Dikenin Gülü!
Gülün dikenleri var diye hayıflanmak mı,
Dikenlerin gülü var diye şükretmek mi
Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu.
Onu hayrete düşüren şey, "Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi. Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın kendisine baktığını fark ederek ona doğru yaklaştı
ve bütün cesaretini toplayarak:
-Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı. Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.
Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan ayırmadığı gözleri dolu doluydu. Arkasına döndüğünde, gördüklerine inanamadı;
Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı. Baloncu ona doğru dönerek:
-‘Küçük’, diye seslendi.’ Balonları ağaçtan kurtarırsan birini sana veririm’. Yapılan teklif, yavrucağın aklını başından almıştı. Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı. Hedefine adım adım yaklaşırken duyduğu heyecan, bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını hissettirmiyordu. Ve nihayet dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı. Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı. Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa, dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu. İster istemez balonu yerinde bırakıp aşağıya indi ve adama dönerek:
-‘Birini bana verecektiniz’, dedi. ‘Hangisi o’ ?
Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-‘Seninki ağaçta kaldı evlat’, dedi.’ İstersen çık al’
Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı. Kaldırım kenarına oturup baloncunun uzaklaşmasını bekledikten sonra, dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:
"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde kalsa da, bir balonum var ya artık..
Elimdeki hikaye kitabını usulca kapadım. Gece lambasının ışığını tam söndürüyordum ki oğlum; ‘ Ama anne, balonu olmamış ki çocuğun, ağaçta kalmış balon. Niye ‘olsun, benim de balonum var artık’ diyor çocuk ?’ diye sordu merakla.
Yani dedim, yani sonuçta ağaçta da olsa bir balonu var, uzaktan da baksa, dokunamasa da. En azından alabilme ihtimali var onu oradan, şükrediyor bunun için…
‘Şükür, ne demek ki anne’ dedi, uykudan iyice küçülmüş gözlerini açık tutmaya çalışarak…
Durdum bir an; Şükretmek, sık sık yaptığımız, ya da yapmamız gereken en önemli teşekkür aslında. Mutluluk, insanı keyifli yapar, zorluklar güçlü yapar, hüzün insan yapar. Yenilgi, mütevazi, başarı gururlu, sağlık huzurlu yapar. Ve yalnız Tanrı yolumuza devam etmemizi sağlar. İşte minnettir şükür, bağlılıktır, farkındalıktır. Ne olursa olsun sabır gösterip dua ederek teşekkür etmektir Tanrıya, başımız sıkıştığında da sıkışmadığında da…
“Ayakkabılarım yok diye üzülüyordum taa ki ayakları olmayan bir çocuğu görene dek” demiş Konfüçyüs, ne de büyük bir yanılgıyla. Niye mi? Çünkü bu, doğuştan engelli birine bakıp; "Allah'ım çok şükür, sağlığım yerinde" demek, daha doğrusu, "benim değil onun başına bela verdiğin için sağol Allah’ım" demekle aynı şeydir aslında. Oysa hayatta önemli olan güç sahibi olabilmek değil, güçlü hissedebilmektir kendini ve insanı en güçlü kılan şey, koşullar ne kadar zor olursa olsun şükür duygusudur.
Ne yazık ki insan, eksilmeden çoğalmayı bilemiyor, hayatta insanı sınamaktan asla vazgeçmiyor. Oysa ufka gözlerimizi dikip hayıflanmaktan görmenin değerini bilmiyoruz ki. Oysa sormazlar mı adama; Sen ne fedakârlık yaptın bu sağlıklı iki gören göz için. Buna sahip olamayanlardan farklı ne yaptın? Cevap! Hiçbir şey. Bir mahcup ol önce demezler mi, hiçbir uğraş vermeden, çaba göstermeden sana verilmiş bu beden için, çalışan kollar, bacaklar için, dünyanın ritmini tuttuğun kulaklar, sevebilen ve kendini sevdiren o kocaman kalbin için…
Ben şükrediyorum arkadaşlarıma; ruhlarının her santiminin güzelliğiyle kıblemi insana çevirmeme sebep oldukları için. Kimseler kalmasa da yanımda, en kötü hatayı yapsam da hep yanımda olacaklarını bildiğim ailem için, dünyanın en büyük mutluluğunu yaşatan oğlum için şükrediyorum. Sevmeyi bilen, kırılsa da incinse de affetmeyi bilen, aşkın, yaşamanın hakkını layıkıyla verebilen kalbim için şükrediyorum. En çok da, bu hayatta bana tanınan zaman için şükrediyorum.
Öyle zaman deyip geçmeyin, zamanın kıymetini ancak yaşayan bilir;
Seksen yılın değerini, ölüme yaklaşmış insan bilir.
Bir yılın değerini, tek dersten sınıfta kalmış öğrenci bilir.
Bir ayın değerini, erken doğum yapmış anne bilir.
Bir dakikanın değerini, uçağı kaçırmış adam bilir.
Bir saniyenin değerini, kazayı kıl payı atlatmış olan bilir.
Bence başlamak lazım, daha sık yapmak, daha sık hatırlamak…
‘Eğer bu sabah hastalıkla değil de sağlıklı uyanmış iseniz, bir hafta sonrasını göremeyecek olan bir milyon insandan daha şanslısınız…
Buzdolabında yiyeceğiniz, üzerinizde giyeceğiniz ve de başınızı sokacağınız bir eviniz varsa, dünyadaki insanların %75’inden daha zenginsiniz.
Bankada ya da cüzdanınızda paranız varsa dünyanın en imtiyazlı %8’i arasındasınız.
Tutuklanmaktan, işkence görmekten yahut öldürülmekten korkmadan ibadethaneye gidebiliyorsanız, 3 milyar kişiden daha iyi bir şansa sahipsiniz.
Ve bu yazıyı okuyabildiğinize göre, dünyada okuma yazma bilmeyen iki milyar kişiden biri değilsiniz, çok şanslısınız…
Gülün dikenleri olduğu için yakınanlardan mısınız yoksa, dikenlerin bir gülü olduğu için şükredenlerden mi? Bardakların boş yanını görenlerden misiniz, bardakları boş insanları da görebilenlerden mi?
Valla onu bilmem ama bildiğim tek bir şey var;
İnsanın her nefeste iki defa şükretmesi lazım; Biri nefes aldığı için, diğeri verdiği için...
Çünkü verip de alamamak, alıp da verememek var…
Cansen ERDOĞAN