Onlar belki sizsiniz, sizin aileniz, sizin komşularınız, evcil hayvanınız. Belki sizin babanız da ona benziyor, anneniz tıpkısının aynısı. En yakın aile dostlarınız da onlara benziyordur belki, bugüne kadar fark etmemişsinizdir. Ve kim bilir aslında hep yanınızda olan, beraber büyüyüp beraber oynadığınız, dizlerinizi birlikte kanattığınız, en çok bağırıp kızdığınız aslında en sevdiğinizdir.
En sevdiğim çocukluk kahramanlarımdı onlar benim;
Fred Çakmaktaş, karısı Vilma, kızları Çakıl ve vefakâr ev hayvanları Dino. Komşuları Barney Moloztaş, karısı Betty ve çocukları Bambam.
Evet, ‘yabadabaduu’ sesi kulaklarınıza geldi sanırsam, bunlar 38 yıl önce doğan Taş Devri'nin unutulmaz karakterleridir. Taşyatağı'nda yaşarlar;
Fred ve Barney çok yakın arkadaştır ve aynı taş ocağında çalışırlar. En sevdikleri spor bowlingdir, sürekli oynarlar. Patronları Bay Slate sinir bir adamdır. Onunla ara sıra kavga ederler, başları belaya girer, kovulma noktasına gelirler ama konu hep tatlıya bağlanır. Fred ve Barney bazen kavga ederler, uzun süre konuşmazlar hatta karıları Wilma ve Betty'nin de birbirleriyle görüşmelerini engellemeye çalışırlar ama en sonunda karıları onları barıştırır.
Wilma ve Betty yakın arkadaştır, kocalarının onları ihmal etmeleri durumunda ittifaka geçer ve istediklerini yaptırırlar. Yıllar geldi geçti ama benim en sevdiğim çizgi film hiç değişmedi;
Taş Devri…
Başladığında heyecanla oturup bu iki komik ve sıcak ailenin hikâyesini seyreder, Bambam’la Çakıl’ın ‘yabadabaduu’ sesleriyle koşmalarını izlerdim. Zaman geçti, biz büyüdük, onlar büyüdü. Çakıl ile Bambam bir gün birbirlerine âşık oldu.
Önce anlam veremediler yaşadıklarına, oysa sadece iki yakın arkadaştılar. Sonra özlemeye başladılar, görüşemeyince huzursuzlaşmalar. Paylaşmak zulüm geldi birbirlerini başkalarıyla, yerli yersiz kıskançlıklar.
Büyüseler de atarlı ergen tripleri, nazlı niyazlı halleriyle inatlaştılar, sardılar.
Dedim ya âşık olduklarını önce anlamadılar.
Çünkü bu aşk denen illet öyle kolay kolay gelip yerleşmez yüreğe, rahat edemez.
Yatıya gelmiş pimpirikli bir misafir gibi diken üstündedir.
Eros bu sefer ıskalamamış nihayet isabet ettirebilmiştir yüreğe.
E malum, kalbin ortasına denk gelmiş kocaman bir okla yaşamaya devam etmek de o kadar kolay olmayacaktır elbette.
Dans ettiler, yüzdüler, yürüdüler saatlerce.
Kovalamacalar oynadılar sahilde, patlayana kadar yiyip içtiler.
Ve onlar birlikte büyüyerek yeryüzünün en masum, en temiz aşkını yaşadılar birlikte, kimseler inanmasa, bilmese bile…
Aşk’ın haftasında, ‘Sevgililer Günü’ne az zaman kala, bu en temiz, en masum aşk hikâyesini yazmak istedim.
Dünyanın en uzun kelimesini sadece üç harfe sığdırmayı başarabilmiş ama başardığı şeye sahip çıkamamış bir neslin çocuğu olarak ama onlardan farkla;
Sonu mutlu aşklara inanarak.
