Cumhuriyetin kuruluşundan sonra kabul olunan kanunlar sonucunda şöyle bir durum ortaya çıkmıştı.
3 Mart 1924 tarihinde medreseler kapatılmış, eğitim birleştirilmiş ancak din eğitimi örgün eğitimde yer almamıştı. Halk doğru dini bilgileri nereden öğrenecekti? Yeni kurulan Diyanet işleri Başkanlığı bu ihtiyaca cevap veremezdi. Ve veremedi. Böylece halk dini bilgileri öğrenme ihtiyacını eskiden olduğu gibi tefessüh etmiş tekke ve zaviyelerden öğrenmeye çalıştı. Hurafelere boğulmuş bu mekanlardan sağlıklı dini bilgi edinmek olasılığı yoktu. İşin doğrusu dini bilgilerin Milli Eğitim tedrisatına konulmasıydı.
Tekkeler ve zaviyeler de 30 Kasım 1925 tarihinde yürürlüğe giren 677 sayılı kanunla kapatılınca topluma din eğitimini verecek müessese kalmadı. Tekke ve zaviyeler fiilen ortadan kalkmadı. Faaliyetlerine gizlice ve de Cumhuriyet düşmanlığı yaparak devam ettiler.
Erzurum’lu bilge kişi İsmail Usta, bu durumu şöyle yorumluyor ‘’ Tefessüh eden tekke ve zaviyelerin kapatılması doğruydu. Çünkü bunlar dini hurafelere boğmuşlardı. Halk dinini ancak okullara konulacak din derslerinden doğru olarak öğrenebilirdi. Bu zaruri bir ihtiyaçtı. Ancak dini derslerin tedrisata konulması gerçeği, komisyonlarda oyalandı ve gerçekleştirilmedi. Oysa laikliğin dini koruma ilkesine uygun olarak Cumhuriyet okullarında okuyan aydın kişiler, bu okullarda verilecek doğru din eğitimi ile bilgilendirilmiş olsalardı İslam dini cehaletten kurtarılmış olacaktı. Buna hem Cumhuriyetin hem de İslam’ın ihtiyacı vardı.’’
Bu sözler gerçeği ifade etmekteydi. Din bilgileri öğrencilere okullarda öğretilmiş olsaydı yer altına inen bu örgütler eliyle Cumhuriyete karşı kişilerin yetiştirilmesi ve bunların dini istismar etmesi önlenecek böylece tekkeler fiilen tasfiye edilmiş olacaklardı. Laikliği ileri sürerek devlet okullarında din eğitimi verilemez diyenler böylece kendi elleriyle dini istismar eden topluluklara hayat hakkı tanımış oldular.
Din insan için var olduğundan bu yana vaz geçilmez bir olguydu. Din, bir inanç ve ibadet sisteminin ötesinde bir hukuk ve ahlak sistemiydi. İnsanların mutluluğu için gerekli hükümleri içermekteydi. Ancak din, tarih boyunca egemen çevrelerce hep istismar edilegeldi. Cumhuriyeti kuran irade halkın son derece önem verdiği din olgusu ile barışmak zorundaydı. Buna halkın da Cumhuriyetin ihtiyacı vardı. Dini kurallarla yönetimin koyacağı kurallar arasındaki denge ne kadar korunursa sorunlar o kadar azaltılabilirdi. Laikliği seçen Cumhuriyet, dini ne kadar koruyacak ve din ile ne kadar barışık yaşayacaktı?
4.2.1.4 1926 yılı olayları
Osmanlı Devleti’nin bir din devleti olmadığı daha önce ifade edilmişti. Ceza hukuku tamamen padişahın elindeydi. Medeni hukuk ise Şer’i Mahkemelerde Hanefi Mezhebi hukukuna göre uygulanırdı. Kadılar tarafından verilen farklı kararların getirdiği karmaşanın önlenmesi için Tanzimat Fermanı ilan edildikten sonra yeni düzenlemelere gidildi. Şer’i Mahkemelerin yanında Nizamiye Mahkemeleri kuruldu. Ceza Kanunnamesi (1840-1851), Ticaret Kanunu (1850) Arazi Kanunnamesi (1858), Deniz Ticaret Kanunu (1863), Mecelle -i Ahkâm -ı Adliye (1876) ve Ceza Muhakemeleri usulü Kanunu (1880) yürürlüğe girdi. Bunlara 1917 yılında yapılan Aile Hukuku kararnamesi ilave edildi.
1924 yılında Şeri Mahkemeler kapatıldı ama Mecelle yürürlükte kaldı.
*Türk Medeni Kanunu: Cumhuriyet yönetimi çağın şartları gereği, ekonomi ve siyaset alanında üstün olan batı kültürü ile uzlaşabilmeyi ve o seviyeye yükselmeyi hedeflediği için dini kurallara değil laik esaslara dayalı yeni bir kanun metni hazırladı. İsviçre Medeni Kanununun Türkçeye tercüme ettirilmesi ile oluşturulan Türk Medeni Kanun tasarısı 24 Aralık 1925 tarihinde TBMM’ye sunuldu. Adalet bakanı Mahmut Esat Bey (Bozkurt), Medeni Kanun gerekçesini şu sözlerle açıkladı.
