Baş Olmak İçin Arı Olacaksın!
Kadın bir hemşirelik öğrencisi, adam ise gezici satış elemanıydı. Adam, bir gün, bir kız arkadaşını hemşirelik öğrencisinin çalıştığı hastaneye getirdi, ilk kez orada karşılaştılar. Birbirlerine aşık oldular ve iki ay sonra evlendiler.
Düğünden birkaç hafta sonra adam, orduya çağrıldı ve İkinci Dünya Savaşı'na katıldı. O askerken genç gelin ailesiyle kaldı ve eğlencelere katılıp dans etmekten geri kalmadı. Kocası askerden döndüğünde ancak başka bir şehirde iş bulabildi, o orada çalışırken gelin yine ailesiyle kalmaya devam etti. Gelecekleri parlak görünüyordu; bir bebekleri olacaktı ve adam bir ev almaya çalışıyordu. Sonunda kendi evlerine taşınabileceklerdi. Bir gün kadın hayatının en kötü haberini aldı. Kocası bir trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Kazadan birkaç ay sonra, ölen kocasının adını verdiği oğlu doğdu. Yetim olarak doğan çocuğu, bebekken anneannesi ve dedesi ile bırakıp okulunu bitirmeye başka bir kente gitti. Hayat, anneannelerin evinde çocuk için hiç de kolay değildi. Anneannesi sık sık, çığlık çığlığa bağırıp küfürler ediyor, eşyaları kırıp döküyor, öfke krizleri yaşıyordu. Dedesi ise alkole sığınarak tüm bunlara katlanan sessiz bir adamdı. Çocukluğunun ilk yılları, dengesiz, güvensiz ve korku dolu bir ortamda geçti. Annesi okulunu bitirip eve döndü ve içki içen, kumar oynayan, sarhoşken karısına ve üvey oğluna saldıran bir adamla yeniden evlendi. Huzursuz ve sağlıksız koşullu bir evden alınan çocuk, daha kötüsüne sürüklenmişti. Anne de artık mutluluğu dışarıda aramaya başlamış, eğlencelere gidip içki içip kumar oynamaya başlamıştı. Her gece çığlık çığlığa kavgalar ediliyor, evde kıyametler kopuyordu. Çocuk ise, evde huzursuzluğun kaynağını kendisi olduğuna inanan her çocuk gibi, bu kargaşanın kaynağının kendisi olduğuna inanıyor, onun için de herkesi memnun etmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu; uslu bir çocuk ve iyi bir öğrenci oldu.
Bu her şeyden sorumlu olduğu duygusu onu aşırı mükemmeliyetçi olmaya itti.
Başarılı olmak için duyduğu baskı korkunçtu. Başarısızlığa ise tahammülü yoktu.
Evden uzaklaşmak için normalden fazla aktiviteye katılan, girdiği ortamlarda hep sosyal, hep başarılı olan bir öğrenciydi. Liseden sonra üniversite için başka bir şehre gitti ve okul masrafları için yarım gün çalışmaya başladı. Yale Hukuk Fakültesinde gelecekteki eşi Hillary Rodham’la tanıştı. 32 yaşında Arkansas Valisi olduğunda, aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri'nin de en genç valisiydi. 1992'de ABD Başkanı oldu.
Bu olumsuzluklarla büyüyen ve içindeki inanca, tutkuyla sarılan çocuk; Bill Clinton idi.
Hawaii’de dünyaya geldi. Anne ve babası, babasının yabancı öğrenci olarak geldiği Hawaii'de tanıştı ve evlendi, kendisi henüz iki yaşındayken boşandı. Babası, Kenya'ya geri döndü, annesi ise yine bir yabancı öğrenciyle ikinci bir evlilik yaptı. Annesi ve üvey babasıyla birlikte Endonezya'ya taşındı ve 6-10 yaşları arasında orada öğrenim gördü. Sonra Hawaii’ye geri dönerek 1979 yılında liseyi bitirene kadar anneannesi ve dedesiyle yaşadı. Liseden sonra Los Angeles'teki Occidental College'de üniversitenin ilk iki sınıfını okudu. Sonra New York'taki Columbia Üniversitesi'ne geçiş yaparak 1983 yılında Siyasal Bilimler bölümünden mezun oldu. 1988 yılında Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi ve 1991 yılında avukatlık diplomasını aldı. Babası, 1982 yılında Nairobi'de bir otomobil kazasında öldü. Anne tarafından bir, baba tarafından ise yedi tane üvey kardeşe sahip oldu. Kendisi gibi Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu bir avukat olan eşi Michelle Robinson ile 1989’da tanıştı ve evlendi. 04.11.2008’de yapılan ABD Genel Seçimlerinde hiçbir demokrat partilinin alamadığı kadar çok oy olarak büyük bir başarı elde etti ve Amerika Birleşik Devletleri’nin 44.Devlet Başkanı seçildi.
Bu olumsuzluklarla büyüyen ve içindeki inanca, tutkuyla sarılan çocuk; Barack Obama idi.
Geçenlerde yapılan ABD Başkanlık Seçimlerinde, seçimi ikinci kez kazanan Obama’nın hayat hikayesinin Clinton ile ne kadar benzediğini görünce bunun bir tesadüf mü yoksa kader mi olduğuna karar veremedim. Her ikisi de babasını, trafik kazasında kaybediyor, her ikisi de büyükanne ve dedeleriyle yaşıyor, her ikisi de çok zor bir çocukluk dönemi geçiriyorlardı. Yine her ikisi de yaşamları boyunca değişik yerlere taşınmak durumunda kalıyorlar, ama bu başarılı ve sosyal olmalarını engelleyemiyordu. İkisinin hukuk fakültesini bitirmiş olmaları ve avukat eş seçmeleri de bu benzerliğin altını bir kez daha çiziyordu.
Dünyanın en güçlü devletine başkanlık yapan kişilerin hikayelerine de bakıldığında başarmak için öyle seçilmiş bir aileden, düzenli bir yaşamdan gelmeye gerek yok. Öyle paralı okullarda okumaya, zengin semtlerde oturmaya da…O, bir düşünce tarzıdır, başarılı olmak istersin-olursun, istemezsin-olmazsın. Baş-arının sırrı, özünde saklıdır; ‘Baş olmak için arı olacaksın’.
Hakedilendir başarı, ödül olarak verilmez. Tırnaklarının içinde acı vardır, sızı vardır, kan vardır ve şu bir gerçektir ki başarı merdivenlerini kimse elleri cebinde tırmanmamıştır.
Yörenin en güzel sütünü sağlayan köylüye sormuşlar; 'ineğin ne kadar süt veriyor?'
Köylü şu cevabı vermiş; ‘ 'ineğim hiç süt vermez. Sütü ondan sizin almanız gerekir….'
Diyeceğim o ki, Henry Ford’a aynen katılıyorum; ‘İster başarabileceğinizi düşünün, ister başaramayacağınızı, her halükarda haklısınız !’…
CANSEN ERDOĞAN