Ve beklenen...
Bütün kış düşlenen, gelsin diye beklenen, soğuk ve karanlık erken olmuş akşamlarda özlenen yaz... Güneşin, denizin, kumun, renkli fenerlerle aydınlatılmış uzun sofraların, karpuz kokan akşamların ev sahibi yaz... Belki kısa oluşundan belki özgürlüğe en çok yakıştığından yaz, evin küçük, nazlı kızıdır biraz... Her yerde güzel, her yerde özeldir ama Bodrum'da bir başkadır yaz... Her nefes alışınızda deniz kızlarının üzerinize yapıştığı, huzurun parlak renkli sedefler gibi ruhunuza yansıdığı, metropol endiselerinin, işin, derdin havada asılı kaldığı, bulutların üzerinden göz kırparak kendini hatırlatan masal mavisi yer Bodrum... Şehrin üstüne sinen stresinden, egzozundan arınmak istercesine kollarına koşulan Bodrum'un girişinde bir an duruyorsun, önündeki tabelaya takılıyor gözün, dalıyorsun; "Yokuşbaşı'na geldiğinde, Bodrum'u göreceksin, Sanma ki sen geldiğin gibi gideceksin Senden öncekiler de böyleydiler Akıllarını hep Bodrum'da bırakıp gittiler..." Bu yazıyı her okuduğumda; 'Vay be Halikarnas Balıkçısı, varmış gercekten de bir bildiğin' dökülüyor dudaklarımdan. Tam adı Musa Cevat Şakir. Daha sonra Kabaağaçlı soyadını almış. Çocukluğu, babasının elçi olarak bulunduğu Atina’da ve Büyükada’da geçmiş. Robert Kolej ’de okurken ilk yazıları yayımlanmış. İngiltere’de Oxford Üniversitesi yeni Çağ Tarihi Bölümü’nde dersler almış. "Hapishanede İdama Mahkum Olanlar, Bile Bile Asılmaya Nasıl Giderler” adlı öyküsü yüzünden Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve Bodrum’da üç yıl sürgün cezasına çarptırılmış ve hikaye de böyle başlamış... 'Bizim için şer olan aslında hayırdır' derler ya, Cevat Şakir nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı için de aynen öyle olmuş. Meğer şehir sürgünmüş asıl onun için, şehir hapsetmiş yüreğini. İnsanın; “İyi ki Bodruma sürülmüş de bize Akdeniz ve Anadolu’yu öğrenmeye başlamışız” diyesi geliyor. Bodrum onun için, o da Bodrum için büyük şans olmuş; Bodrum’dan başlayarak, Anadolu’yu, Arşipel’i ve Akdeniz’i sahiplenmiş ve anlatmış. Bence onu farklı kılan en büyük şey, varolan her şeyi tutkuyla sevmesiymiş. Bir orfoz, denizde köpüklenen bir dalga, deniz kenarında oynayan bir çocuk, güzel bir kadın, antik bir kent ya da gökte uçan bir martı... Hayata aşıkmış Cevat Şakir. O yüzden “Ölüm yaşama sığar ama hayat ölümü aşar” demiş. Aksamı gecenin gizemli kollarına uğurlarken masada yanan mumun alevine dalmış şunu geçirdim içimden; Ben Halikarnas Balıkçısının en çok sahiplenişini sevdim galiba; Hayati, aşkı, inandıklarını... Tanıyanlar derler ki; Ona göre bir yere benimdir demek için oraya sadece asker koymak ve bayrak dikmek yetmez. Oranın resmini yapmak, şarkısını bestelemek, tarihini öğrenmek, insanı ile kaynaşmak, hikayesini yazmak, aşklarını yaşamak gerekir. Sahiplenmek ve sevmek gerekir. Bodruma mandalin, portakal, turunç ağaçlarını getiren, dev bellasombraları, palmiyeleri, okaliptusları, sabırlık bitkilerini diken Halikarnas Balıkçısıdır. Bir seferinde İstanbul’dayken, Büyükada’ya