‘’ Türkiye Cumhuriyeti’nin derlenmiş bir medeni kanunu yoktur. Halen uygulanmakta olan 1851 maddeli Mecelle hukukunun bu günkü ihtiyaçlara uyan ancak 300 maddesi vardır. Mecellenin kaidesi ve ana hatları dindir. Kanunları dine dayanan devletler, kısa bir zaman sonra memleketin ve milletin isteklerini tatmin edemezler. Çünkü dinler değişmez hükümler ifade ederler. Din kanunları yürüyen ve değişen hayatın karşısında şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet, bir mana ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zarurettir. Bu sebeple dinlerin sadece bir vicdan işi olarak kalması çağdaş medeniyetin esaslarından ve eski medeniyetle yeni medeniyetin en mühim ayırıcılarından biridir.
Esaslarını dinlerden alan kanunlar tatbik edilmekte oldukları toplumları, nazil oldukları iptidai devirlere bağlarlar ve terakkilere (gelişmelere) engel olan belli başlı müessir ve amiller arasında bulunurlar.
Türk Milletinin mukadderatını bu asırda dahi orta çağ hükümlerine ve kaidelerine bağlamak, dinin değişmez hükümlerinden ilham alan ve Uluhiyetle daima temas halinde bulunan kanunlarımızın en kuvvetli müessir ve amili (etkeni) olduklarına şüphe edilemez.
Milli toplum hayatının düzenleyicisi olan ve yalnız ondan ilham alması gereken derlenmiş bir medeni kanundan Türkiye Cumhuriyeti’nin mahrum bulunması ne çağdaş medeniyetin icaplarına ne de Türk İhtilalinin gerektirdiği anlam ve kavramla kabil-i telif (uzlaşır) değildir.
Medeni kanunumuzun en önemli bölümlerini özellikle aile, hukuksal kuruluşlar, miras sorunları ve mallarla ilgili haklar meydana getirmektedir. Yeni tasarının aile kuruluşu ve miras hükümleri şimdiye kadar kolundan tutularak bir tutsak gibi yerden yere vurulan, fakat dünya kurulduğundan beri hanım olan Türk annesini gereken saygın yerine getirecektir.’’
TBMM’deki Hukuk Komisyonu başında eski Şeriye vekili Mustafa Fevzi Efendi ve bulunmaktaydı. Demek ki gerekçe bu ünlü din hukuku bilgini için de doğruydu ve yerindeydi. Yapılan görüşmeler sonucunda 743 sayılı Türk Medeni Kanunu, 17 Şubat 1926 yılında kabul edildi. 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi.
*Türk Ceza Kanunu: 1889 tarihli İtalyan Zanardelli yasası esas alınarak hazırlanan kanun tasarısı 1 Mart 1926 tarihinde TBMM’de görüşülerek yasalaştı. 13 Mart 1926 Tarihinde yürürlüğe girdi. Zaman içinde pek çok değişikliklere uğradı.
*Borçlar Kanunu: Borçlarla ilgili hukuk, Mecellede 557 maddede yer almaktaydı. İsviçre Borçlar kanunundan yararlanılarak hazırlanan Borçlar Kanunu 22 Nisan 1926 tarihinde kabul edildi ve bu kanun da 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi.
Mecelle Hukuku, kabul edilen Türk Medeni Kanunu’na ek olarak çıkarılan 864 sayılı Tatbikat kanununun 43. maddesiyle 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlükten kaldırıldı.
*Kara Ticaret kanunu Ticareti berriye kanunu 26 Mayıs 1926 tarih 865 sayılı kanun 2011 yılında son şeklini aldı
*Deniz ticaret kanunu 13 Mayıs 1929 1440 sayılı kanunla 865 sayılı kanuna İkinci kitap olarak ilave edildi.
*İcra iflas kanunu 9 Haziran 1932 de kabul edilen 2004 sayılı kanunla 4 Eylül 1932 tarihinde yürürlüğe girdi
Böylece bu alanlarda dini esaslara dayalı hukuk düzenine son verildi. Çağdaşlaşmayı hedefleyen Laiklik konusunda en önemli adım atılmış oldu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çok büyük çoğunluğu Müslümandı. Yâni İslam Dininin kurallarına bağlıydı. Devlet ise çıkardığı kanunları Laiklik prensibine dayanarak dini hassasiyetleri gözetmeden çıkarmaktaydı. Çıkarılan kanunlarda dine karşı hükümlerin olması halinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Müslümanlar nasıl hareket edeceklerdi?
