Bayram…
Adı bile gülümsetiyor insanı, tarifi zor bir huzur, rahatlama hissi karışıyor kana…
Birlik, beraberlik, upuzun sofralar, bereketli kahvaltılar, bayramlıklar ve tabii ki ilk göz ağrım kırmızı rugan ayakkabılar…
Bugünlerde, ‘bayram tatil demek oldu’ diye eleştiriliyor günlük rutinler…
İnceden bir sitem dolaşıyor dillerde, yok oluyor diye örf ve adetler...
Oysaki bir bayramda yerine getiriliyorsa o eskimeyen, huzur veren ritüeller, diğer bayramda da biraz dinlenebilir, bayram yapabilir, ağır işçi olan bedenler…
Hep zamana yükleniyor, zamana kızıyoruz bir şekilde. Bazen çok hızlı geçiyor diye, bazen de hiç geçmiyor diye. Bizi önüne katmış, dörtnala koşturuyor, hayatı bizim adımıza yaşıyor diye. Ama şöyle bir düşününce, zaman da intikamını alıyor bir şekilde; bazen aynalar marifetiyle, bazen şehir insanını tatil yapıyor diye suçlu hissettirmek suretiyle. Diyeceğim o ki, bayram seremonilerine inanan, kutlamalara hayran, çikolatalara bayılan biri olsam da iki bayramdan birinde ruhuna soluk aldırmak isteyen, yorgun beşerlere çok da kızmamak gerek bence…
Bayram, babamın sabah namazından gelişini gözlemekti benim için. Salonun köşesinde duran gri teypten gelen neşeli Rumeli ezgileri demekti. Upuzun bir kahvaltı masası, açık pencereden içeri dolan çocuk kahkahaları, yandaki bakkalın küçük televizyonundan duyulan oyun havalarıydı. Ahizeli telefonun susmak bilmeyen zili, annemin ‘çok çikolata yedin, miden ağrıyacak’ sesi, el öpme merasimleri, sakız kokulu mendillerdeki harçlık beklentileri…Bir haftada eriyen şeker stokları tükenince, bir sonraki bayramı bekleme süreci başlardı, hele bir de tatil uzayıp okul da olmayınca, tadına doyum olmazdı…
Biz büyüdükçe, hayat da büyüdü bizimle birlikte. O da eski alışkanlıklarından taviz vermeye başladı gibi. Ya da bin bir çeşit yüzünü öyle bir gösterdi ki, bayrama yüklediğimiz anlamlar bile değişti sanki… Eski örfler yerine getirilemese de, heyecan dolu arifeler, parlak kağıtlara sarılı şekerler, beyaz mendiller naftalin dolu sandıklarda, çıkacakları günü bekleseler de hasretle, bayram, her zaman bayram işte, herkes için, yediden yetmişe…
Bu yazıyı yazmak için oturup bayramı düşündüğümde, aklıma gelen şeyler şaşırttı beni. Ya bunun adı büyümekti, ya büyümek, bayramı bile hayatının her gününe sığdırabilmekti. Büyüdükçe fark ettim ki;
Bayram; sonsuz mavilikte uçan beyaz bir martının kanadında asılı duran umudun adıymış. Öpülen el, okşanan yanak, dayanılan omuzmuş.
Upuzun bir sofrada toplanan kocaman yürekli insanlar, atılan sıcak kahkahalarmış.
Bayram; sağlıkmış, sıhhatmiş…
Ağrısız uyunan geceler, huzurlu düşlermiş…
Bayram, gizemli bir kokuyla avuç içinde gizli bir hayalin, gerçeğe dönüşme serüveniymiş... Avuçta yaşayan buseymiş.
Bayram, Mimoza’da begonviller eşliğinde yenen yemekmiş, karşında sevdiğin, özlediğin…
Bayram, sana yazılmış bir şiiri, binlerce kez okuyup ezberlemek, her hücrene nakşetmekmiş. Suya hapsettiğin sevgi, balarısından emanet aldığın aşkmış. Onun sesini duymakmış bayram, her istediğin zaman…
Dostluk demekmiş bayram; çalan telefon, içten bir kucaklama, kalple sarma. Onunla gülmek kahkahalarla, onunla ağlamak katıla katıla…
Bayram; Kumdan kaleler yapmakmış çocuğunla sonra da denize koşmakmış bağıra bağıra…
Bayram; babanla denize karşı kadeh tokuşturmak, annenin kollarına kıvrılmakmış…
Bayram; Mutlulukmuş, Huzurmuş, Sağlıkmış, Aşkmış…
Yazımı bitirirken, sevgili Can Yücel ile aynı şekilde düşündüğümüzü görmek, gülümsetti beni yine, çünkü o da benimle aynı fikirde;
‘Bayram nedir ki dedim, kendi kendime,
Bayram bir ömürdür, ben gibi bir deliye’…
İyi bayramlar dileklerimle…
Cansen ERDOĞAN