Bonjour Türkiye…
Siz bu yazıyı okurken, ben çok uzaklarda olmuş olacağım.
Fenomen haline gelen bu cümleyi kullanmak bugüne nasipmiş ama gerçekten de öyle; Siz bu satırları okurken ben kilometrelerce ötede, sizden bir saat geride, yanımda kendimle Paris’te olacağım.
Neyse baştan başlayalım o halde;
16.10.2011, 23:00; Gece sessiz, gece suskun…
Rüzgârın karanlığa attığı tokadın, akreple yelkovanın birbirini kovalama anının sesi aynı. Bitirilecek işler, yerine getirilecek sorumluluklar aynı.
Kalp aynı şiddetle atıyor, kafa kendi doğrusunda düşünüyor. Her şey aynı yürüyor. Birden durdum. En son kendimle ne zaman baş başa kaldığımı düşündüm, dışarıdaki herkesi susturup sadece kendimi dinlediğimi. En son ne zaman sadece kendim istiyor diye bir yere gittiğimi, telefonu kapayıp, kalbimi dinlediğimi; Hatırlayamadım…
Gerisi çok çabuk gerçekleşti; bilet aldım, internetten otel ayırttım, işleri ayarladım veeeeee…
22.10.2011, 10:30; İşte uçaktayım…
Hava bir açıyor, bir kapıyor, kararsız mı ne. ‘Ne kızıyorsun ki’ dedim kendime, sen de öyle değil misin; Hem ürküyorsun, hem seviniyorsun işte. Uçak, burnu bir havalarda gökyüzündeki pamuk tarlalarına doğru yol alırken İstanbul kanatlarımın altında kalmıştı bile. Klasik bir Türk filmi repliği geldi aklıma; ‘Ey İstanbul, sen mi büyüksün yoksa ben mi’…
Gülümsedim.
Kulağımda kulaklıklar, fonda Sezen’den şarkılar, camda uçsuz bucaksız bulutlar, ruhum bedenime yetişmenin sarhoşluğunda, daldım gittim boşluğa…
22.10.2011, 14:30 ;Ve Paris…
Küçük ama sevimli, baştan aşağı kırmızılarla döşenmiş otelimin odasında, balkonda Paris’i dinliyorum, gözlerim açık.
Üzgünüm sevgili Orhan Veli ama Paris’de de gözler kapanmaz ki, hani istese de kapanamaz ki…
Paris’te tek başına, başlasın macera…
Attım kendimi sokağa, aşk şehri Paris’in daracık sokaklarına, geniş bulvarlarına…
Aldım arkama meşhur Opera binasını, yürüdüm boylu boyunca Avenue de’l Opera’ yı. Place Vendome’yı hayran hayran izlerken kaybettim kendimi, Mariage Frere’de suya atılınca çiçek olan çaylardan içince yeniden buldum. Dokunarak keşfettim şehri, parmak uçlarımla dokunarak. Trombet çalanları, kimseyi umursamadan öpüşüp sarılanları izledim keyifle. Atladım üstü açık otobüslerden birine, şehri bedenimde hissettim, yüzüme vuran rüzgârla birlikte. Zafer takını geçip de Concorde meydanına gelince, anladım ikinci dünya savaşında, Paris’in Almanlara hiç direniş göstermeden neden teslim olduğunu.
Bu binalara kıyılamaz, bu tarih yıkılamaz.
Şimdilerde Paris’in salonu, en havalı meydanı olan Place De La Concorde’ un bir zamanlar Paris’in en kanlı geçmişinin yaşandığı yer, kraliçe Marie Antoinette ve kral 16. Louise’nin giyotinle idam edildiği yer olması ne kadar ironik.
Ve tabi ki Louvre Müzesi; Paris’i sanat şehri yapan, ilk görüşte hayranlık, tanıyınca saygı uyandıran bir başyapıt. Kendimi dinliyorum ya, kendim ‘hadi girsene içeri, gezsene dünyayı ayağına getiren sanat eserlerini’ dedi.
Eeeee emir büyük yerden, girdim içeri. Leonardo da Vinci Mona Lisa’yı yaparken bugünü öngörmüş müydü bilemem ama Mona Lisa bana gülümsedi. Önündeki onca kalabalığa rağmen, bir Türk gibi davranıp yandan yandan ilerleyerek yaklaştım ona.
Ne de olsa boşuna dememişler; “Bir Türk dünyaya bedeldir” diye.