Cumhuriyetin bekası (varlığı ve devamlılığı) için çelişkilerin olmaması devlet-millet bütünlüğünün bozulmaması son derece önemliydi. Cumhuriyet, bu millet tarafından kurulmuştu. Devlet millet için vardı. Devletin, milletin kutsal değerlerine saygılı olması, milletin huzuru için şarttı. Bu birliktelik nasıl sağlanacaktı?
4.2.1.5 Devrim kanunları ve İslam’ın irdelenmesi:
Devrim kanunlarından en önemlileri olan Türk Medeni Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanununun İslam dininin esaslarına göre değerlendirmesine geçmeden önce bazı tespitleri yapalım.
*Önce; Devrim kanunlarının amaçlarını hatırlayalım.
Hukuk alanında amaç: Çağın şartlarında devlet vatandaş ilişkilerinin düzenlenmesi, çağdaşlaşma.
Ekonomi alanında amaç: Dışa bağımlı olmayan, kendine yetebilen ekonomik düzen kurma.
Eğitim alanında amaç: Bilimsel gelişmeyi hedefleyen eğitim sistemi ile kültürel yapıyı koruma ve geliştirme.
Siyasi alanda amaç: Bağımsız ve her konuda özgür Türkiye Cumhuriyeti.
Özetle: Devlet bilimsel gelişmelere ağırlık vererek, maddi alanda güçlü, hukuki düzende ve genel yaşamda çağdaş bir ülke olmayı hedeflemekte, dini inançları İman ve İbadet olarak vicdanlara bırakmaktadır.
*Şimdi de İslam dininin temel özelliklerini hatırlayalım.
İslam dini İman, İbadet ve Ahlak (hukuk) bölümlerinden oluşur.
İman ve ibadet hükümleri değişmez. Ahlak hükümlerinin bir kısmı da değişmez. Bir kısmı ise çağın şartlarına göre icma-ı ümmet veya içtihat yapmak suretiyle değiştirilebilir. Hatta zaruri hallerde yapılması kesin olarak istenilenler (farzlar) veya yapılması kesin olarak yasaklananlar (haramlar) geçici olarak kaldırılabilir. Adalet Bakanının Medeni Kanun gerekçesinde söylediği gibi dinin ahlâk (hukuk) bölümü donmuş hükümlerden ibaret değildir.
Tanrı, Kuran’ın hükümlerini değiştirenleri veya hiçe sayanları ağır şekilde cezalandıracağını ısrarla uyarır. Müslüman yani mümin, Kuran’ın tümünü tam bir teslimiyetle kabul eden kişidir.
Türk Medeni Kanunu kadın hakları konusunda büyük değişiklikler gerçekleştirdi. Bu kanun kabul edilmeden önce kadın hukuku ve kadının sosyal durumu nasıldı? Önce bu bilgileri verelim.
*İslamiyet’ten önce Türklerdeki kadının durumu:
Eski Türk toplumlarında aile en önemli sosyal birlik olduğundan, ailenin temelini teşkil eden kadın, Türk destanlarında ve Türk felsefesinde yüce bir mertebeye oturtulmuştu. Kadın erkeğin tek eşi ve çocuklarının annesi olduğundan başka, önemli bir görev ile de görevlendirilmiş Türk Milleti'nin tek bereket kaynağı olarak değerlendirilmişti. Kadına, o kadar büyük değerler ve haklar verilmişti ki, Türk hanları ve hakanları eşlerine, otağlarında huzurlarına çıkarılan diplomat misafirlerinin karşısında bile, bir şeref abidesi gibi davranırlardı ve davranılmasını da teşvik edip muhataplarından isterlerdi. Öyle ki, sadakati, aile öğretmenliği, dokunulmazlığı, onur ve şeref kaynağı olması, onu her zaman ister aile, isterse toplum içinde yüksek değere sahip kılmıştı. Eski Türk inancına göre ''Han ile Hatun'' gök ve yerin evlatlarıydılar. Kadının yeri yedinci kat göktü. Eski Türk destanlarında kadın, erkeğinin her daim yanındaydı.
Kadın erkeğinin güç ve ilham kaynağı kabul edilirdi. Eski bir Türk atasözü; ''Birinci zenginlik sağlık, ikinci zenginlik iyi bir kadındır" der. Savaşta kadınların düşman eline geçmesi büyük bir utanç sayılırdı. Öyle ki, kadını esir düşen bir erkek, kadınını esaretten kurtarmadan elinde ve obasında yaşayamazdı.
Oğuz Kağan destanından öğrendiğimize göre, kadına şiddet ve kadını zorlama çok büyük suç sayılmıştı. Irza tecavüzün cezası ölüm veya gözlere mil çekilmeydi.
Arap gezgini olan İbn-i Batuta şöyle der; "Burada tuhaf bir hale şahit oldum ki o da Türkler'in kadınlarına gösterdiği hürmetti. Burada kadınların kıymeti ve derecesi erkeklerinden daha üstündür."