Öyle durduğuna bakmayın, zor şeydir onca şeye rağmen sonu mutlu biten aşklara inanmak. Karında oluşan kasılmalarla başlar her şey. Gitgide nefes almak zorlaşır. Beyin tek bir şeye, sadece O’na odaklanır ve böylece kendinize olan hâkimiyeti korumak için yıllarca uğraşarak ördüğünüz o güçlü zırh zayıflar. Zayıfladıkça çatlama seslerini duyarsınız ve hiçbir şey yapamazsınız. Deprem gibidir o, sel gibi doğal afet. Aşkın sarsıcı kudreti karşısında donakalırsınız. Eliniz kalbinizde, gözlerinizi kaparsınız. Bir yandan hiç bitmesin diye açık tutmaya çalışmak, bir yandan ‘ya açınca biterse’ diye sımsıkı yummak. Uyumadan önce bir masal yaşadığını varsaymak -ki en gerçekçi masal aşktır.
Gerçek olsun istersiniz masallar ya da biraz düş biraz gerçek.
Birbirinin masal kahramanı olmak isteyen iki kişinin, kimselerin anlayamayacağı bir dilde, tek bedende, bir sayfada buluşması.
Ve o çıkageldiğinde, baharda yağan kırkikindi yağmurları gibi süzülerek akar yüreğinize, kâinat gözlerinizde dize gelir.
Başlık koyamazsınız, kıyamazsınız.
Aşk, zor iştir zor;
Bir kişi için felaket, iki kişi için saadet, üç kişi için cinayettir.
‘Aşk iki kişiliktir, ölümdür tek başına yaşanan’ diyen şair, boşuna büyük laf etmemiştir.
Sevmek, belki de en güzel, yaş ilerledikçe güzeldir.
Hırslar yoktur;
‘O, beni sevsin’ diye. Kaygılar da yoktur artık;
‘Acaba beni seviyor mu, yoksa sevmiyor mu’ şeklinde.
Ve tabii ki karşılıklı olma derdi de kalkmıştır ortadan;
‘Ben onu seviyorum, o benim kadar seviyor mu?’ sorusu yerini şuna bırakmıştır;
‘Ben gerçekten seviyorum, o beni sevse de sevmese de’…
Yaşadınız mı bilmem ama aşkın ne zaman, nerede karşınıza çıkacağı belli olmaz, çıkmasında vardır bir sebep çünkü Tanrı işini şansa bırakmaz.
Eros da hedefi her zaman doğru tutturamaz.
Doğru kişide değildir çoğu zaman aşk, belki yanlış kişide kendi doğrunu bulmaktır.
Bilirsiniz bazen onunla olmamak gerektiğini, mantığınız;
‘Aman’ der, ‘Aman dinleme, yüreğinin dediğini’.
Direnirsiniz önce, inkâr edersiniz sevginizi ve bir zaman gelir ki inkâr ettiğiniz aslında kendiniz.
Takas edersiniz onunla bir şeyleri;
Siz ona gülüşünüzden bir parça verirsiniz, o size ömründen.
Siz ömrünüzden vazgeçersiniz, o kendinden.
Kimselerin anlamadığı bir dilde konuşursunuz, kimselerin anlayamayacağı kelimelerle.
Kimselerin anlayamayacağı şeylere gülersiniz kahkahalarla, susarak konuşursunuz, sessiz hıçkırıklarla.
Kimselerin göremediğini görürsünüz gözlerinizde, kimselerin bulamadığını bulursunuz birbirinizde.
Kimselerle paylaşamazsınız, kendinizden bile sakınırsınız acaba onu üzüyor muyum diye.
Sarhoşsunuzdur aşktan;
O ‘SAR’mıştır, siz ‘hoş’ olmuşsunuzdur.
Velhasıl kalp herkeste var da yürek başka bir şey.
Öleceğini bile bile ateşe koşan pervaneler gibi uçmaktır ona doğru ve O’nunla yaşamak değil, O’nu yaşamaktır, sorgulamadan durumu.
Ve ‘SENİ SEVİYORUM’ diyebilmektir düşünmeden sonunu.
İşte ancak o zaman aşk çıkagelmiştir kapınıza, nihayet bağırabilirsiniz artık; ‘Yabadabaduuu…’ !
CANSEN ERDOĞAN
Twitter’dan takip etmek için
@cansenerdogan