Azı karar, çoğu zarar, yüzdesi paydalara bölünemeyecek kaotik duygu… Yeme, içme, üreme gibi doğuştan varolan hayvani duyguların, en ilkel insaniliği… Hiç kimsenin kabul etmediği, sahip olduğu için övünmediği ama içinde ürettiği en zor duygu belki de; Kıskançlık… Henüz küçük bir çocukken tanışılır kıskançlıkla. Anne babadan, baba anneden kıskanılır şuursuzca. Sonra kardeş, ortaya çıkar; “onda var, bende yok, o yaptı, ben de yapacağım” dönemi başlar. Zaman ilerleyip arkadaşlar, birer ikişer girdikçe hayata, kıskançlık da başka formatlarda çıkar karşımıza. Oyuncak tüfek lahana bebek, parlak renkli bisiklettir önce kıskanılan. Sonrasında yurtdışından gelen paten, tren, walkmandir. Okul çağında, sınıfın en başarılı öğrencisi, basket takımının en güçlü basketçisi, koronun en yetenekli solisti… Ergenlik hazeyanları, zamana tutunmuş, çığlık çığlığa ilerlerken, okulun en yakışıklısı, bir de en güzel kızıdır artık, kıskanılan tahtında her an düşecekmiş gibi oturan… Yıllar geçip de işe başlayınca, mesai arkadaşıdır artık kıskanılan. Patrondan torpillidir ya, ondan beğenilmektedir projeleri, daha farklıdır izin süresi, primi, ikramiyesi… Sanılanın aksine, güven eksikliği değildir kıskançlık. Aksine özgüven fazlalığıdır; “neden o’na veriliyor da bana verilmiyor, o’na yapılıyor da bana yapılmıyor” dedirten, daha çok hak ettiğini düşünen ve bunu da söylemekten çekinmeyen… Ayrı cinste, sevginin hatırına mazur görülüp idare edilebilse de, aynı cinste, Fredi’nin kabusu gibidir. Çift taraflı bir bıçak gibi karşı tarafı kanırtırken inceden, öbür tarafta siz, kan revan içinde kalırsınız. Kontrol altında sanırsınız, istediğiniz anda kurtuluverecek gibi… Oysa bir bağımlı gibi adım adım esir olmuştur kişi, büyüterek içinde, kıskançlık denen bu illeti… En çok da sevilen, kıskanılır hayatta. Ne de olsa, her şey mübah değil midir, aşkta ve savaşta… Sıcak bir şömine kenarında, kedinin keyifle bulduğu ve heyecanla dokunduğu bir yumak gibidir aşk. Keyifle çözülür ipleri yumağın, sevdikçe, derinlere indikçe. Ansızın ipler dolanıverir birbirine, düğüm olur, çözülemeyecek şekilde. Aşk da, bir yumak haline gelip boğazına sarılıverir insanın bazen... İşler çözülmez haldedir ve bu kördüğüm, insanı istemediği şeyler yapmaya zorlar çaresiz. Beden, zaafiyetlerin esiri olmuş, korkmuştur. Kaybetme korkusudur bu ve bu korku bir kez girdi mi insanın yüreğine, artık akıl ve mantık, sürgüne gönderilmiş iki mahkuma dönüşür ,birden. Kontrol altına almaya çalıştıkça, aşkınıza sahip çıkmaya çalıştıkça o kördüğüm giderek büyür ve bir süre sonra yumağın ipleri boğmaya başlar. Kurtulabilmek için çırpındıkça, bir başka canavarın, kıskançlığın ellerine teslim olursunuz. Kıskançlık, beraberinde tedirginliği, endişeyi ve huzursuzluğu da getirir. Beyni böcek gibi kemiren soruların başlıca kaynağı da kıskançlıktır. Kaybetme ihtimali çoğaldıkça, sorular artar. Kati yanıtı yoktur hiçbir sorunun. O’nun bir başkasıyla olabilme, bir başkasıyla sevişebilme ihtimalini düşünmek, uykusuz gecelerin, korkulu düşlerin habercisidir. Adem ile Havva’dan kalan en büyük miras ise aşk, bu mirasın olmazsa olmaz terekesidir kıskançlık. Ne zaman bir sevda yeşerse kalbin bozkırlarında, bir de kıskançlık filizlenir, usulcacık, kenarda. Sevda büyüyüp boy attıkça semaya, kıskançlık da tutunup ona, büyür yavaşça. Kıskanmak, kalbin kendini zımparalamasıdır hoyratça. Sahiplenme duygunsun bünyeyi sarsan ‘k’ hali… Aşkın türbülans vaziyeti, paylaşamamanın acz hali, İncil’deki yedi günahtan biri… Modern toplumlarda, sevmenin ilkel şekli olarak adlandırılır kıskançlık. Mahalle jargonunda, ‘hasedinden çatlama’, arabesk kültürde ‘seven insan, kıskanır’ dır bunun adı… Sevilen sahiplenilir, kıskançlık ondan sonra gelir. Bundandır ki, kıskançlık sevgiden önce öğretilmiş, kalbin bir kenarında usulca beklemektedir. Kalbi iyileştiren sevgiyse, fazla doz halinde, yan etkisidir. Ümit Yaşar Oğuzcan, bir mektubunda kıskançlığın çift taraflı paradoksunu şöyle anlatmıştır; “Seven zalimdir biliyorsun, aşk egoisttir. Sen zalim olma. anlamıyorsun, anlamıyorsun....Sana sitem etmeyeceğim artık, bütün suç benim. Seni bu kadar sevmemeliydim. Şu köhne ve utanmaz dünyada ne bir kimse bu kadar sevilmeye değer, ne de bir kimsenin bu kadar sevmeye hakkı var. Kendimizi ne sanıyoruz? biz neyiz ki? Sus, cevap verme. teselliye ihtiyacım yok. Seni bu kadar sevmenin cezasını kendime ödeteceğim.” Sevdaya paralel uzanan dik yamaçlı kelimeler arasında saklanan, harflerle vücut bulan belki de en gerçek tanımı kıskanmanın, biraz da içi acıtan; bu kadar sevmenin cezasını kendine ödetmek… Sevgi ve kıskançlık, ayrılmaz bir bütündür, elele yürür. Sevgiyi güçlü kılmak adına, kana verilen mikroptur kıskançlık. Aşıyla verilirse kararında, sevgiyi hastalıktan korur. Aşırı dozu öldürür. Sevgi ve kıskançlık... İkisi de hayatın içinde, insanlar için varlar. Ama Sevgi teleskoptan bakar, kıskançlık ise mikroskoptan….