Bir Ege Akşamı
Egenin herhangi bir beyaz çarşaflı, kekik kokulu akşamı…
Bütün gün çırılçıplak kalmış ruhlar ile denizle sevişen bedenlere rengi alacalı bir yorgunluk çökmüş bile.
Nem ile büyümüş biz şehir çocukları, sıcağı yapış yapış olmaktan ibaret sayarken güneşin bunaltmadan ısıtması, rüzgarın üşütmeden okşaması ile dinlenmiş olarak hazırdık akşama…
Pencereden baktım dışarı, gözümü kızıl-sarı bir ışık aldı. Gün geceye kavuşma telaşındayken başka bir telaş daha yaşanıyor; akşam yemeği telaşı.
Başı yemenili kadınların o bayıldığım ege şivesiyle konuşmaları geliyor mutfaktan.
Denize kenarına upuzun bir masa kurulmuş, serilen beyaz örtüleri ütüsüz diye kaldırtan Hasan beyin gür sesinden belli kızgınlığı. Sesinden bozuk olduğu anlaşılan radyodan gelen cızırtılı bir türk sanat müziği şarkısı.
Bir gün önce yolda portakal reçeli satan kadının hediye ettiği lavanta kesesinin kokusu, asma ağacının altındaki mutfaktan gelen top tarhana ile otlu börek kokusuna karışıyor.
Adımın seslenildiğini duyuyorum. Odadan çıkmadan önce güneşten kızarmış yanaklarımla karşılaşıyorum bir an için aynada ve parlayan gözlerimle; Gülümsüyorum…
Uzun bir masa, takribi sekiz - on kişi etrafında. Begonvil demetleri konulmuş uçtan uca, otun, sebzenin, mantarın sergilendiği açık büfe bir sergi adeta masa. Masaya oturur oturmaz içimden geçirdiğim şarkı başladı;
“Kur masayı Madam Despina/ Kirli beyaz muşamba örtüleri ser/ Çek sediri asmanın altına/ Yanında bir ince Müzeyyen Abla/ Yine mi güzeliz, yine mi çiçek? Hamdolsun/ Taze mi bitti topik/ Canın sağolsun/ Amanın yine mi güzeliz, yine mi çiçek? Hamdolsun/ Altınbaş kadehe yağ gibi dolsun…”
Kadehler kalktı; ‘Hoş geldiniz’ diyerek, bardaklar tokuşturuldu; ‘sağlığa’ diyerek.
Mezeler dolaşmaya başladı elden ele. Tahinli, cevizli, sütlü ekmekler geldi sıcak sıcak.
Ev sahibi Hasan amca, bir yandan bardağa rakı koyarken bir yandan başladı anlatmaya;
“Her nevi ızgara balık uğurlu yemeği, nihavent ve rast makamından sanat musikisi eserleri uğurlu nağmesi, akordeon, keman ve ud uğurlu çalgısı olan rakının, uğurlu cl'si 70'dir. Günahının kefaretini rakıyla ödüyormuş gibi içmeli insan, yavaş yavaş, o tat boğazını yakarak aşağı inerken arındırmalı beynini her şeyden bir süreliğine de olsa.”
Haklısın nidaları yükseldi masadan. Spordan başladı mevzu, futboldan, olimpiyatlardan. Meğer herkes teknik direktör, herkes hakemmiş, düşün de televizyondan izleyenler onların suretleriymiş.
Yosun kokusu, imbat rüzgârlarıyla burnuma dolup nefesimi kestiğinde sıra siyasetteydi, vakit, memleketi kurtarma vaktiydi.
Herkesin kendi doğrusu vardı, kendi inandığı. Din gibi, kul ile Allah arasında saklı kaldığı.
O birine kızarken, diğeri tezini ispatla meşguldü. Taraftar bulunca coşku daha da artıyordu. Tam da mevzu geriliyor derken iki delikanlının saçta taşıyarak getirdiği karidesli orfoz buğulamanın sarımsaklı fesleğen kokusu, bıçak gibi kesti siyaset konusunu.
Masadaki herkesten tarifler yükselmeye başladı,’ bu balığın şusu da güzel olur, busu da…
Bir de bunu ızgara yap, soğanla pişir, bak nasıl oluyor’.