O dönemin bilinen coğrafyasında Türklerde kadın, idare eden, yöneten ve karar mekanizmasında son merci idi.
Eski Türk kadını tam bir birey gibi, Roma kadınından daha fazla haklara sahipti
Yine ilginçtir ki o dönemde bilinen dünyanın hiçbir bölgesinde kadın erkeğin önünde yürüyemez ve önünden geçemezken bile, Türklerde kadın erkeğinin yanındaydı.
Kağanın buyrukları yalnız "Kağan buyuruyor ki" ifadesiyle başlamışsa geçerli kabul edilmezdi. Yabancı devletlerin elçilerinin kabulünde hatun da hakanla beraber olurdu. Tören ve şölenlerde kadın, hakanın solunda oturur siyasi ve idari konumlardaki görüşlerini beyan ederdi. Kadının yüceliği ve zirveye yerleştirilmesi, Altay Dağları'nın en yüksek tepesine "Kadın başı" ismi verilerek yaşatılmıştı.
Eski Türklerde kadın, miras hakkına da sahipti. Kadının kendine ait mülkü mevcuttu. Kadının bunu istediği gibi kullanma hakkı vardı. Eski Türklerde koca karısını boşayabildiği gibi, kadında kocasını boşayabilirdi.
İslamiyet’ten önce, Türk toplumlarında kadınsız bir iş görülmezdi. Kadın erkeğin tamamlayıcısı olurdu. O, sürekli erkeğinin yanında onunla omuz omuza mücadele ederdi.
Türk milletinin İslam öncesi kendi kadınına verdiği değer, diğer milletlerle aynı değildi. Türk kadınının böyle ihtişam içinde, saygı görerek yaşaması, Türk karakter ve kültürünün yüksek değerlere sahip olduğunun bariz örneğiydi.
Kadın insanlığın anasıdır. Ona değer vermek tüm toplum ve toplumların en öncelikli görevi ve borcudur
*İslamiyet’ten önce diğer bölgelerde ve Araplarda kadınların durumu:
Roma hukuk kurallarına göre kadın, kendi malı, mülkü üzerinde hüküm veya vasiyet yapamazdı. Roma kanunları kadını tam kabul etmiyordu. Onu noksan akıllı sayıyordu. Roma'da dul kadının evlenmesi suç sayılırdı.
Dünyanın diğer bölgelerinde kadına yaklaşım ise tamamen farklı ve acınacak haldeydi.
Çin'de yeni doğan bebek, oğlan olduğu takdirde pahalı parçalara, kız olunca ise bez parçalarına sarılırdı. Erkek ile kız çocuğu arasında ayrım vardı.
İran'da ise kanın değişmemesi için yakın akrabalarla evlilik uygun görülmüştü. Dolayısıyla zamanla anne ve kız kardeşleri ile evlenenler de ortaya çıkmıştı.
Cahiliye döneminde Araplarda, hür kadınların kocasının yanındaki değeri, alınıp satılan bir maldan farksızdı. Arap erkeği asla kadını ile bir arada oturmaz, onunla yiyip içmez ve kararları kabul etmezdi. Baba kız evladının doğumundan utanır, bir ara kız evlatlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Erkek çocuklar analarına ev içinde bir hizmetçi kadından fazla değer vermezlerdi.
Bütün peygamberlerin indirildiği Arap yarımadasında savaşlarda esir alınan veya esir tüccarlarından satın alınan çok sayıda erkek köle ya da kadın köle (cariye) bulunmaktaydı. Cariye ve köleler alınıp satılırlardı. Cariyelerle evlenmek söz konusu değildi. Erkek köleler ekonomik çıkar sağlayan işlerde, kadın köleler ise ev işlerinde erkeklerin her türlü ihtiyaçlarını gidermek amacıyla kullanılırlardı.
*İslam’ın kadınlara getirdiği haklar:
Tanrı tarafından peygamber Hazreti Muhammed’e (sav) 610-632 yılları arasında vahiy yoluyla indirilen ve İslam’ın temel kitabı olan Kur’an-ı Kerim, kadın haklarında çağının çok ötesinde yeni hükümler getirdi. İslam, yukarıda özetlendiği üzere ezilen ve hor görülen kadını insan olarak kabul etti ve ona büyük haklar sağladı. Bu haklar Kuran’da başta Bakara, Nisa, Nur ve Talak sureleri olmak üzere pek çok yerde ifade olundu. Şöyle ki;
*"Sizi bir erkek ve kadından yarattık" (Hucurat 13) ayeti ile kadın ve erkek insanlığın temeli sayıldı.
Evlenmede, kadının rızasının alınması, ona maddi teminat (mehir) verilmesi ve erkeğin boşanmasında mehrin kadında kalması şartı getirildi. Boşanan hamile kadınların ve doğan çocukların bakımları konusunda erkeğin sorumluluğunu belirten hükümler getirildi. Kadına da boşama hakkı tanındı.
