En çok hayali kurulan mevsimdir yaz… Sevgiliyi bekler gibi, vuslata erer gibi beklenir nedense. Uzun ve soğuk kış gecelerinde sohbeti yapılır uzun uzadıya, planlar yapılır; nereye gidilecek diye acaba... Uçsuz bucaksız, masmavi bir denizin hayalidir kurulan, ıssız bir kumsalda sonsuzluğa koşma… Güneşi teninde duyumsamaktır, zamanı an’lara kavuşturma ve yollarda değil de yazlarda gezinmek vardır, biraz gamsız, biraz da umarsızlıkla… ‘Nerede o eski bayramlar artık’ nidalarına benzer; ‘nerede o eski yazlar’ iç çekişleri uçuşuyor havada…Sahi nerede acaba ? Sarıyer’de Hünkarsuyu’na, Göksu civarına, Yakacığa gidilirmiş, yazları İstanbul’da. Piknik yapılır, hava alınır, biraz dolaşılır, dinlenilirmiş su kenarlarında. Aşk, göz süzmelerle, usulca düşürülen mendillerle, kaytan bıyıkların bükülmesiyle yaşanır, tek kelam dahi edilmezmiş ne yaren ne de yavukluyla. Her şey mahrem yaşanırmış, dedelerimizin zamanında… Florya, Moda, Caddebostan plajları pek bir modaymış babalarımızın zamanında. Yazlık köşkler konuşlanırmış bunların dört bir yanında ve gençlik oralarda toplanırmış çoğunlukla. Aşk dudaklara dökülmeye başlamış; bazen bir öpüş bazen de sıcacık bir sözle.‘Bekle beni, önümüzdeki yaz, yine geleceğim’ sözleri verilirmiş, o söz de mutlaka yerine getirilirmiş… Yazlık ev furyası almış gitmişti benim zamanımda. Okullar kapanınca, derhal toplanılır, düşülürdü yollara. Üç ay tatil olurdu okullar, üç ay da kalınırdı orada. Birayla patates kızartması demekti yazın öğle vakitleri ve hala en sevdiğim şey olan öğle şekerlemeleri. Gün geceye kavuşma hazırlığındayken usulca, nefis mangal kokuları yükselirdi dört bir yandan. Türlü kahkahalar yükselirdi, bahçelerden, balkonlardan ve şerefe kaldırılan rakı kadehlerinin içindeki buzların sesi bugün bile silinmez kulaklarımdan… Aşk tüm cüretini toplayarak çıkmıştı artık arenaya, dile gelmişti sözcükler bir bardak tekilayla, margaritayla ve savrulmuştu bedenler, aşkın dansı lambadayla… Yaz aşkları…Karpuz serinliğindeki yaz gecelerinin şeftali kıvamındaki yumuşak dürtüsü. Upuzun bir kumsalda kumlara yazılmış bir sevda öyküsü, mavi denizlerin bembeyaz köpüklerinde yazılı ‘SENİ SEVİYORUM’ sözü… Rüzgarın sesine kulak verir yaz aşkı, gelecek zaman yada dili geçmiş zamanların yüklemi değildir o. Sadece şimdiki zamanın, pardon şimdiki anın üçüncü tekil şahsıdır. Sahilde ateşin başında gitar çalanları seyretmek, şarkı söylemektir göz göze. Yakamozların aydınlattığı sahilde uzun yürüyüşler yapmaktır, sessizce, el ele. Denize atlamaktır üstünde elbiselerle, yıldızları seyretmektir, oturup birlikte… Son kullanma tarihi belli aşklardır yazın yaşananlar… Dantelli laflarla bezeli, beyaz köpüklerle süslü, sonu belli olan ama telaffuz edilmeyen… Birkaç haftaya, bir ömür sığdırılır, biteceğini bile bile, bir ömürlük plan yapılır. Ve bittiğinde arkasında bir enkaz kalır, küçücük yürekte kocaman bir sızı ile… Bir gün, aylar, yıllar sonra bir gün, kakao yağının kokusunda, kumsalda çalınan bir gitar solosunda, ayakkabınıza yapışıp kalmış bir kum tanesinde ansızın geliverir aklınıza. Tiz bir cızz sesi duyulur, taa derinlerde bir yerden, film şeridi gibi geçip gider o günler, gözlerinizin önünden ve ‘keşke yaşamasaydık’ ile ‘iyiki yaşadık’ arasında ki o ince köprüden sallanarak geçip gidersiniz… Sahi nasıl da hapsediyoruz aşkları yazlara, hiç mi vicdanımız sızlamıyor, bunları, yaz aşkı deyip fırlatıp atmaya, yada patiskalara sarıp sandıklara kaldırmaya, yapmayın Allah aşkına … Gamsız, tasasız, sıcacık günlerin hatırasına hürmeten koruyup kollamak gerek yaz aşklarını; ömrü kısa olsa da. Yaz aşkları, kısa olduğu için mi çok güzel, çok güzel olduğu için mi kısa acaba… Ben inanmıyorum yaz aşklarına… Aşkın yazı mı olur, yaz bitince ölen aşk mı olur ki… Şunu bilir, şunu söylerim ki; Aşk iki kişiliktir, mevsimlerle işi olmaz. Takılırsa da mevsimlere, bunun adı aşk olmaz….ömrün