle Osmanlı din kültürüne Eş’ari ve Selefi mezhep görüşü hâkim oldu. Selefilik zamanla daha etkin olunca dinde içtihat yapılamaz oldu. Çünkü Selefilik İslam’ı, Hazreti Peygamber zamanındaki uygulamalar ile sınırlı tutmakta, her türlü değişikliklere karşı çıkmaktaydı. Bu duruma iki örnek vermek isterim.
Dini uygulama: Hanefi mezhebine göre hac esnasında kadınların yüzü mutlaka açık olmalıdır. Selefiler’e göre kadınların yüzü kapalıdır.
Örfi uygulama: Sağlık şartları nedeniyle bugün insanlar yemeklerini elle değil çatal- kaşıkla yemektedirler. Bugün dahi Arabistan’da pilav elle yenilmektedir.
İşte Hilafet ile Osmanlıya gelen Selefi kültürü ve Arap örfü, medreseleri etkiledi, medreselerde içtihat kapısı kapandı. Bunun sonucu İslam çağın şartlarına cevap veremeyen statik-donuk bir yapıya büründü. Bu düşünce yapısı her türlü yeniliğe karşı çıktı. İleride Tekkeler bölümünde açıklanacağı üzere İslam anlayışının çağın gerisinde kalışında başlangıçtaki ilkelere aykırı bir yapıya bürünen tekke ve zaviyelerin yani tasavvuf kültürünün de önemli payı vardı.
Medreseleri, batı usulünde açılan okullar gözden düşürdü. Devlet Tanzimattan önce sadece askeri ve teknik okullar açmış, onlara bina ve eğitim masrafı desteği vermişti. Tanzimattan sonra askeri alanda yeni okulların açılması (Harp okulları gibi) hızlandı. Buna ilave olarak batı usulü eğitim veren rüşdiyeler (orta okul) ve idadiler (lise) ve sultaniler (12 sınıflı lise) çoğaldı. Bunlar yabancı dil öğretmekteydiler.
Bu gelişmeler karşısında eski eğitim müesseseleri geri kaldılar. Medreseler gelişmelere ayak uyduramadılar. Hatta yeniliklere karşı çıkan bir konuma sürüklendiler. Cumhuriyetin ilk yıllarında medreseler, cumhuriyetle gelen özgürlük ve aydınlanma fikrine sahip çıkmadıkları gibi engel olmaya başlayınca eğitimde birliği sağlamak maksadıyla çıkarılan Tevhidi Tedrisat kanunu ile kapatıldılar.
Tevhidi tedrisat kanununun etkileri:
Medreseler kapatılınca eğitim sistemi yeni baştan düzenlendi. Yabancı okulların bir kısmı kapatıldı. Diğer okullar, Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. İlk ve orta öğretim Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Talim ve Terbiye Kurulunun aldığı kararlara göre yeniden şekillendi. Din eğitimi okulların müfredatlarından çıkarıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından camilerin bünyesinde açılacak Kuran Kursları, din eğitimi konusunda görevlendirildi.
Medreseler kapatılınca İlahiyat fakülteleri ve imam hatip okulları açılıncaya kadar okullarda dini eğitim yapılamadı. Din adamı yetiştirilemedi. Bu konuda büyük bir boşluk oluştu.
Medreselerde görevli öğretim elemanları ya tekkelere dağıldılar. Ya da Darülfünun-u Osmani adıyla eğitim veren okula geçtiler. Bu kişiler1933 yılında İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşuna kadar, İstanbul basınıyla birlikte hareket ederek Cumhuriyete ve yönetimine tavır koydular
Medreselerin kapanması Şeri hukuk sistemini de olumsuz etkiledi. Aynı tarihte çıkarılan 429 sayılı kanunla adli mahkemelerde karar verme yetkisi kadıların elinden alındı, hâkimlere verildi.
Müftüler, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesine alındı. Böylece camilerin İslam’a hâkim olması sağlanmaya çalışıldı Camii, İslami eğitim ve ibadette esas kuruluştu. Ancak olması gereken yerini kaybetmişti. Çünkü; o tarihlerde cami dışındaki bir başka müessese olan tekkeler, dini yönden toplumun nabzını tutmaktaydılar. Tekke gerçeği neydi? Şimdi bu konuyu biraz aralayalım.