Tek eşlilik esas alındı. Ancak zaruri hallerde geçerli olmak üzere ve evli kadının rızası alınmak suretiyle erkeğin dört kadına kadar evlenebileceğine izin verildi
Zinanın kötü ve ağır bir suç olduğu vurgulanarak zina suçu için ağır ve aşağılayıcı hükümler getirildi.
Kadınlar için örtünme, esasları belirlendi. Erkekler için onları zinadan uzaklaştıracak uyarılar yapıldı.
Cariyelerle ilgili yeni hükümler getirildi. Köleliğin kaldırılması konusunda müminler teşvik edildi.
Yetim mallarının korunmasına önem verildi.
Mülkiyette ve miras bölüşümünde erkeğe 2 kadına 1 hak tanındı.
Mahkemede tanıklıkta 1 erkek ve unutursa diğerinin hatırlatması için 2 kadın tanıklığı şartı getirildi.
Kadınların okuma yazma ve tahsil görmelerine, gerektiğinde ticaret yapmalarına izin verildi.
* Osmanlı Devleti’nin son döneminde kadın hakları:
İslam’da kadın hakları, devrin şartlarına göre çok ileri idi.. Türkler tarihsel kültürleri dolayısıyla Kuran hükümlerine büyük oranda uyum sağladılar. Ancak Arapların İslam anlayışı, hoşgörü sahibi olan Türklerden daha farklıydı. Onlar daha katı, tutucu ve eski cahiliyet alışkanlıklarının devamı yönünde tavır sergilediler.
1517 yılında Hilafetin Osmanlılara geçmesinden sonra, o tarihe kadar Türk İslam anlayışının hâkim olduğu Osmanlı İslam anlayışı, giderek Arap İslam anlayışının etkisine girdi. Bu etki zaman içinde giderek koyulaştı. Bundan en çok kadın hakları etkilendi.
Osmanlı’nın son döneminde İslamiyet’in kadına verdiği pek çok haklar kadının elinden alınmıştı. Kırsal kesimde çalışma şartları nedeniyle kadınlar daha hürdüler. Ancak şehirlerde kadın kapalıydı ve cemiyet hayatından kopmuştu. İslam hukukuna rağmen özellikle evlenmelerde kadının hiçbir hakkı kalmamıştı. Kadın, alınır satılır bir mal haline gelmişti. Kadına verilmesi gereken ekonomik güvence (mihr), başlık parası adı altında elinden alındığı için kadının ekonomik bir güvencesi yoktu. Kız çocuklarının mahalle mekteplerine gönderilmesi dışında kadın okula gönderilmezdi. Bu nedenle kadınların büyük çoğunluğu okuma yazma bilmezdi ve cahildi.
Erkek kadına sormadan ve Kuran’ın tek kadınla evliliği tavsiye etmesine rağmen dört kadına kadar evlenebilmekteydi. Erkeğin boş ol emri ile boşanma gerçekleşebiliyordu. Kadının erkeğini boşama hakkı (iftida), ekonomik gücü olmadığı için fiilen ortadan kalkmıştı. Kadın erkeğin elinde çocuk doğuran, onları besleyen, ev işlerini yerine getiren ve eşine hizmet eden bir kişiden farklı değildi.
4.2.1.5.1 Medeni kanun Türk kadınına neler kazandırdı?
Türk Medeni Kanunu 1924 anayasasının getirdiği demokratik ve liberal yapısının tabi bir sonucu ve onun tamamlayıcısı olmuştu. Türk Medeni Kanunu’nun en önemli özelliği laikçi oluşudur. Çünkü yeni kanun Şeriat hukukundan ve Mecelleden ayrı olarak aile hukukunda, miras bahsinde, malların idaresinde önemli değişiklikler yapmış, kadınlara önemli haklar kazandırmıştır. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
*Evlenmede, boşanmada, mülkiyette, çocukların yönetiminde ve mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak ailede kadın erkek eşitliği sağlandı.
*Evlilikte resmi nikah zorunluluğu getirildi.
*Çok eşlilik kaldırıldı. Tek eşli evlilik kabul edildi.
*Kadınların istedikleri mesleği seçme ve okuma hakkı verildi.
4.2.1.5.2 Medeni kanunun İslam açısından irdelenmesi
*Evlenmede resmi nikah zorunluluğu getirildi. İslam’da evlilik için nikâh şartı zorunluydu. Resmi nikâh evlilik süresince kadına yeni güvenceler sağladığı için kadının haklarını koruma açısından olumlu bir adımdı. İslam açısından uygundu. İsteyen bu nikâha ilave olarak dini nikâh da yapabilirdi. Dini nikâh yapan erkek kadına mehir vermek zorundaydı.
