Ah GABO, daha önce nerelerdeydin...
"...biri, kabuk tutmuş yaralarımızı okşamaya başladığında, cırt diye açılıveriyor ve oluk oluk kanama başlıyor yeniden. Birine teslim olduğumuzda ve içimizi döktüğümüzde, bedenimiz ve ruhumuz kan içinde kalıveriyor. O yüzden değil mi içimizi tutmamız?
Birine teslim olmaktan korkmamız? Ortalıkta tedirgin ve gergin dolanmamız? “anlatsam mı, anlatmasam mı” kararsızlığımız, “bu sevgi beni acıtır mı” kuşkularımız ?…
Her zaman seni üzecek birileri olacaktır. Yapmamız gereken sevginin bize vaadettiklerine güvenmeyi sürdürmek ama kime iki defa güveneceğimizi iyi seçmek."
Saat gece yarısını biraz geçmişti bu satırları okuduğumda. Uyuyamamıştım ve başucumdaki lambayı açıp biraz okumaya karar vermiştim. Yukarıdaki satırları okuyunca afalladım bir an, gözlerimi sayfadan ayıramadım. Beni anlatıyordu satırlar, iyi de nereden tanıyordu ki beni yazar?
Kalbimin ağlaya ağlaya yosun tuttuğu o zamanlar. Ruhumun örselendiği, yüreğimin kendi cenazesinde salavat getirdiği o yıllar. Bir bıçak gibi saplanmıştı yüreğime kelimeler.
İşte ilk tanışmamızdı bu onunla; Gabriel Garcia Marquez ile…
Farkettim ki başyapıtların ardında hep melodramlar, kanayan ağrılar gizli. Marquez, onaylanmamış bir evliliğin mahsülü. Anne-babası onu bebekken büyükanne ve dedesine bırakıp gidiyorlar ve ortadan kayboluyorlar.
Büyükannesinin anlattığı fantastik hikayelerle büyüyor, onların ciddi ve gerçekmişcesine anlatılmasından öyle etkileniyor ki yıllar sonra romanlarıyla bu kez o okuyucularını astral yolculuklara çıkarıyor.
Olağanla olağanüstü arasındaki çizgiyi yok ediyor, gerçekle fantezi iç içe geçiyor fakat bu iki farklı dünyayı öyle ustaca birleştiriyor ki okuyucunun kafasında bulanıklık yaratmıyor. Evet haklısınız, buna sanat deniyor.
Akıllara zarar kadın kahramanları ve onlara aşık erkek kahramanları en güzel yazan yazar. “Hiç kimse gözyaşlarını hak etmez, onlara lâyık olan kişi ise seni ağlatmaz.” diyen, “Seni, senin istediğin gibi sevmiyor olması, seni sevmiyor olduğu anlamına gelmez.”diyerek teselli eden bu kocaman yürekli insan evladı, değil sadece Latin Amerika’nın, edebiyat dünyasının medar-ı iftarıdır.
Anlatımı yalın ve sade, hani o kadar bizden biri gibiydi ki kitapçıya girip de kitaplarından birini elime her alışımda uzun zamandır görmediğim, görünce sevindiğim sevdiğim biriyle karşılaşmış gibi hissederdim. O kimseyi takmayan tarzı, ciddi gözüküp muzip tavrıyla içinde büyümeyen bir çocuk saklıydı.
Yazmanın bu kadar keyifli, okumanın ise büyüleyici olduğunu gösteren, “ Kendini çok zorlama, en güzel şeyler, onları en az beklediğinde olur” deyip hayatı sürpriz addeden sanki aileden biriydi o.
Nitekim 1982’de Nobel ödülünü aldığında üç ülkenin de sahiplenerek onun kendi yazarı olduğunu iddia etmesi boşuna değildi; Kolombiya, Meksika ve Küba. Üstelik hepsi de haklıydı; Kolombiya doğup büyüdüğü vatanı, Meksika en uzun yaşadığı ve en rahat çalıştığı alanı, Küba ise her latin amerikalı gibi onun da içinde biraz Fidel'lik bulunduğu için, siyaseten vatandaşı hissettiği ülkeydi.
Sadece yetenekli değildi Marquez, komik, eğlenceli ve de kendiyle dalga geçmesini bilendi. Nobel ödülünü aldığı gece, konuşmasına başlamadan önce seyircilere dönerek; " Bu konuşmayı dünyanın en çok konuşulan dilinde yapacağım" der. Seyirciler tam bir ispanyolca şovenizmi beklerken cümlesini tamamlar; " Bozuk ingilizce'yle..."
Bazen babam gibi, abim gibi, görünmeyen dostum ve pek çoğunun dediği gibi Gabo amcam gibiydi sanki o.Kitaplarını elime her aldığımda kapağını öyle kolay açamaz, açarsam sanki hemen bitecek de okuyacak bir şey kalmaz diye düşünürdüm. Hastalığı sebebiyle yazmaya ara verdiğini okuyunca, okumaya ara verecekmişim gibi hissettim, onu ve diğer herkesi.
“…bilseydim ki bu seni son görüşüm, sana sımsıkı sarılır ve dua ederdim tanrıya ruhunu korusun diye. Bilseydim ki bu seferki, bu kapıdan son geçişin, sarılırdım sana, öperdim, ve bir kez daha cağırırdım. Bilseydim ki bu, sesini son duyuşum, saklardım her kelimeni defalarca duyabileyim diye. Bilseydim ki bu seni son görüşüm, aptal gibi zaten bildiğini farzetmezdim ve seni seviyordum derdim..”
Ah be Gabo amca, daha önce nerelerdeydin ?
Gençliğimizin yeniyetme, umarsız heyecanlarında, söyleyecek çok şeyimiz olup da dilimiz tutulduğunda niye yoktun yanımızda.
Kalbimiz kırıldığında, canımız acıdığında, en koyu umutsuzluklarımızda; “Tüm dünya için sadece bir kişi olabilirsin fakat bazıları için sen bir dünyasın” diyerek girmedin kolumuza…
En sevdiği sarı çiçeklerdi ve 17 nisan günü gökten yağmur gibi yağan sarı çiçeklerle uğurlandı bu sıra dışı adam. Artık resmi çekilirken dilini çıkaramayacak, hak edene lafı çakamayacak en önemlisi de artık yazamayacak.
Ama edebiyat dünyası, gerçeğin büyüsel anlatımını, bu büyük yazarı unutmayacak. Kimileri, gerçek aşkı ‘Kolera Günleri’nde bulacak, varlığı aşk ise yokluğu hüzün olacak. Ve o sonsuz kalabalığında ‘Yüzyıllık Yalnızlığı’na yol alırken onu kendi dizeleriyle uğurlamak bence en doğrusudur, bize de düşen odur;
“Gitme zamanı gelmişse 'dur' demenin, zaman geçmişse 'dön' demenin ve aşk bitmişse 'yeniden' demenin, hiçbir anlamı yoktur..."
CANSEN ERDOĞAN