gitmiş, Büyükada’da sürgünde olan meşhur Rus işçi hareketinin liderlerinden Lev Troçki’nin bahçesindeki ağaca tırmanmış ve tohumları almış, ceplerine doldurup tam ağaçtan inecekken, casusluk şüphesiyle yakalanınca da “Ben tohumları almak ve canım Bodrum’uma götürüp dikmek için ağaca çıktım.” demiş ama derdini çok zor anlatmış. "Merhaba" dermiş Balıkçı, her gördüğü insana ve her türden mahluka, hatta denize, ormana, ağaca, toprağa. Çok eski zamanlarda seyyahlar epey bir uzun yol giderlermiş. Olur da yolda iki seyyah karşılaşırsa önce birbirlerini süzer sonra da birbirlerine zarar vermeyi düşünmediğini, düşmanca bir niyeti olmadığını anlatmak için, sırtlarından çıkardıkları yaylarını gerip, oklarını uzaklara, boşluğa atar ve "mir heba" yani, okum boşa gitsin, heba olsun derlermiş. Zaman içinde bu söz “Merhaba’ya” dönüşmüş. İlginçtir ki Balıkçı insanlarla konuşurken iki kere merhaba dermiş; Biri başında, öteki diyeceğini söyledikten sonra, bitirirken. İlki insana; Merhaba anlam itibarıyla“ rahat olun, ben dostum, benden size bir kötülük gelmez” mealinde. İkinci ve en sonda söylenen merhaba ise, “Anlattıklarıma, yeni öğrendiğin bilgilere bir kapı aç aklında, onlara merhaba de, kucaklaş ve öğren, gerisi sana kalmıştır” anlamında söylenen bir merhaba. Ve Halikarnas Balıkçısının bu kelimeyi bu kadar sevmesi pek tesadüf olmasa gerek, Çünkü 'Merhaba' kelimesi eski harflerle yazıldığında yelken şeklini andırır. Bir yanından maden suları akar, ölüye can verir, yamaçlarında portakal ağaçları, buhur ormanları yükselir. Neşeli ezgilerin yükseldiği plajları, altın kumların dalgalara seviştiği ıssız koyları, güneşin kızıl kostümünü giyerek battığı, yerel çarşıları, aşkları, heyecanları ile mavi göklerin memleketi Bodrum... En sevdiğim 7' nin yeri; Yedi uygarlığın sular altında kalarak battığı yer... Aşk üzerine yapılmış en büyük anıt olarak geçen ve dünyanın yedi harikasından biri olan 'Museleoum' un bulunduğu yer... Yedi ana koydan meydana gelen yer... Begonvil süslü masalarda aşka kaldırılan kadehlerde, yosun kokulu rüzgarlarda 'iyiki varsın hayat, seni seviyorum' cümlelerinde can bulan mavi, pembe, mor Bodrum... Kocaman hasır şapkaların, uçuşan elbiselerin, bronz bedenlerin, çarpan yüreklerin altındaki vakur Bodrum... Hayatı sevenlerin, yaşamayı bilenlerin, aşka değer verenlerin mabedi Bodrum... “İnsanlar doğdular, sevdiler, öldüler..." Böyle demiş Halikarnas balıkçısı. Hayatın esas anlamının, varolmamızın gerçek nedeninin, insan olmamızın sebebinin sevmek olduğunu, yaşamayı başarabilmek için sevmeyi becerebiliyor olmamız gerektiğini anlatmış Koca Balıkçı sayfalarca ve yaşadıklarıyla bize hep... Bodrum'da şen kahkahalı, keyifli sohbetli uzun bir sofrada masadaki muma dalıp düşündüğüm son şey buydu. Bir de ah be Cevat Şakir, keske olaydın sen de masada da içseydik hep birlikte mutluluğa, aşka ve tabiki Bodrum'a... Ha bi de ; " İtalya'yı gör de öl " derler. Yok a canım; Bodrum’la kıyılarını gör ve yaşa... Merhaba... Cansen ERDOĞAN