*Çok eşlilik kaldırıldı. Tek eşli evlilik kabul edildi. Bu kural da İslam’a uygundu. Tanrı Nisa suresinde müminlere tek eşliliği tavsiye etmekteydi. Birden fazla eşlilik ancak zaruri haller için geçerliydi. Harp nedeniyle kocasını kaybeden çocuklu dul kadınların veya anne ve babasını kaybetmiş yetim ve öksüz kızların korunması için çok eşliliğe izin verilmişti. Cenab-ı Hak Kuran’da erkeklerden kadınların haklarında adil davranmalarını ısrarla istemektedir.
*Boşanmada, mahkeme kararı getirildi. Bu hüküm erkeğin boşama hakkını sınırladığı için İslam’a aykırı görünse de kadının haklarını koruduğu için İslam’a uygun görülebilir. Çünkü bir hadis-i şerifte ‘’ Tanrının istemediği tek meşru şey talaktır (boşanma)’’ denilmiştir. Çünkü Tanrı evliliğin kurulmasından ve korunmasından yanadır. Nitekim ilk insanlar Hazreti Adem (as) ile Hazreti Havva (ra) evliydiler. Evlilik müessesesinin hem ana babanın hem de çocukların ortak çıkarını sağladığı, bu nedenle gerekli bir müessese olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bu nedenle evlilik kurumunun erkeğin keyfi boşama isteği ile bozulmasını önleyen bu kararın, İslam’a aykırı olmadığı rahatlıkla savunulabilir.
*Çocukların yönetiminde kadın erkek eşitliği sağlandı: Evlilik döneminde çocukların sağlıklı yetiştirilmesi ancak kadın ile erkeğin uyumlu davranışları ile mümkündür. Dayanışma ve sulh İslam’ın benimsediği ilkelerdir. Kuran kadın ile erkeğin görevlerini genel ilkeleri ile belirlemiştir. Erkek ailenin ekonomik ihtiyaçlarını kadın ev işlerini görecek ve çocukların yetiştirilmesini sağlayacaktır.
İslam’da erkeğin boşaması halinde evlilik için kadına verilen mehir geri alınmaz. Mehir, kadının ekonomik güvencesidir. Cumhuriyet evlilikten önce mehir şartı getirmemiş, bu konuyu tarafların tercihine bırakmıştır. Bunun yerine boşanmada ekonomik yönden muhtaç olan kadına nafaka verilmesini sağlamak ve çocukların bakım masraflarını erkeğe yüklemekle mehir güvencesinden daha kalıcı bir güvence sağlamıştır. Kadına ve çocuklara sağlanan bu haklar, akli ve gerçekçi olduğu için İslami prensiplerle uyumludur.
* Mülkiyette eşitlik sağlandı: Evlilik öncesi mülkiyetler bu kapsama dahil değildir. Eşitlik evlilik esnasında ortak kazanılan mülkiyetler için geçerlidir.ve adildir. Tanrı Kuran’ın birçok yerinde insanlara her yerde ve her zaman adaleti, adil davranmayı emreder.
Mirasın nasıl bölüştürüleceği Kuran’ın Nisa suresinde açıkça anlatılmıştır. İslam, miras konusunda ekonomik yönden sorumlu olduğu için erkeğe 2 kadına 1 hak tanır. Kadın özgürlüğünün artmasını hedefleyen Cumhuriyet, mirasta kadın erkek eşitliğini getirmekle İslami hükümlere aykırı bir tutum sergilemiştir. Milletin çoğunluğunun inançlarına aykırı olan bu durum, Devlet ile toplum arasındaki dayanışmayı zedelemiştir. Bu karar erkeklerin hoşuna gitmediği gibi erkek egemenliğindeki kadın toplumu tarafından da tam olarak uygulanamamıştır. Aile düzeninin bozulmasını istemeyen kadın, kendisine tanınan bu hakka yeterince sahip çıkmamıştır.
Oysa Cumhuriyet kadınlara daha başka formüllerle, örneğin çocuk bakımı hizmetleri karşılığında kadına yeni ekonomik olanaklar sağlayabilir ve Kuran hükümlerine ters düşmeyebilirdi. Vatandaşlar arasında eşitlik prensibini savunan Cumhuriyet, miras konusunda aldığı eşitlik kararıyla Kuran hükümlerine ters düşmüştür.
*Kadınların istedikleri mesleği seçme ve okuma hakkı verildi: Kadının toplumdaki görevi şartlara göre değişir. Gerektiğinde kadın ticaret yapabilir. Ev idaresinde daha etkin konuma gelebilir. İslam’da kadın evin dışına çıkamaz diye bir kural yoktur. Nitekim Anadolu’da köylü kadınlar ailenin en büyük ekonomik yükünü çekerler, tarlada, bağda, bahçede çalışır, üretim yaparlar.
İslam okumayı, yazmayı, ilim tahsili yapmayı bütün insanlara emretmiştir. Kadını eve hapsederek onu eğitimden uzaklaştırmanın İslam’da yeri yoktur. Hazreti Muhammed’in(sav) eşlerinden Hazreti Aişe(ra) ve Hazreti Hafsa(ra) okuma yazma bilirlerdi. Bu nedenle Kuran yazıldığında bir nüshası Hazreti Hafsa’ya (ra) emanet edilmişti.