Çatal bıçak sesleri, tokuşturulan kadehler, çekiştirilenler, yâd edilenler doldurdu masayı.
O sırada iyice keyiflenen İbrahim Bey, kocaman göbeğiyle sandalyesini çekip arkaya; “bakın” dedi; “Rakı sofrasında susulmaz arkadaş, hıçkıra hıçkıra ağlayacaksın. Arınacaksın gururundan, paşa gibi ‘şerefe ulan’ diyeceksin. Şerefsiz dünyaya inat şerefimize, kırar gibi tokuşturup kadehleri gırtlağınla seviştireceksin meyleri. Gömeceksin kendini şişelerin dibine, ölür gibi içeceksin! Öleceksin arkadaş. Oturtacaksın karşına geçmişini, güle güle küfür edeceksin. Unutacaksın, unutur gibi içeceksin, içiyorsan rakıyı. Öve öve, söve söve kusacaksın ne varsa içinde!”
Aşk konuşulur masada, en çok hasret yakışır rakı sofrasına. Sevip de kavuşamayanlar, yarım kalmış pişmanlıklar, itiraf edilmeyen yalnızlıklar anayasasıdır bu sofranın.
İç çekmeler duyuldu, bir de adı konmamış acılar derinlerde bir yerde. Yanında eşi, sevgilisi, sevdiği olanlar sarıldılar birbirlerine. Belki de kolları dolandı sadece birbirine, kalpler çoktan bir başkasının kalbinde. İlk aşklar yatırıldı masaya, gizli gizli buluşmalar.
El ele tutuşmaya yüklenilen anlamlar tartışıldı, çoktan aşılıp kalpler tutsak olsa da bedende. Çaresizlikler, cesaretsizlikler, kader ezilip gitti çarpıştırılan bardakların arasında.
Canı yananlar, cam sesinde buldular teselliyi. Gökyüzünde gülümseyen ay bile hüzünlendi, bir bulut geçip önüne onu gölgeledi. Yapılan hatalar canlanırken bir bardak rakı kadehinde, anılar ve paylaşılanlar karafıydı rakının belki de. Denizin tam dibinde, yarelere tuz diye yakamoz basma vakti, aşkla telefona sarılma, onu isteme, onu duyma, onu çağırma vakti…
Rakının şanına yakışır bir efkâr basmışken ortamı, helvalar geldi masaya ılık ılık.
“Balıktan sonra helva yiyeceksin ki, balık öldüğünü anlayacak” dedi.
Hasan amca ve kahkahalar yükseldi masadan. Memleket meseleleri erbaplarına, spor konusu teknik adamlara, din ve devlet işleri, bunları ayırmayı becerebilenlere bırakılarak konu tatile, eğlenceye, uzak ülkelere geldi yeniden. Bir tek aşk kaldı kadehin dibinde, tortusu da kalplerin en derinliklerinde. Son kadehler, sağlığa kaldırıldı, barışa, mutluluğa. Ve tatbiki yaşanmış en güzel hikâyelerin gizli kahramanlarına…
Yazın son akşamlarından birini egede uğurluyorduk işte. Sofra toplanmaya başlamış, misafirler çoktan vedalaşıp ayrılmışlardı bile. Odaya doğru yürürken bir mevsimi uğurlamanın hüznü yerini yeni bir mevsimi karşılamaya bıraktı.
İçim huzurluydu, Dostlukla örülmüş şahane bir ege akşamında yaşanan, dört mevsimlik mutluluktu.
Paylaşılanlar yaşanmışlıklar, yanımızda olamayanlar ama kalbimizde yaşayanlar da orada bizimleydiler, bir rakı kadehinde yeniden can buldular; Gülümsedim...
Uyumadan önce kulağıma gelen son melodi ile gözlerim kapandı;
“Yine mi güzeliz, yine mi çiçek? Hamdolsun/ Taze mi bitti topik/ Canın sağ olsun/ Amanın yine mi güzeliz, yine mi çiçek? Hamdolsun/ Altınbaş kadehe yağ gibi dolsun…”
Cansen Erdoğan