Yüz;
Aynaya bakınca gözgöze gelinen…
Yüz; Gözgöze gelinse de gerçek olduğu bilinmeyen…;
Yüz; Kiminde bir, kiminde iki tane olan…
Yüz; denizle ilişkili emir kipi…
100; Öğrencinin alabildiği, hocaların kıyamadığı en yüksek not…
100; Soğuk bir pazar gecesi, kalp çarpıntıları ve ‘r’ leri söyleyemeyen bir bilgisayar eşliğinde yazmaya başladığım yazıların şimdiki ile birlikte sayısı.
Şu an okumakta olduğunuz, benim de heyecanla, yüzüme yerleşmiş şımarık bir tebessümle ve parmaklarım klavyede sevgiyle gezinerek yazdığım 100. Yazım…Gece büyürken gözbebeklerimde, bir kadeh sessizlik koyup içerken kaderin şerefine, kendimle 100’ leştiğim, dibi görülmeyen dalgalı ummanlarda, fırtınalardan 100’ erek kaçan yüreğimin güz sarısı yağmurlarla 100’ ünü yıkadığı, kelimelere sarıldığı ve sizlerle paylaştığı, ismini de ‘dalya’ koyduğu 100. çocuğum…
Havanın yağmurlu, puslu ve de canı sıkkın olduğu bir öğleden sonra, arkadaşımla oturmuş kahve içerken gözlerim de hızını alamamış pencereden dışarı atmışken kendini; ‘Yazsana Cansen’ diyen arkadaşımın sesiyle topladım pılımı pırtımı, gözümü, gönlümü. Döndüm ona; ‘Ne yazacağım ki, ne yazacağım, neyle ilgili, kime yazacağım?’. Cevap gecikmedi; ‘ Ya sen yaz da, ne yazarsan yaz, düşündüklerini, hayallerini, sadece yüreğini bile yazsan yeter’. Gülümsedim, konu da kapandı. Ondan sadece birkaç ay sonra, bana sonuna kadar inanan, o gücü sağlayan editörümün desteğiyle buradaydım işte. Ve yanımda, yorumlarıyla, mailleri, mesajları, telefonları, her yazımda motive eden sizlerin sesleri, kelimeleri, güveni ile 100. yazıya geldik birlikte…
Hayat nasıl bir deryaymış, ne çok yazacak şey varmış. Küçücük tek bir cümleden oluşan ‘aşk’ı, kocaman, upuzun kelimelerle yazdım. Gitmenin kalmaktan zor olduğunu ama aslolanın zoru başarmak olduğunu bastırdım sözcüklerimde. Gezdiğim her köşeye, gittiğim her şehir, her ülkeye sizi de götürdüm beraberimde. Aczi gömdüm bu şehrin kalbine ve sarsılsak da yıkılmamak olduğunu nakşettim, noktalama işaretlerine. Bir yakan top oyununa benzese de hayat, bir canın daha yok ki verecek. Ama hakkını vererek yaşamak isteyen, ölümü de göze almayı bilecek.
Tanrı, doğarken fısıldarmış herkesin kulağına; Bazılarına yazmayı, bazılarına çizmeyi. Kimisi hitabetle doğar, diliyle bağlar, konuşmasıyla kazanır. Kimisi çizer, kendisi bir tuval olan dünyayı kendi renkleriyle boyar. Kimi yazar, seksen ortalı hayat’ın sayfalarını sözcüklerle karalar. Heykeltraş isyanlarını taşlara yontar, müzisyen sol alfabesine kızıp notalara çatar. Güzel yemek yapan, unla şekeri halvet yapıp fırınlar, hayatı kulak memesi kıvamında tadar. Espri yeteneği gelişmiş, kaderi kahkahalarla sınar. Zeki olan, her zaman bir adım önde, sporcu, ribaundu alıp doğru şutla hayatı, grekoromende slalom yaparak yaşar. Herkes bir şekilde bir yetiyle doğar, farkında olmayanlar gelişine, olanlar ise gelişi ile yaşar. Kendi içini dinlemeyi bilenler, kendiyle yüzleşenler bulabilirler özelliklerini, fark yaratan hücrelerini. Dinlemeyenler ise habersiz oldukları yetenekleriyle, yaşayıp giderler, kaybolup silinirler.
Bunları yazarken aklıma Beethoven’ın meşhur ‘Ay Işığı Sonatı’ nın hikayesi geldi;
Bir gün Beethoven, bir arkadaşı ile birlikte Viyana sokaklarında dolaşmaktadır. Tam bu sırada bir apartmandan piyano sesi geldiğini duyar ve kafasını kaldırıp bakar. Apartmanın ikinci katındaki cam açıktır ve ses oradan gelmektedir. Arkadaşına, çalan kişinin muhteşem çaldığını ve onu görmesi gerektiğini söyler. İkisi birlikte ikinci kata çıkıp kapıyı çalarlar. Kapıyı açan kadın, Beethoven'ı hemen tanır ve şok olur. Beethoven, piyano sesine geldiğini ve muhakkak çalan kişiyi görmek istediğini söyler. Kadın, piyanoyu çalanın kızı olduğunu ve tanışmaktan mutlu olacağını belirterek onları içeri alır.
Beethoven, piyano çalan kızın olduğu odaya girer. Annesi kıza, Beethoven'ın geldiğini söyler. Kız çok heyecanlanır, hemen ayağa kalkar, fakat kız kördür. Bunu gören Beethoven, "lütfen benden birşey isteyin" der, maddi bir şey isteyeceklerini düşünerek. Oysa kızın cevabı şu olur; "Ben hiç ay ışığı görmedim, bana ay ışığını anlatır mısınız?"
Bunun üzerine Beethoven piyanonun başına geçerek, meşhur Ay ışığı Sonat’ ını, doğaçlama olarak besteler.
Müzik tarihinde devrim sayılan ‘ 9. Senfoni’yi bestelediğinde sağır olan ve eseri ilk çalındığında, dinleyenlerin kendinden geçerek ayakta alkışladıklarını ancak şefin kendisini uyarması üzerine yüzünü sahneden seyircilere dönerek görebilen Beethoven, duymamasına rağmen notalarıyla görmeyen bir kıza ay ışığını anlatmıştır. Ay, görülse de görülmese de ışığını hep ordadır ve ışığında saklıdır.
Hepimiz, milyon tanenin içinde birinci gelerek, yarışı kazanarak başladık aslında. Zafer, henüz dünyaya gelmeden bedene işlemişti bile, hatta bedenin kendisi zaferdi de neyse. Netice de hepimizin kulağına fısıldanmış bir farklılık var, maharet bunu bulabilmek de. Günler hep birbirinin aynı; sabah-öğlen- akşam. Günü farklı kılan, güzel yapan, özel sunan bizim ona kattıklarımız, farklılıklarımız. Sanırım bu konuda farkındalığımız arttıkça farklılıklarımızın farkına varabileceğiz.
Bu arada benim ‘Dalya’ mın doğumuna geldiğiniz, hediye cümleleriniz, sıcacık kelimeleriniz, altın sözcükleriniz için, büyürken yanımızda olduğunuz, desteğinizle katkıda bulunduğunuz için tüm kalbimle teşekkür ederim. Nice 100’ lerde görüşmek, 100’ leşmek ve birlikte olmak temennisiyle, sevgilerimle…
Cansen ERDOĞAN