Bırakmıyordu peşimi…
Görünen o ki, bırakacak gibi de görünmüyordu. Sinsi bir virüs gibi sızmıştı içime, bir illet gibi yapışmıştı hücrelerime. Yüz vermiyordum, ilgilenmiyordum hatta muhatap dahi olmuyordum ama nafile. Hayatı bana zindan etmeye ahdetmişti, beceriyordu da. Ne gecem kalmıştı ne gündüzüm. Git başımdan diyordum, seni görmek istemiyorum, seni hiç sevmiyorumm!
Bildiğim, gördüğüm, tanıdığım en arsız şeydi. Git demekten, yeter artık bitsin, ellerini bedenimden, soluğunu nefesimden çeksin diye dua ediyordum. Ama yok, bırakacak gibi değildi. Canımı yakan, her yerimi ağrıtan ve bir türlü uslanmayan bir şeydi kendisi.
Ahhh Grip; Ettin beni garip!
Bu konuda bir yazı yazmayı aklımdan bile geçirmiyordum ne yalan söyleyeyim. Ama yaklaşık bir aydır bir türlü tam olarak iyileşemeyince, lanet bir boğaz ağrısı, halsizlik ve öksürüğü, kutsal bir emanet olarak taşıdığım ve bu durumda olanın yalnız ben olmadığımı görünce; Tamam dedim, “Bu konu yazılacak ve bu iş burada kapanacak”!
Kendisiyle hikayemiz soğuk bir kış gecesi başladı. Çılgınca bir su içme isteğiyle yanıp tutuştuğumda anladım hayatıma gireceğini. Yanımdakiler, bunun sadece hararet olduğunu takılmamam gerektiğini söyleseler de annemin; ‘Çocukken hasta olacağınızı, galon galon su içmenizden anlardım’ sözü, çınlıyordu kulaklarımda. Ve kadın, bir kez daha haklı çıkmıştı işte. İlerleyen saatlerde üşüme, eklem ağrıları, halsizlik ve akciğerimin ağzımdan, beynimin ise burnumdan geleceğini ciddi ciddi düşündüren hapşırıklarla müşerref olduk kendisiyle.‘Amaann’ dedim kendi kendime, ‘alırım ilacımı, uyurum bir güzel, terledim mi de sabaha bir şeyim kalmaz’. Öyle olmadı ama…
Sabah, şiddetli bir boğaz ağrısı uyandırdı beni, genzimden öperek. Saç diplerimden ayak parmak uçlarıma kadar ağrımayan tek bir noktam yoktu. İki hapşırık aram, saniyelerle ölçülüyor, ‘bu hastalık olmaz, olsa olsa beni yok etmeye gelmiş bir canavar olabilir’ düşüncesi, beynimi kemiriyordu.Acizlik ve güçsüzlük hissi, bedenimi esir almış, gözlerimin yaşarması bundan mı yoksa hapşırmaktan mı anlayamıyordum. Suydu, limondu, ıhlamurdu, bilumum sıvılardan içim olimpik havuza dönmüş, iç organlarım yüzmeyi öğrenmişti bile. Kendimi o kadar kötü hissediyordum ki; Yiğidin harman olduğu yerden gelen kızsın sen, saçmalama derken kendi kendime, bir yandan da gripten kaç kişi ölmüştür acaba düşüncesi geçiyordu sürekli kafamdan.
Uzun ince bir yoldaydım düşünürken bunları, gidiyordum gündüz gece. Hastanedeydim canım, hastane koridorlarında. Gece gündüz serum alıyorum. Havalı adı; Kokteyl. Her tür vitaminin, ağrı kesici ve ateş düşürücünün karışımı olduğu için böyle diyorlar kendisine. Türlü test, muayene ve bu beden için nice kanların döküldüğü tahlillerden sonra şiddetli bir grip geçirdiğim teşhisi kondu. Ben çok inanmamıştım, bence ölecektim ve birkaç günlük ömrüm kalmıştı. Ne yapalım benim de kaderim böyle yazılmıştı.
Bu fikrimi doktorla da paylaştım tabi, hayat paylaşınca güzel hem değil mi?
Doktor gülerek gribin o kadar kötü bir şey olmadığını hatta çok da faydalı olduğunu söyledi. “Yanlış mı duydum, delirdim mi yoksa o mu deli" diye düşünürken, başladı anlatmaya;
“Grip dediğimiz şey bir tatbikat aslında. En doğrusu ilaç dahi almamak” dedi. Ben bu şekilde nasıl dayanacağımı, ağıdan ve halsizlikten kıvrandığımı söyleyince de; “Mümkün olduğunca hafif ilaçlar ve doğal kaynaklarla geçiştirmeye çalışmak en doğrusu. Çünkü ilaçlar, vücudun savaşma gücü kazanmasına engel olduğundan sonra daha kötü düşmanla karşılaşan bünye ne yapacağını bilemediğinden o hastalıkla savaşamaz. Yani grip gibi viral durumlarla tatbikat yapmayan hücrelerimiz, daha zorlu hastalıklarla karşılaşınca nasıl mücadele edeceğini bilemediğinde pes ediyor haliyle”.
Üstelik vücuttaki her hareket bir çeşit alarmmış. Mesela; Halsizlik olduğunda beden, enerjimizi toksin yakımı için kullanıyor demekmiş. İştah kesildiğinde, sindirim organlarında, kaslarda temizlik var demekmiş. (İştah kesilmesi ne ya; Hiç görmedim-duymadım-yaşamadım valla ben). Öksürük, aksırık, tıksırık ile beyne uzanan tüm üst solunum yolları temizlenirmiş.İshal olunca toksinler, boşaltım yoluyla temizlenip bağırsaklar onarılıyormuş.
Yani aslında grip, vücudun güçlenmek için sınav vermesiymiş. Eskilerin; ‘Şifayı kaptın’ sözü de buradan geliyormuş.
Üstümde polar battaniye, ayağımda yün çoraplar, elimde ballı zencefil çayıyla bu durumu; “Bünyemin rest çekmesi” olarak düşünüyordum. Parmaklarını bana doğru sallayarak; “Demek kendine iyi bakmaya niyetin yok, dinlemeye de vaktim yok diyorsun, o halde sana geçmiş olsun”…
En fenası da kendine acıma safhası. Midem bulanmadan, eklemlerim ağrımadan ne kadar da mesutmuşum meğer. Sevgi neymiş; Sevgi, sağlıkmış, emekmiş, iyilikmiş. Dilimdeki şarkı; “Şimdi bana sağlıklı olduğum günlerimi verseler, şimdi bana bir ömür sağlık vaat etseler, tek bir söz bile söylemeye hakkım yok…”
İşte geldik dilek ve temenniler kısmınaaaa;
Tarhana yapanınız çok olsun, sümüklüböcek olmaktan korusun sizi Allah.
Hiç hasta olmayın valla ve hastalıkla ilgili duyacağınız tek şey, şu olsun inşallah;
“Hastayım ulan sanaaaa”
CANSEN ERDOĞAN
www.cansenerdogan.com
twitter: @cansenerdogan
instagram: @cansenerdogan