Kadınların okuma haklarının kısıtlanması, Arap İslam anlayışının etkisinin artması ile Osmanlıda gelenekselleşti. Kız çocukları sadece mahalle mekteplerine gönderilirdi. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde dahi şehirdeki kız çocuklarının daha ileri eğitim görmesi, bu kötü alışkanlık nedeniyle engellendi. Köydeki kızların hiç okula gitmediklerini şehirdekilerin ise ilk okuldan daha ileriye gidemediklerini yakın çevremden biliyorum. Ancak okumanın değerini fark edenler açılan gece mektepleriyle en azından okur-yazar olabildiler.
Cumhuriyet’in, kadını topluma kazandırma konusunda yaptığı çalışmaların en önemlisi ona okuma, yazma ve mesleğini seçme özgürlüğünü sağlamasıdır. Bunun İslami hükümlere aykırı hiçbir yanı yoktur. Tam tersi kadının cahil bırakılmasının İslam’da yeri yoktur.
Kız ve erkek öğrencilerin beraber okumasının da geleneksel Türk kültürüne ve İslami ahlâk kurallarına uyulması şartıyla İslam’a aykırı bir yanı yoktur.
Asırların yanlışları toplumda kolay düzeltilemiyor. Okumanın, eğitim görmenin fazileti ve topluma kazandırdığı faydalar, toplum tarafından yaşanılarak ancak 1-2 nesil sonra anlaşılabildi. Bugün herkesin kız, erkek ayrımı yapmadan çocuklarını okutmanın gayreti içinde olması Cumhuriyet’in faziletidir.
*Mahkemede tanıklıkta cinsiyet ayrımı ortadan kaldırılarak ailede kadın erkek eşitliği sağlandı: Kuranın Bakara suresinde (282.ayet) borçlanmada şahitlik için 2 erkek veya 1 erkek ile biri unutursa diğerinin hatırlatması için 2 kadın şahit gösterilebilir hükmü bulunmaktadır. 1 erkek yerine 2 kadının şahitlik yapabileceğinin ifade olunması görüldüğü üzere unutkanlık şartına bağlıdır. Kadın unutmayacak bir kültür düzeyinde ise iki kadının şahitlik şartı kalkabilir. Borçlanmadaki bu şart başka konulara teşmil edilmemeli, kadının durumuna göre karar verilmelidir.
Geçmişte olduğu gibi bugünün dünyasında pek çok ülkeyi kadınlar yönetmekte, pek çok kadın hemen her konuda başarı ile hizmet vermektedir. Bu nedenle Cumhuriyet’in koyduğu bu kural İslam’a uygun olarak uygulanabilir. Bunun için kadının eğitilmesi ve onun kabiliyetlerinin geliştirilmesi ve unutkanlık eksikliğinin ortadan kaldırılması şarttır. Cumhuriyet kadınlara eğitim olanağı tanımakla bu yolda önemli adımlar atmakta ve kadını toplumdaki gerçek yerine oturtmaya çalışmaktadır. Cumhuriyet kadına muhtaçtır. Toplum kadına muhtaçtır.
*Tesettürde kadının örtünmesini önleyen hükümler İslami hükümlere aykırı idi.
Tesettür konusu Kuran’ın muhtelif yerlerinde dile getirilmiştir. Kuran’da önce kadının ve erkeğin birbirleri ile olan ilişkilerinde ahlaklı, iffetli ve namuslu davranmaları emredilmiştir. Örneğin Müminun suresinin 5 no’lu ayetinde gecen firucium kelimesi iffetli olmak ve namuslarını korumak anlamında kullanılmıştır.
Emredilen şekilde ahlaklı davranmamak ve tesettüre (örtünmek) uymamak, İslam’ın kabul ettiği en büyük suçlardan olan zina suçunun kapısını araladığından bu suçla ilgili hükümleri içeren Nur suresinde geniş bir anlatımla açıklanmıştır.
Bu surenin 30. ayetinde’’ Mümin erkeklere söyle. Gözlerini haramdan sakınsınlar ve iffetlerini korusunlar.’’ ayeti ile önce erkekler uyarılmıştır. Erkeklere namuslu olun emri verilmiş, çağrısı yapılmış ve böylece cinsel yönden aktif olan erkek disipline edilmiştir.
Surenin 31 ayetinde ise ‘’Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar. İffetlerini korusunlar.’’ uyarısından sonra ‘’ Zinetlerini göstermesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine koysunlar, örtsünler.’’ emirleri ile kadınlar da uyarılmıştır. Böylece yaradılışları gereği güzelliklerini sergileme eğiliminde olan kadınların nasıl davranmaları ve nasıl örtünmeleri gerektiği açıklanmıştır. Kadınların örtünmesi Ahzap Suresini 59. ayetinde de tekrar edilmiştir.