**Tekkeler:
Tasavvuf kültürü Anadolu’ya 11. asır ortalarında Ahmet Yesevi(ks) dervişleri ile geldi. Tarihte 1071 yılındaki Malazgirt zaferi ile Anadolu’nun kapılarının açıldığı yazılır. Bu doğrudur ama Anadolu bu savaştan sonra hemen ele geçirilemedi. Anadolu üzerindeki Bizans hakimiyeti uzun mücadeleler sonucunda ancak Malazgirt’ten 105 yıl sonra yapılan Miryekefalon savaşı ile kırılabildi.
Anadolu halkı 11 ve 13. asırlarda bir taraftan Haçlıların diğer taraftan Moğolların istilası ile çok bunalımlı bir dönem yaşadı. Bu istilaları Anadolu Selçuklu devleti göğüsledi. Haçlı felaketini önledi ama Moğollara direnemedi. Moğol hakimiyetindeki son dönemde sefilleri oynayan Anadolu Selçuklu devletinin yerini beylikler aldı. Bunlardan Osmanlı Beyliği kuruluşundaki ilkelerle kısa sürede Anadolu’ya egemen oldu.
Söz konusu zaman diliminde Anadolu halkının çoğunluğu Hıristiyan dinine mensuptu Bu insanlar senelerce Bizans tekfurlarının elinde ezilmişlerdi. Anadolu’ya gelen Müslüman dervişlerin sayısı ise çok azdı. Tanrı sevgisi ve insan sevgisi ile yoğrulan bu dervişler Anadolu’nun bu ezik toplumuna umut oldular. Gaziyani Rum, Baciyani Rum, Abdalani Rum ve Ahiyani Rum adlı bu dervişler bir taraftan Anadolu ve Rumeli’nin ele geçirilmesine hizmet ederken diğer taraftan topluma yeni bir düzen ve insani bir anlayış taşıdılar. Kurdukları tekke, zaviye, dergâh, hankâh gibi mekanlarda insanlara tasavvuf kültürünü aşıladılar.
Anadolu’ya yeni bir ruh ve heyecan getiren bu anlayışın temsilcileri Kazeruniye, Kadiriyye, Rıfaiyye, Sadiyye, Nakşibendiyye, Halvetiyye adlı tarikatlarını Anadolu’ya taşıdılar. Anadolu’da ise bu tarikatlara Bektaşiye, Mevleviye ve Bayramiye tarikatları eklendi.
Bu tarikatlardan daha mücadeleci olan Bektaşilik, devletin ve yeniçeri ocağının temel ilkelerini belirledi. Halk nezdinde daha yaygın olan Mevlevilik ise daha barışçıl ilkelere sahipti.
Tasavvuf nedir? Tarikat ne demektir? İslam’da bu kuruluşlara gerek var mıdır? Şimdi bu soruları cevaplandırmaya çalışalım.
Dini duygular Tanrıya iman etmekle anlam kazanır. İmanın sözle ifadesi yanında gönülden yani kalpten tasdiki şarttır.
Tasavvuf dinde üstün nitelikli bir düşünce sistemidir. Özü sevgiye dayanır. Hedefi ilahi aşktır.
İnsanın ruhunun yücelebilmesi için özel eğitimlere ihtiyacı vardır. Bunun insanlar için gerekli olanı Şeriatla belirlenen ibadetlerdir. İnsan için mecburi olan şeriat hükümleri ve ibadetlerinden daha fazla ibadet edildiğinde (ki bunlara nafile ibadetler denir). insan ruhu, daha da olgunlaşabilir.
İşte tarikat, şeriattan sonra gelen bu ilave olgunlaşma eğitimleri ve çalışmalarıdır. Her bir tarikatın kendine has nafile ibadet şekilleri vardır. Ancak tarikatlar şeriat dışına çıkamazlar. Tarikat- şeriat ilişkisi şu cümle ile ifade olunur. ‘’Şeriatsız tarikat atıldır. Tarikatsız şeriat atıldır.’’