Ben de bu inançla onca kalabalığı aşıp gelince onunla burun buruna, bu azmimi takdir etmiştir ne de olsa. Göz kırptım ona, o bana gülümsedi, sağ tarafıyla. Biz anlaştık aramızda. Theodore Gericault’un Medusa’nın Salı tablosu da tuttu ayaklarımı, çekti beni yanı başına. Bir trajediden bahsetse de vuruldum tuvaldeki fırça darbelerine…
Ve ertesi gün…
Hiç kimseyi tanımadığım, uzak bir coğrafyada bir Paris sabahında, kirpiklerime dokunarak beni uyandıran güneşle başlamak güne. Uzun bir öpücük vermek ve çekip güneşi gözlerinden biraz daha kestirmek, bir yere yetişmeden, acele etmeden. Küçük bir Fransız Cafesinde çikolatalı kruvasanla kahve içmek ve dilini bilmemenin çok da önemli olmadığını görmek. Sıcak bir gülüşle anlaşılabildiğini görmek, keyiflenmek…
Sorgusuz, sualsiz kendimi bıraktığım ayaklarımın beni götürdüğü Notre Dame’da dilek dilerken Pazar ayini başladı birden. Elimde mumlar, yanaklarımda yaşlar kalakaldım öylece.
Esmeralda’ya aşık Quasimado’nun gölgesi süzülürken gotik duvarların arasında, tutulan dilekler ayinin kutsal notaları gibi yükseldi göğe sanki. Ama gerçekleşsinler ya, en azından aşk nedir bilen çirkin Quasimado’nun güzel hatırına…
Şehri ikiye bölen Seine Nehrinin üzerindeki köprülerden birinde durup Saint Michel’i izledim sonsuz bir sakinlikle. Gözlerimi kapatıp bir dilek tuttum ve bıraktım nehre.
Farkettim ki belki de ilk kez bu kadar özgür, bu kadar güçlü, tek başıma yabancı bir ülkede.
Beni üzen her şey geride, sadece ben ve hayallerim var bu şehirde.
Kalbimi ağrıtan her şey, birer birer geldi film şeridiyle gözlerime, karşımda tüm ihtişamıyla durup beni seyret diyen Eiffel Kulesi’nin önünde. Yüzleştim hepsiyle ve ne istediğimi anladım tüm benliğimle.
Daha da önemlisi ne istemediğimi.
Champs Elysees Bulvarı’ından süzülürken aşağı, anladım insanların neden yalnızlıktan korktuklarını. Çünkü başkaları varken yanında onlara odaklanıyorsun; Onların dediklerine, kendi söylediklerine, sadece o kadar. Oysa yalnızken öyle mi; Yalnızken tüm düşünceler kafanın içinde, senden fikir beklemekte. Düşünecek onca şey varken, maharet onları sıraya sokup bir bir çözmekte. Çözümlenecek, temizlenecek onca şey dururken kafanın içinde hani sakin zamanda hallederim deyip de tıktığın tozlu çekmecelere, işte onlarla karşılaşma, baş başa kalma vakti geldi de çattı bile.
Champs Elysees Bulvarını kesen ve şıklıkta sınır tanımayan Avenue de Montaigne’in köşesinde yeralan L’Avenue’ de baharatlı et ve bir kadeh kırmızı şarabın tadına varırken kendim’i dinledim, sözünü hiç kesmeden.
Meğer ne kadar ihmal etmişim onu, ne çok anlatacak şeyi varmış bana.
Kendim anlattı, ben dinledim, ben söyledim, kendim dinledi.
Ona zaman ayırmadığımı, bedenimle bir olup kazan kaldıracaklarını söyledi.
Haksız değildi hani.
Şimdi çok uzaklarda bir yerlerde, dilini bilmediğim bir ülkenin coğrafyasında, tek başıma bir otel odasında şehri izliyorum, fonda iç sesim. Parmağım çeneme dayalı, kendi yalnızlığımda çok kalabalığım.
Fark ettim ki acı olan, kalabalıklar içinde yalnız olmakmış, güzel olan yalnızlığında bile kalabalık olmak.
Belle’ in melodisi geliyor kulağıma, Quasimado’nun aşk isyanıyla. Işıklar içinde el sallayan Eiffel’in omzuma dokunan elini hissediyorum ve de kutlayan sözlerini, diyor ki; ‘Sen sadece bir şehri gezip görmedin. Sen, seni keşfettin tek başına çıktığın bu yolculukta.
Kendini dinledin, dışarıdan yükselen tüm sesleri susturup da. Bir kelebeğin kanat sesini duydun, tülden yalnızlıklarında. Sen, seni yaşadın, seninle baş başa, darısı rutinde kaybolmuş diğerlerinin başına…
Eğer kendinizi yorgun, bunalmış ya da kaybolmuş hissederseniz, basın gidin uzaklara.
Kısa bir zaman için kalın kendinizle baş başa.
Özgür, güçlü ve de huzurlu hissedeceksiniz kendinizi mutlaka.
Nerede olduğunuzu göreceksiniz, nerede olmadığınızı da.
Kaybolan kendi’nizi bulacaksınız sonunda, değmez mi buna…
Eiffel’in dediği gibi; Darısı başınıza…
Cansen ERDOĞAN