Akşam saatleriydi. Gün geceye kavuşmuş, vuslata ermişti. Şubat gibi küçücük bir aya sığdırılmış, kocaman etkisiyle kalbimizdeki o hassas yeri sızlatmış sevgililer gününün hemen ertesiydi. Bir yandan az sonra sinemaya gitmek üzere hazırlanırken bir yandan da nicedir okumam için elime tutuşturulmuş notlara göz atıyordum. Telefon çaldı. Çok sevdiğim bir dostun o sıcak, içten sesi gülümsetti beni. Merhaba-nasılsın faslından sonra annesinin, vefat etmiş eşi için yazdığı şiiri dinlememi istedi. Usulca oturdum koltuğa, kapadım gözlerimi. Genizden gelen tok sesi ile şiiri ta hücrelere nakşettiren duygu yüklü bir ahenkle babası için yazılan şiiri okumaya başladı;
“Sevilecek yanlarını aramadan sevdim.
Seni nasıl sevilir diye sorgulamadan sevdim.
Bana, ben olduğum için özel davranmanı sevdim.
Beni değerli bulduğunu hissettirdiğin için sevdim.
Sevgini bana yük gibi yüklemediğin için sevdim.
Her sevginin sağlam olmadığını çok iyi biliyordum.
Seni, sevginin sağlamlığına inandığım için sevdim.
Benim imkânsızlarımı aştığın için sevdim.
Paylaştıklarımızı sorun etmeden, kendini hep yanımda hissettirmeni sevdim.
Benim için hep yapmak isteyip de yapamadıklarını bana anlatmanı sevdim.
Seninle nerelere gittiğimizi bilmeden çıktığımız yolları sevdim.
Hep unuttuğun özel günleri, güzel günlere saklamanı sevdim.
Ben seni, sevgililer günü bilmeden sevdim.
Ben seni sevgilim diyemeden sevdim.
Necip Fazıl’ın dediği gibi;
‘Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni bekledim kadar…’
Sevmek, beklemek dedim de sevdim.
İçilen sigara dumanlarında senin hayalini kurmayı sevdim.
Seni, Sevgililer Günü’nü bilmeden sevdim.
Seninle senenin her günü sevdim.
Hayata ve kadere sitem etmeden yaşadığın için sevdim.
Seni, sevdiklerine veda etmeden gittiğin için sevdim.
İşte bu yüzden benim de ömrümün son günü,
Sevgililer Günü olacak, biliyorum!
Şiir bitti, ben bittim. Onlarca siyah-beyaz fotoğraf uçuşmaya başladı zihnimin derinliklerinde. Soluk gaz lambasının aydınlattığı bir odada, radyodan duyulan ‘benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım…’ şarkısıyla el ele oturan çifti görür gibi oldum az ileride.
Ve işte şiirin yazarı, aşkın varlığına inanmayanları susturabilecek bu içten dizelerin mimarı Nesrin Malkoç, telefonun karşı tarafındaydı.
‘Nasıl, beğendiniz mi’ diye soruyordu.
‘Beğenmek mi’ dedim;
‘Bayıldım, şaşırdım, oturduğum yere mıhlandım.
Nasıl bir yürek, nasıl bir sevmek ki bu, o yanında olmasa dahi, bu büyük sevdayı hala içinde yaşatabilmek, yıllar sonra bile bu şiiri yazdırabilmek…’
-‘ Hatırlayışımda genzimi yakan hüzün, sevgi kokuyor yavrum’ diye cevap verdi, telefonun ucundaki o zarif, asil ses.
Yarım kalmış ama sonsuzluğa uzanmış gerçek bir aşk hikâyesinin çaresiz burukluğunu yaşarken bir yandan da tarifi imkânsız bir heyecan, mutluluk, zıplama isteği duyuyordum içimde;
‘Biliyordum işte, biliyordum.
Var hala böyle aşklar, efsane sevdalar.
Aşk diye bir şey yoktur, kandırma kendini diyenlere inat, bir yerlerde, bir şekilde yaşanıyorlar.
Eros, hedefi doğru tutturabilse, oluyor bakın bir şekilde.
Maharet sevmeyi bilmek kadar sevilecek kişi olabilmekte.
Gördünüz mü, haklıymışım işte…
Babasını, çok erken bir zamanda, ani bir ölümle kaybetmiş Nesrin hanım. Baba, gölgesine sığındıkları çınardır, evlatlar için. Oysa dağdır yaslandıkları, kız çocukları için. Kardeşlerini üzmemek için saklamış bu acıyı içinde, gömmüş yüreğine. Böylece bir yanı eksik kalmış, gençliğini ıskalamış. Sonra 19 Mayıs Gençlik Bayramı Provaları sırasında O’nunla tanışmış. Ve Sedat Malkoç, karizması ve yakışıklılığıyla eksik kalan o yanı tamamlamış. Sevdiği kadın artık incinmesin diye bir koza örmüş etrafına ve onu herhangi bir masaldan yeryüzüne inan bir prenses olduğuna inandırmış. Bu aşkın karşısına kimse çıkamamış. Neşesiyle, hüznüyle, iyisi, kötüsüyle tam otuz iki yıl geride kalmış. Soğuk bir şubat günü er kişi Sedat Malkoç, cennette buluşmak üzere, veda etmeden bu dünyadan ayrılmış;
Geride ise dimdik, mağrur bir eş, iki yürekli evlat ve melek torunlar bırakmış…
Siyah-beyaz fotoğraflar pek yok artık, defter aralarında kurutulmaya bırakılmış güller de yok. Pembe kâğıda uzun uzun yazılmış mektuplar da bitti. Şimdi yeni nesil telefonlarda, 140 karaktere sığdırmaya çalışıyoruz sevgimizi, karaktersizce. İsimlerin baş harflerinin kazındığı ağaçlar çoktan kesilmiş, salaş kahvedeki bir ayağı kırık tahta masa, şöminenin birinde odun olup gitmiş.
Oysa aşkı, gözünden tanırdık biz.
Her şey değişse de değişmeyen iki şeyden; bakışından ve gülüşünden.
Bir de sadakat nedir bilen, midede uçuşan kelebeklerden…
Eski, naif ve sağlam aşkları hatırlattı Nesrin hanımın, sıcacık şiiri.
Sevgililer Günü’nü bilmeden ama her gün sevgili olup bunu kutlayabilen çok özel bir çiftin, henüz bitmemiş sevgisi.
Eşinin vedalaşmadan gitmesinin budur belki sebebi,
‘Daha bitmedi, sürdüreceğiz sevgimizi…’
Enteresan bir tesadüftür ki, yazının yayınlandığı bugün O’nun ölümünün on üçüncü sene-i devriyesi.
Kim bilir,
O istemiştir bu şiirin, bugün yayınlanmasını belki, öyle değil mi?
Siz şiirinizde Necip Fazıl’ın dizelerine yer verdiniz Nesrin Hanım, bu durumda ben de size Atilla İlhan ile cevap vereyim, bu sevdayı özetleyeyim;
‘Ayrılık da sevdaya dâhil
Çünkü ayrılanlar hala sevgili…
CANSEN ERDOĞAN
Twitter’dan takip etmek için
@cansenerdogan