Tarikat mensubu bu nafile ibadetlerle daha ileri menzillere ulaşabilir. Önce Marifet sahibi olur. Sonra Hakikât’a kavuşur. Tarikat, Marifet ve Hakikat mertebelerine Tasavvuf denilir. Bu çalışmanın hedefi, ruhun olgunlaşarak ölmeden Tanrıya ulaşmaktır.
Tanrıya yeryüzünde ulaşılabilir mi? Bilmiyorum. Ancak Tanrı bilir. Böyle bir şey olsaydı buna layık insanlar öncelikle peygamberler olurlardı. Hazreti Peygamber(sav) kızına ‘’ Kızım amellerinle Tanrının huzuruna temiz çıkmaya bak. Kızım olman sana hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü ben bile ne olacağımı bilmiyorum.’’ Dediğine göre bu konuyu iyi düşünmek gerektiğine dikkat çekmek istiyorum.
Sadece şeriatla sorumlu olan halkın bu soruya cevap verme gereği de bulunmamaktadır. Zira Tanrı akıl sahibi insanları sadece şeriatla sorumlu tutmuş ve kuldan daha fazlasını istememiştir. Şüphesiz takdir Tanrıya aittir.
Tasavvuf denilen yeni düşünce yapısına İslam’da gerek var mıdır? Hayır. Gerek yoktur.
Çünkü; Tanrı peygamberleri ile yapılması gerekenleri insanlara Kuran ve peygamber yorumu ile (hadisler) zaten açıkça bildirmiştir.
Öyleyse tarikat sistemi neden çıkmış ve toplumda büyük destek bulmuştur?
Türklerin Müslüman oluşunda Yesevi tarikatının gönüllere hitap eden Tanrı sevgisi şüphesiz yararlı olmuştur. Ancak tasavvuf yolu dar ve tehlikelidir. Herkesin gücü yetmez. Bu nedenle insanlar sadece birinci safha olan şeriatla sorumlu tutulmuşlardır. İmandan sonra uygulanacak yol şeriat yani Kuran ve sünnet yoludur
Kuranı Kerimde insanlara ruh hakkında fazla bilgi verilmediği (İsra suresi 85) ifade olunmaktadır. Bilinmeyen ruhun olgunlaşması nasıl olacaktır? Bu konuda yapılacak nafile ibadetler insanı ne ölçüde olgunlaştıracaktır? İnsanın buna gücü yeter mi? Kuran-ı Kerimin Bakara suresinin 286. ayetinde ifade olunduğu üzre insan gücünün üzerinde sorumlu tutulmamıştır. Tasavvuf yolu ile bir kısım insanların gücünün üstünde bir beklentiye sürüklenmesi bu ayete aykırı değil midir?
Bu soru ve cevaplardan tasavvufun Müslümanlar için gerekli olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Esasen bu gerçeği büyük mutasavvıf İbrahim Hakkı Hazretleri ‘’ Tarikat tehlikeli bir yoldur. 70 fırkaya ayrılır. Sadece bir fırka doğru yolu bulur. Bu fırkaya Fırka-ı Naciye denilir.’’ sözleri ile ifade etmiştir.
Tarikata ancak ve ancak şeriatı eksiksiz yerine getiren insanlar devam edebilirler. Şeriata riayet ederek nafile ibadetlerle kendilerini inanç dünyalarında olgunlaştırabilirler
Tarikat bir gönül işidir. Tanrı ‘’ Ben yere göğe sığmam ama bir müminin kalbine sığarım.’’ demiştir. Ama gönül zenginliği diyerek şeriat hükümlerini yeterince yerine getirmeyen cahil insanların tarikat bünyesine girmesi, kestirmeden Tanrıya ulaşmaya çalışması doğru değildir.
Tarikat şeyhinin bu ayrımı yapmadan bu yola herkesi davet etmesi ise, Müslümanlara şeriat yolundan daha cazip gelmiş ve insanlar tarikat pirinin eteğine yapışmışlardır.