İslam güzel ahlakı egemen kılmayı amaçlar. Son peygamber ‘’ Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim.’’ diyerek bu amacı vurgulamıştır. Toplumun saadetinin kadın ile erkeğin beraber yaşamak zorunda olduğu bir dünyada bunların arasındaki ilişkilerin ahlaklı olma esası üzerine düzenlenmesi son derece tabiidir. Bu şart bozulursa, kadın erkek ilişkilerinde Tanrının hiç istemediği zina suçu artar. Toplum, bu suç altında bunalır, kimliğini kaybeder.
Cumhuriyet, kadın erkek arasındaki bu ahlaki ilişkiye özen göstermeli, kamuda çalışan kadınlar ve eğitim gören kız öğrenciler için tesettür şartına aykırı bir karar almamalıydı. Kamu alanı diye bir kavram oluşturularak buralarda hizmet gören kadınların ve kız öğrencilerin başları zoraki açılmamalı, bu konudaki tercih kadınlara bırakılmalıydı.
Cumhuriyet yönetiminin İslami hükümlere aykırı uygulamaları şu sonuçları doğurdu.
*Laiklik, dinleri ve din istismarını korur iddiası, inandırıcılığını kaybetti.
* O tarihe kadar dini istismar eden ve Cumhuriyet yönetimine karşı olanların eline ‘’ Bunlar din düşmanıdır.’’ kozunu verdi. Böylece din istismarının daha da artmasına sebep oldu.
* Müslümanları şu tercihe yöneltti. İslam mı? Cumhuriyet mi? İslam’a sahip olan geniş ama çoğunlukla cahil olan kesimlerin Cumhuriyet yönetimine bağlılığı azaldı. Devlet ile millet arasındaki dayanışma zayıfladı.
* Bilimi öne alan ve dini hassasiyetleri dikkate almayan Cumhuriyet yönetimi toplumda İslam ahlakının zayıflamasına sebep oldu. Bunun sonucun da başta zina suçu olmak üzere pek çok ahlaksızlık toplumda giderek artmaya başladı. Zina bir suç olduğundan bu konu Türk Ceza Kanunu’nun değerlendirilmesi bölümünde yeniden ele alınacaktır.
Din, ilim, sanat ve felsefe kültürün dört ana elemanıdır. Din sosyolojik bir gerçektir. Din kuralları baskılanamaz. Din gerçeği insanla beraber vardır ve tarih dini prensiplerle dünyevi ihtirasların çarpışmasından meydana gelmiştir. Dünyevi yönetimler daima kendi kurallarını egemen kılmak isterler. Topluma egemen çevreler çıkarları gereği yeniliklere karşıdırlar. Dini istismar ederek çıkarlarını korurlar. Dini istismarın olmaması için de dinin doğru öğretilmesi ve doğru anlaşılması şarttır. İnsanlar dini kuralları doğru olarak öğrenirlerse toplum daha huzurlu bir yaşama kavuşur. Yönetim ile toplum arasındaki çelişkiler azalır.
Avrupa’da asırlarca egemen olan din hegemonyasını kırmak için 1536 yılında başlayan Reform hareketleri, kıtada yüzyıllar süren savaşlar sonucunda ancak 20. yüzyılda amacına ulaşabilmişti.
Böyle bir gerçek ortada iken Ülkemizde Cumhuriyetle başlayan reform çalışmaları, Devletin baskısı ile birkaç yıla sığdırılmaya çalışılmıştır. Ülke ekonomik yönden belli bir gelişme sağlamıştır ama ahlak açısından gerilemiştir. Ahlaki yönden gerileme toplumun büyük zararlara uğramasına sebep olmuştur ve de olmaktadır.
Dini hassasiyeti olan çevreler dini ihya edeceklerine, din ahlakını yücelteceklerine dini istismar ederek kendi iktidarlarının egemen olması için sürekli çalışmaktadırlar.
Oysa olması gereken ahlaklı olmak ve Tanrıya dost olarak yaşamaya çalışmaktır.
Fransız düşünür Roger Garaudy “Dinler içinde zamana yenilmeyen tek din İslam Dini olduğu için Müslüman oldum" der. Tanrı ile dost kalarak bilimsel gelişmelere sahip olmalıyız. Pek çok bilim adamının bulduğu gerçekler aslında Tanrının kâinatı yönetirken koyduğu kuralların formüle edilmesinden başka bir şey değildir. Yani bilimin kuralları aynı zamanda Tanrının kurallarıdır. Bilim ile din çatışmaz. Din ile çatışmak ise insana fayda getirmez.
Gelecek yazı:
4.2.1.5.3 Ceza kanununun İslam açısından irdelenmesi
4.2.1.5.4 Borçlar kanunu ve Ticaret kanununun İslam açısından incelenmesi