Soğuk bir kış günü yapılacak en güzel şeylerden biriydi benim için;
Dışarısı buz gibi soğukken, bir kitapçının çıngıraklı kapısından içeri süzülüp rafların arasında, kitapların tozla karışık mürekkep kokusunu, o kitaplarda geçen yıllanmış hatıraları çekmek içime, derin bir nefesle...
Dokunmak kapaklarına, yanağa dokunan sevdiceğin eli gibi; usul usul...
Burnumda kesif bir tarçın kokusu vardı, içimde bitmek bilmez yağmur tarifleri.
Dolaşırken rafların arasında, kapağında kocaman bir martı resmi olan kitap gözüme çarptı.
Uzanıp elime aldım ve arka sayfasına baktım;
“Durgun denizin minik dalgacıkları üzerinde, güneşin altın gibi ışıldadığı pırıl pırıl bir sabahtı. Sahilden bir mil uzaklıkta, denizi kucaklarcasına ilerleyen bir balıkçı teknesi, martılara kahvaltı zamanının geldiğini haber veriyordu”.
Tam devam ederken okumaya, az ileride, yaşı biraz geçkince, tonton bir amcanın bana seslendiğini fark ettim; “Demek martı Jonathan’ın hiçbir şeyin onu caydıramadığı o devirde, zorluklarla mücadele ettiği, hiç düşmemeyi değil, her düştüğünüzde ayaklarınızı daha sıkı basarak ayağa kalkabilmeyi öğreneceğinizi anlatan kitabını okuyacaksınız”.
Ben daha cevap veremeden, devam etti;
“Biliyor musunuz elinizdeki Richard Bach’ın Martı adlı kitabı, tam 18 yayınevi tarafından reddedilerek ‘senden yazar olmaz’ rekoru kırdı. Ama daha sonra uzunca bir dönem, en çok okunanlar listesinde yer aldı.”
Kitabın konusundan bu kadar etkilenmişken, bu kez de yazarının, defalarca uğradığı hayalkırıklığının ağırlığında ezildim.
Bu nasıl bir şanssızlıktır ki onsekiz yayınevi tarafından reddedilmek ve nasıl bir azimdir ki ondokuzuncuya kadar sabretmek.
Üstelik en çok okunanlarda ilk sıraya yükselmek…
Şöyle bir bakınca, yaşanmış tüm başarı hikayelerinin öncesinde, travmatik reddedilişler, geri gönderilişler, yeteneksiz addedilişler görülüyor.
Örneğin, lise ikinci sınıftayken antrenörü tarafından boyu kısa olduğu için okul basketbol takımına alınmayan Michael Jordan, annesinin ‘Önemli olan, takımın içinde senin ne kadar küçük olduğun değil. Senin içinde, takımın ne kadar büyük olduğu’ sözlerinden oldukça etkilenerek önce okul takımına girmeyi, sonra da profesyonel lige transfer olarak dünyaca tanınan bir sporcu olmayı başarmış.
Okulunu bırakıp İzmir’den İstanbul’a gelen pop müziğin kraliçesi Sezen Aksu, birçok ünlü sanatçı gibi Unkapanı’nda şirket şirket dolaşmış. Ancak bütün kapılar ‘senden şarkıcı olmaz’ dercesine yüzüne kapanmış. Uzun uğraşlardan ve reddedilmelerden sonra çıkardığı Haydi Şansım adlı 45’liği de sadece elli adet satmış, alanlar da sadece yakın çevresiymiş. Yine Ferhan Şensoy’un ‘senden tiyatrocu olmaz’ dediği Yılmaz Erdoğan. tiyatrocu olmakla kalmayıp kendi tiyatrosunu bile kuracak noktaya yükselirken, Walt Disney, aç biilaç, farelerin cirit attığı bir garajda ‘Miki Fare’ kahramanını çizip üne kavuşmadan önce beş işten ret cevabı almasının yanında ‘senden bir şey olmaz’ diyerek reddedilmiş ve Disneyland’ı kurmadan önce de birkaç defa iflas etse de, sonunda bütün dünyaya kendini kabul ettirmiştir.
Bundan çıkan ana fikir, başarıya giden yolun reddedilmekten geçtiğini gösteriyor.
Sanki Tanrıyla yapılan gizli bir sözleşme gibi, başarının bedeli, ilk önceleri başarısız olarak adlandırmayla ödeniyor.
Hayat gibi aslında; ilerlerken rampalı, kasisli yollarda, düşenler kalıyor orada, kalkıp devam edenler ise ulaşıyor varışa, mutlu sona.
Bugün hemen hemen tüm zenginlerin, yoksulluktan gelmesi, başarılı işlere imza atanların mazilerinde başarısızlık hikayeleri yatması, güzelliğiyle marufların, zamanında çirkin, akıllıların yeteneksiz olarak nitelendirilmesi de tesadüf olmasa gerek.
Bu hırs kamçılıyor, çalıştırıyor ve nihai hedefe ulaştırıyor işte.
Başarıya ulaşmak için, o işin nasıl yapılacağından ziyade, başarıya ulaşmaya nelerin mani olabileceğini hesaplamak şarttır.
Bunlar tesbit olununca, başarı da kaçınılmazdır.
Tozu dumana katmak mı, tozu dumanı yutmak mı?
Hayatta ya tozu dumana katarsınız, ya da tozu dumanı yutarsınız.
Kendi gelecekleri ile ilgili planlari olmayanlar, başkalarının planlarına dahil olurlar.
Çıkmazda olduğunuzu düşünüyorsanız; Ya bir yol bulun, ya bir yol açın, ya da yoldan çekilin…
En acı ilaçtır aslında deneyim.
Anlatarak, söylenerek iyileşilmez, varolmanın dayanılmaz hastalığında.
Buruk tadıyla, buran acısıyla içilecektir deneyim denen ilaç, hayat meclisinde.
Çünkü hayat, her düşüşte, bu kez ayakları daha sağlam şekilde basarak ayağa kalkmayı, deneyim ise kolay kolay düşmemeyi öğretiyor insana.
Bir de gözlerinden akan yaşları sileceğine, akmasına sebep olanları hayatından silmeyi ve Cemal Süreya’nın dediği gibi; Ne kadar silersen sil, ya yırtılır defterin, yada izi kalır cümlelerin….
Zirvelerde kartallar da bulunur, yılanlar da.
Ancak birisi oraya süzülerek, diğeri ise sürünerek gelmiştir.
Önemli olan nereye gelmiş olduğunuzdan çok, nereden ve nasıl geldiğinizdir.
Çünkü bu, orada ne kadar kalacağınızın göstergesidir.
Toplum nedense pek sever, ağaçları taşlamayı, özellikle de meyve verenleri.
Binbir zorluk ve emekle gelinen nihai zirve, pek hoş karşılanmaz.
Hele de kulaklarını tıkayıp tüm dünyaya, tüm düz ilerliyorsa yol alan.
Öyle çok durdurulup geri çekilir, hakkında öyle çok konuşulur ki, kendini geride kalmış hisseder insan.
Oysa ki aksine;
İnsanlar, arkanızdan konuşuyorlarsa, onlardan bir adım öndesiniz demektir…
En az bir adım…
Cansen ERDOĞAN