İşte bu yaklaşım İslam’ın özünü yani şeriatı parçalamış, onu önemsizleştirmiştir. Daha önce mezheplerle çeşitli guruplara ayrılan İslam bu kere tarikatlar ile daha da parçalanmıştır. Oysa İslam tevhid (birlik) dinidir. Tanrı insanlara peygamberleri ile ’’Birlik olunuz Parçalanmayınız. ‘’ emrini vermektedir.
Tarikat sistemi insanlara zarar verebilir mi? Verebilir Tarih boyunca verdiği görülmüştür. Bunları şöyle sıralayabiliriz
1) İslam’ın özü olan birlik ve beraberlikten uzaklaşılmıştır. Kuran ve hadisler belli bir görüş ve anlayışla insanlara aktarıldığından yani, araya farklı yorumlar girdiğinden Kuran’ın özü anlaşılamamıştır.
2) İnsanlar tarikat pirine bağlanmışlar, bu durum İslam’da ruhban sınıfın doğmasına sebep olmuştur.
3) Tarikatlar giderek maddi ve siyasi güç kazanmışlar ve dini duygular siyasete alet edilmiştir. Tarihte çıkan isyanların önemli bir bölümü din istismarından kaynaklanmıştır.
4) Asli görevi olan şeriatı yerine getirmeden büyük beklentiler içine sürüklenen tarikat mensupları kişiler inançlarında şirke düşme tehlikesine maruz kalabileceklerinin farkında değillerdir
Tarikat yolu ile dinde olgunlaşmaya karşı değilim. Ancak bu herkesin başvuracağı bir yol değildir. Onu izah etmeye çalışıyorum. Tarikat ile olgunlaşmak üniversite eğitimini tamamlamış bir kişinin master veya doktora yapması gibi bir şeydir. İlk okul mezunu master yapamayacağına göre herkes tarikat eğitimine giremez.
Bazı insanlar ben şeriatı da tarikattan öğreniyorum diyorlarsa bunu öğrenmenin yeri tarikat değil, Kuranı ve Hadisleri kendisinin okuması, öğrenmesi anlayamadığını Diyanet İşleri Teşkilatına bağlı kurumlardan sorup eksiğini tamamlamasıdır. Çünkü, insanın en değerli kazancı kendi çalışması ile kazandığıdır. Çünkü şeriat yolu apaçıktır ve bellidir. Ama tarikat pirinin insana ne öğrettiği veya öğreteceği şey belli değildir.
Bu kadar açıklamadan sonra konumuza dönelim.
Yesevilik, Anadolu’ya gelememiştir. Ama Ahmet Yesevi’nin dervişleri sayesinde Anadolu halkı İslam’ın güzel yüzü ile karşılaşmış ve kısa sürede Müslüman olmuştur. Bu keyfiyet Anadolu’nun Türk-İslam toplumuna vatan olmasını sağlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin yükselmesinde en önemli husus onun teşkilatçı bir yapıya sahip olmasıdır. Teşkilatlanma hem merkez hem de taşra için geçerlidir. Padişah, devlet adamları, enderun, maliye ve ordu, idari ve askeri yapıyı teşkil ederler. Ulema sınıfı ve kalemiye, eğitim ve adaleti yönetirler. Ahilik örgütü esnaf ve sanatkarları yönetir. Subaşılık ve inzibatiye toplumun güvenini sağlar. Bunlar biri birleri ile dengeli oldukları sürece devlet ayakta kalır. Devletin ayakta kalabilmesinin en önemli şartı adalet sisteminin sağlıklı işlemesidir.
Osmanlı devletinde daha önce ifade olunduğu gibi padişahın özel hukukunun yanında şeri hukuk geçerliydi. Şeri hukuk hakimleri medreselerden yetişen kadılardı. Bunlar ne kadar iyi yetiştirilir ve ne kadar özgürce çalışabilirlerse adalet o kadar sağlıklı işlerdi. Nitekim İngiltere kralı 8. Henry, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlıda uygulanan hukuk sistemini yerinde inceletmiş ve onu kendi ülkesinde uygulatmıştır.
