Bir 'Çocuk' Sevdim
Güneşli bir bahar sabahında cırcır böcekleri gibi neşeli, sıcak bir koro sesi; Hep bir ağızdan okunan ‘Andımız’…
Cıvıl cıvıl okunan istiklal Marşı ardından rengarenk gösteriler.
Gösterileri izleyen kalabalıklar, anne-babalar, ‘Bugün 23 Nisan, neşe doluyor insan’lar’…
Oynadığı sevinç bulaşmış dudakları, pamuk helvaya bulanmış suratları, yara bere içindeki dizleri, bembeyaz düşleriyle çocuk olmak. Çabuk unutmak, çabuk bağışlamak.
Üst raftaki şeker kavanozuna sandalyeyle erişebilmek, çikolatanın en değerli hazine olduğunu zannetmek. En önemlisi de hep büyümeyi beklemek.
Hayatın en tuhaf ironilerinden biridir; Çocukken büyük, büyükken çocuk olmayı istemek.
Oysaki büyümek, aslında gitmektir. Gece karanlıkta sımsıkı tutunduğun yıldızlardan, oyuncaklardan, kalp ağrılarının yanında hiçbir şey olan diz yaralarından gitmektir.
Rüyalara düşen düş yapraklarının, sadece çocuk düşlerinin ağırlığına dayandığını anlamak, düşlerini satmaktır, büyümek…
Bir de erken büyüyen çocuklar vardır; Hayatın erken büyüttüğü, küçük bedenlerine büyük acılar yüklediği, kaldırımları kefen yapan ‘bizim’ çocuklarımız.
Her gün koşuşturma içindeyken önlerinden geçtiğimiz, yazık diye üzüldüğümüz, bize çok uzaktalar diye düşündüğümüz çocuklar.
Onlar hayatı boya sandığından ibaret sanırlar, geleceklerine sattıkları kağıt mendille ulaşmaya çalışırlar.
Anne-babadan doğup her şefkati anne-baba sanan, hiç kimsenin üzerine alınmadığı sosyal yara olan ve içimizde kanayan sokak çocuklarıdır onlar. Kocaman plazaların gölgelerine sığınıp loş ışıklar içinde kaybolurlar.
Yaşamak dışında kaygıları yoktur onların ve ölüm korkuları.
Bizlerin sert-yarı sert mi olsun diye almakta karar veremediğimiz rahat yataklarımız yerine, onların kuru kaldırımları vardır.
Kocaman kara gözlerinde ışıklar sönmüş, umutlar ölmüştür.
Lüks lokantaların yemek buğusunda, zabıta korkusuyla yaşarlar.
Belki kendi çocuklarımızla aynı yaşta, aynı boyda aynı adla ama onlardan bambaşka bir hayatta yaşayan ve hep büyükmüş gibi davranan en çocuklardır aslında onlar, oyuncakları hayattan ibaret…
Çocuklar vardır; Yürekleri sancılı düşerler yollara. Kimisinin kolu yoktur, kimisinin bacağı kopmuştur.
Toprağa, havaya, dünyaya en çok da unutulmuş masallara isyan büyütürler gözyaşlarıyla.
Biberondan nasıl silah yapılacağını öğrenmişlerdir, taşla nasıl savaşılacağını.
Hayatı saklambaç sanan ama arayıp da bulamadıkları ana-babalarına ağlayan, hayatın çoktan sobelediği savaşın çocuklarıdır onlar. Ayakkabıları olsun diye beklemezler çünkü birkaç saat sonra ayakları kalacak mı bilemezler.
Sözde demokrasi yağar üstlerinden, namlulardan insan hakları yağar üzerlerine.
Anneleri doğururken ölmüş belki onları, ilaç yokluğundan, ambargoymuş bunun adı.
Barış diyorlar, barış için savaş, ne acı.
Barış, hiçbir şeyden haberi olmayan masum çocukları kalaşnikoflarla vurmak mı, onları küçücükken öksüz, yetim bırakmak mı, kolu bacağı, başı kopmuş bedenlere seyirci olmak mı? …
Hayır, barış kisvesi altında el altından yapılan pazarlıklarla zenginliğine zenginlik katmak isteyen, Allah nedir bilmeyen ülkelerin şovenist eylemleri sadece, nedendir bilinmez öfkeleri.
Kan gölüne dönmüş meydanlara düşerken hilal ayın aksi, güpegündüz düşen bombadır pazar yerine demokrasi. Oysaki onların savaşları kendileriyleydi, kendi hırsları, ihtirasları.
Doymak bilmez iştahları, gevrek kahkahaları ile vicdansız ruhları.
Neydi masum çocukların günahları, küçücük ellerine kim emanet etti savaşları.
Ya da çocukları, savaşlara kim teslim etti? Hür olmak onlara bu kadar mı ırak’tı?
Boyası dökük taş bir evin penceresinin altında, hayatta kalacak kadar şanslı olmuşsa annesinin ardına saklanmış küçük bir çocuğun kara gözlerini korkudan kocaman açarak sorduğu şu soru, her şeyi açıklıyor aslında; ‘Küçük çocukları, küçük kurşunlarla vururlar, değil mi ana ?’…
Büyümeyi durdurmak mümkün değil ama mümkün olan bir şey varsa o da hep biraz çocuk kalabilmek.
Spagetti makarnaları içine çekebilmek, ketçap bulaşmış yanaklarda hamburger izlerini görmek.
Ellere bulaşan çikolata izlerinde, geçmişin izini sürmek.
Çocuk olmak, değil geleceği, yarını bile düşünmeden hareket etmek, bugünden ve yarından koşarak gitmek, döndüğünde her şeyi bıraktığın gibi bulabileceğini düşünmek.
Yüklenmeden hayatın zorluklarını, tanımadan ikiyüzlü sevdaları, tamamlanacak bir yap -bozdan sanmak hayatı. Masallardaki mutlu sonlara inanacak kadar saf, yapılan haksızlıkları unutacak kadar bağışlayıcı olabilmek.
Çocuk olmak, ne hayat kavgası, ne gönül yarası, ne para-başarı hırsı.
Çocuk olmak, ne erken kalmak zorunluluğu ne sorumluluk duygusu, işyeri-patron korkusu.
Annenin göğsünde, babanın dizinde uyuma huzuru.
Çocuk olmak dünyayı renkli bir tuval gibi görme duygusu, boya paletinde kaybolma arzusu…
Pembe hayalleriyle, küçücük bedendeki büyük aşklarıyla, oyuncaklarıyla çocuk olmak hayata meydan okumaktır.
Ve çocuklar, hayatın ölüme verdiği gözdağıdır…
Cansen Erdoğan