Medreselerin yetersiz hale gelmesi, Hilafetin gelişi ile hoşgörülü ve bağışlayıcı Türk- İslam yorumundan uzaklaşılarak daha katı ve sert Arap İslam yorumuna yöneliş, bunun sonucu İslami hukukta yorum ve anlayışın değişmesi, ve tarikatların bu konuda etkili olması sonucu adalet sistemi büyük zaafa uğradı.
Önceleri kadılar, karar verirken özel müftülerden fetva alırlar eski şeri sicillere bakarlardı. Bu yöntem zamanla kayboldu, hukukta standart kurulamadı keyfi kararlar arttı. Bunu bir Nasreddin Hoca fıkrası ile anlatalım. Hocaya sormuşlar. ‘’ Boğa boynuzladı ineği öldürdü. Cezası nedir? ‘’ Hoca ‘’ Hayvandır. Bilmez Ceza gerekmez. ‘’ ‘’ İyi de hoca ölen inek senin ineğin. ‘’ denince Hoca ‘’ Ha!. O zaman iş değişti. Şimdi bakalım kara kaplı kitap ne der.’’
Adalet sisteminin bozulması, toplumdaki huzursuzlukları artırdı. Bu durum tekkelerden çare beklentilerinin de artmasına sebep oldu. Tekkelerin ve dergahların sayıları giderek arttı Tarikatların kanunla kapatıldığı 1925 yılında sadece İstanbul’da 307 tekke ve zaviye vardı
Tekkeler, Osmanlının kuruluş yıllarındaki idealden çok uzaklaşarak içine kapanık, kendi geleceğini tehlikeye düşürecek her türlü yeniliğe karşı, tutucu bir yapıya büründüler. Toplumun sivil kuruluşu olan bu müesseseler de Osmanlı’nın çözülüşü gibi çökmüştü. Tarikat kültürü çok zayıflamıştı. Bu kurumların halka verebileceği bir şey kalmamıştı.
1913 yılında İçtihad dergisinde yazan Kılıçzade Hakkı Bey,’’Osmanlının çöküş sebeplerinden biri tasavvuf düşüncesidir. Bu düşünce toplumu uyuşturmuştur. Dervişlerle ve tekke düşüncesiyle bir yere varılamaz.’’ derken sosyolog Ziya Gökalp ‘’ Tasavvufi hayattaki çöküntüyü ve Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu kötü durumu inkâr etmek mümkün değildir. Kaldı ki tasavvufi hayat bir ihtiyaçtır. Islah edilmelidir.’’ görüşünü savunur. Bizzat dervişler de bir ıslahatın gerekli olduğunu vurgulamışlardır. Osmanlının son dönemlerinde İslam’ın durumunu incelediğimizde durumun ne kadar vahim olduğunu görürüz.
Osmanlı Devleti’nin son döneminde İslami düşüncenin durumu:
Osmanlının son dönemlerde dini düşünceleri temsil eden medrese ve tekkelerde İslam anlayışı ne seviyedeydi? Halk İslamiyet’i ne kadar biliyor ve yaşıyordu? Bu soruların cevaplarını üç ayrı kaynaktan alıntılar yaparak vermeye çalışalım.
İslam’ın özü Kurandır ve onun en iyi yorumlayan hadisi şeriflerdir. İnananların Kuranı ve hadisleri özünden okuyup öğrenmesi şarttır. Oysa söz konusu dönemde halk, hiçbir aracı olmadan Kuran’ı okuyup anlayamıyordu. Çünkü ortada ne Türkçe ne de Osmanlıca Kuran meali ve tefsiri vardı. Hadisi şeriflerden sahih olanlar da halka Türkçe arz edilmemişti. Halk Kuran ve hadisleri ancak bir kişinin kendisine anlatmasıyla öğrenebiliyordu. Yaygın olan Kuran kurslarında Kuran ezberletiliyor ancak onun manası öğretilmiyordu. Halk hocalara tabiydi. Halkın dini hocaların anlattığı dindi. Hocalar ne kadar doğru anlatırlarsa.
*Mehmet Akif Ersoy,1908- 1933 yılları arasındaki olayları, sosyal yapıyı ve din anlayışını 7 ayrı kitapta anlatmış ve bunları Safahat adlı kitabında toplamış. Bu kitaplarda İslam aleminin izmihlalini (yıkılma-çökme) toplumun Kuran’dan ne kadar uzak olduğunu en açık bir şekilde ifade etmiş.
“Çünkü biz bilmiyoruz dini. Evet bilseydik,
Çare yok. Gösteremezdik bu kadar sersemlik.
Böyle gördük dedemizden izmihlali
Boylayan bir sürü milletlerin hali,
İbret olmaz bize, her gün okuruz ezberde
Yoksa bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?
Lafzı muhkem, yalnız anlaşılan Kuran’ın,
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın.
Ya açar Nazm-ı Celilin bakarız yaprağına,
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kuran. Bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.”
**Şevket Süreyya Erdemir Suyu arayan adam kitabında şunları yazıyor.
’’ Yaz sonuna doğru alayın makineli tüfek bölüğüne geçtim. Bu bölük o sıralarda ihtiyatta olduğu için askerleri siper dışında ve başka yönleriyle tanımak imkanını buldum. İlk işim talim saatlerinden başka ders saatleri de ayırmak oldu. O sıralarda savaş biraz tavsamıştı. Bölüklerin mevcudu arkadan gelen yeni kuralarla süratle artırılıyordu. O vakit bizim bu makineli bölüğünde İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktu.
Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual ve cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra askerlere sordum? -Bizim dinimiz nedir? -Biz hangi dindeniz? Hep birden Elhamdülillah Müslümanız diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı. Kimisi İmam-ı Azam dinindeniz dedi. Kimisi Hazreti Ali dinindeniz dedi. Kimisi de hiçbir din tayin etmedi. Arada İslam’ız diyenler de çıktı ama -Peygamberimiz kimdir? Diye sorunca onlarda pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi Peygamberimiz Enver Paşadır dedi.
İçlerinden Peygamberimizin adını duymuş birkaçına da -Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü? Diye sorunca işler yine çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür dedi. Ama kimse cevabından emin değildi. Peygamberimiz sağdır diyenlere -O halde peygamberimiz hangi şehirde oturuyor? Diye sordum Cevaplar yine karıştı. Onu İstanbul’da, Şam’da, Mekke’de yaşatanlar oldu. Hiçbir yer tayin edemeyenler çoğunluktaydı.
Peygamber ölmüştür diyenlere de -Peygamberimiz ne kadar zaman önce öldü? sorulduğunda bu sefer onlar da şaşırdılar. Yüz sene evvel, beş yüz sene evvel bin sene evvel diye gelişi güzel cevap verdiler. Fakat çoğu vakit tayin edemiyordu.
Dinimizin adı ve peygamberin adı bilinmeyince de din ilkelerini de ibadetleri de doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı. Ezan okunuyordu. Onu dinlediler ama ezan okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onlar da hiçbiri namaz suresini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar. Sonra -Köyünde cami olanlar ayağa kalksın dedim. Köylerinde cami olan birkaç kişi ayağa kalktı. Onlar da bayramlarda, cumalarda camiye gittiklerini söylediler.
Köylerinde mektep olan bir kişi çıkmadı. Bazı köylerde cami odasında küçük çocukların imam tarafından Kuran ezberlettirildiğini görmüşlerdi. Ama usulüne uygun bir köy mektebi gören yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi Anadolu köylüsüydüler. Biz Anadolu köylüsünü dindar ve mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerimiz sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual-cevaplarda anlaşıldı ki askerler hangi dinden olduğumuzu bilmedikleri gibi hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı. -Biz hangi milletteniz? Deyince her kafadan bir ses çıktı. - Biz Türk değil miyiz? Deyince hemen atıldılar. -Estağfirullah diye cevap verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı.
Halbuki biz Türktük. Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız bu Türklük olabilirdi.
Esrağfirullah diyenlere göre Türk demek kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ne olduğu ise bilinmiyordu. Anadolu’da vaktiyle öldürülen binlerce kızılbaşın korkusu hala yaşıyordu.
Dersler ilerledikçe dininde, milliyetinde birleşemeyen bu bölük devletin adını, şeklini, padişahın ismini, devletin merkezini, başkomutanını da bilmemekteydi. Vatan fikirlerinin olmadığı, künyelerinin ve isimlerinin yanlış olduğu gerçeği ile karşılaştık. İlk adımda askerleri dindar ve mutaassıp sanıp cahil bulmuştum. Ama ne de olsa Müslümandılar diye düşünüyordum. Oysa daha sonra anlaşıldı ki künyelerine geçirilen İslam kaydının dışında hepsinin ruhlarına hurafe, vehim ve geçmişin, tortuları hakimdi.
Aslını ve esasını bilmese de kendini İslam sayanlar çoğunlukta değildi.
İşte Anadolu insanının içler acısı inanç durumu ve cehaleti.
***Fethi Güngör Maraştan Merakeşe Fikri Tuna adlı kitabında İslam aleminin son asırlarına emperyalizmin hâkim olduğunu ve bunların Kuran’ı itibarsızlaştırmayı hedef aldıklarını yazmaktadır. Pek çok İslam ülkesini gezerek oralardaki İslami kültürü inceleyen ulemadan Fikri Tuna gözlemlerini ve son iki asırda İslam üzerine oynanan oyunları dile getirirken başta İngiltere ve Fransa olmak üzere sömürgeci devletlerin Müslüman topraklarında neler yaptıklarını anlatmaktadır.
Emperyalizmin temel ilkesi milletleri bölüp yönetmektir. İslam ülkelerinde birliği Kuran hükümleri sağlamaktadır. Bu ülkelerin sömürülmesi için önce Müslümanların Kuran’dan uzaklaştırılması gerekmektedir. Pek çok batılı siyasetçi Kuran’ı yenemezseniz Müslümanları yenemezsiniz fikrini ileri sürerek bunu hayata geçirmiştir.
Peki bu nasıl gerçekleştirilecektir? Projenin din adamları ve kurumları üzerinden yürütülmesi sağlanarak.
Emperyalizmin bu konuda yararlandığı en uygun kurumların başında din adına hizmet veren medreseler, tekkeler ve Kuran kursları gelmektedir. Bu kurumlar desteklenerek, halka Kuran’dan ayrı bilgiler ve ezberci bir eğitim verilerek Kuran’ın toplum üzerindeki etkisi zaman içinde iyice azaltılacaktır. Çocuklar ve genç nesil Kuranı ezberleyecek ama manasını öğrenemeyeceklerdir. Tarikat kültürünün getirmiş olduğu ayrılıklar etnik mezhep çatışmaları ile körüklenerek İslami toplumların birliği ve dayanışması bozulacaktır. Bu hale gelen toplumu yönetmek artık kolaylaşmış olacaktır.
İngilizler Hindistan, Pakistan ve Mısırda. Fransızlar Cezayir ve Tunus’ta, İtalyanlar Libya’da bu yöntemi kullanarak emellerine ulaşmışlardır. İbni Haldun’un dediği gibi zayıflayan toplumlar güçlülerin egemenliğine girerler. Aynen böyle olmuş ve koca Osmanlı İmparatorluğu tarihe karışmıştır. Bunun sorumlusu dış güçler değil Kuran’a ve İslam’a sahip çıkmayan Müslümanların bizzat kendileridir.
Osmanlının son yıllarında toplumun İslam anlayışı bu felaketleri önleyecek güçte değildi. Birlik, beraberlik dayanışma yok olmuştu. Din ayakta olsaydı, din güçlü olsaydı devlet çöker miydi? Vatan istilaya uğrar mıydı.?
Not: Yukarıdaki bilgiler Yılmaz Öztuna, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, Prof. Dr. Stanford Shaw ve Prof. Dr. Mustafa Kara’nın eserlerinden alınmıştır.
Gelecek yazı 3 Mart 1924 tarih 429 sayılı kanun