Hafif bir sallantı var ama ne? İnce bir sızıntıdan sokulup giren güneş ışığıyla istesem de açamadığım gözlerimi ovuşturuyorum. Saatin alarmı çaldı da ben mi duymadım, yoksa hiç mi çalmadı acaba? Sabah yedi oldu mu, yoksa biraz daha uyuyabilmek için on dakika önceye kurmuş muydum saati? Toplantı var mıydı sabah, ya da yetiştirilmesi gereken bir şey? Hafızamı mı kaybettim, kafam mı durdu anlamıyorum…
Nihayet açabildim gözlerimi. Gözlerim yandaki maun menteşelere, üzerine uzandığım yelkenli desenli çarşaflara takıldı. Ve işte hatırladım; Dün akşam şehri tüm kaosu, trafiği ve hengâmesi ile bulutların altında kendi haline bıraktığımızı, Dalaman havaalanına inip yarım saatlik bir yolculuk ile Göcek Marina’ya geldiğimizi. İstanbul’un insanı durup seyrederken bile yoran temposundan sonra Göcek’in insanı sarıp sarmalayan havasını, ‘dur biraz’ diyen ambiyansını...
‘Saatin alarmı yok, yetişmen gereken iş, toplantı yok, sorumluluk, görev, telefon yok. Sadece kendinlesin kızım Cansen, yanında ailen, içinde ruhunu yıkayacak denizlere koşarak atlama arzusu ile ne duruyorsun’ diyen iç sesime kulak verip çıktım kamaradan. Güneş doğmuş ve biz ıssız bir koyda günü karşılıyoruz. Balıkların sesi var mı sorusunun cevabını almak, buraya nasipmiş. Suda onlarca balık sanki birbirleriyle konuşuyorlar, günü planlıyorlarmış gibi sesler çıkarıp gruplar halinde yüzüyorlar. Tekne ahalisi henüz uyanmamış, etrafta bir tek hep bir ağızdan şarkı söyleyen cırcır böceklerinin sesi duyuluyor. Abidin Dino, mutluluğun resmini yapmış, burayı görme şansı olsaydı cennetin de resmini yapardı. Bıraktım kendimi mavi sulara. Deniz desen musluk suyunun tuzlusu. Yanından geçen balıklara dokunma isteği kaplıyor içimi. Uzun kulaçlarla yüzüp sıyrılmak ruhundan, fısıldasan karşı koyda duyulacak sesinin derinlerde kaybolduğunu hissetmek.
Teknede hareketlenme başlamış, ahali uyanmış. Denizde yüzlerini yıkayacaklarmış hesapta. Önce çocuklar sonra da diğerleri. Neşeli çığlıklar, şlap şlap su sesi, keyifler yerinde. Kızarmış ekmek kokusu burunları yoklayınca, botla teknenin yanına gelen market bottan da taze yumurtayı görünce kahvaltı zamanının geldiği anlaşılıyor. Market bot olayı bu sene iyice oturmuş artık. Koyda demir atıp kalan teknelere taze ekmek, yumurta, meyve-sebze, gözleme, benim deniz postası tabirimle günlük gazeteleri getiren botlar bunlar. Bazıları el işi yemeniler, oyalı tülbentler dahi satıyorlar. Bundan yirmi-yirmi beş yıl önce Göcek’te Dim Market, bir kahvehane bir de Yıldız Pansiyon varmış. Turgut Özal buraya gelip de çok beğenince hemen bir marina yapılmış ve turizm cenneti olarak mavi yolculukların baş tacı olmuş. Talebin çok olduğunu gören rantçılar, buraya birkaç marina yapmayı planlayıp gayrimenkul yatırımı işine girseler de yerel halk buna izin vermemiş, ortalık ayağa kalkmış. Göcek’in köy olarak, modern bir köy olarak kalmasını sağlamışlar. İşte bu yüzden burası hala yapılan düğünlerin belediye tarafından hoparlör marifetiyle duyurulduğu küçük ve samimi bir yer olarak kalmaya devam etmiştir; "Dikkat dikkat! Ali ağanın oğluyla Veli babanın kızı cumartesi akşamı evlenecektir; tüm halk meydana davetlidir."
Davet öyle içtendir ki; o cumartesi akşamı orada olamadığına üzülür insan.
En uzak yeri, sizin o an bulunduğunuz noktaya beş yüz-altı yüz metre olan Göcek’te bu düğünlerin yapıldığı küçük meydanın yanı sıra sayısı altıyı geçmeyen lokanta ve üç-beş tane de hediyelik eşya satan dükkân var. Yani Göcek’e gelmiş iki insanın karşılaşmama imkânı yok gibi bir şey. Ve tabi ki marinasını da unutmamak gerekir. Marina, son derece güzel ve şık inşa edilmiştir ki buram buram kalite kokan havasıyla kendinizi bir an İtalya, Fransa veyahut herhangi bir Yunan adasının limanında hissedebilirsiniz.
Koy koy içine saklanmış, çam ağaçları denize sarkmış. Koy ve adacıkların isimleri de gayet basitçe seçilmiş. Yayvan tepeciklerden oluşan adacıkların tamamına yassıcalar, zamanında fazla sayıda yaban domuzunu barındırdığı için ‘Domuz Adası’, zeytin ağaçlarıyla dolu olduğundan ‘Zeytin Adası’, zamanında Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun gelip çok beğenerek buradaki bir kayaya balık resmi yapmasından dolayı ‘Bedri Rahmi Koyu’, bir rivayete göre Cleopatra’nın gelip yıkandığı yere ‘Cleopatra Koyu’ denmiş. Koylar, içe doğru öyle derin ki doğa ana tüm hünerini göstererek denizi küçük havuzlara döndürmüş adeta. Deniz öyle temiz, rengi öyle berrak ki insan suya girmeye çekiniyor, ya kirletirse denizi diye sanki.
Kocaman bir dolunay var şimdi tam tepemde ve teknenin üst katında, cırcır böceklerinin sesi eşliğinde yazıyorum bu yazıyı şimdi. Ruhum uyuşmuş, oksijen çarpması yaşıyorum sanırsam. Likya’nın turkuaz sularında saçıma vuran yakamozlarla denizkızı triplerine girdim, kafamda deli sorularla Bedri Rahmi ve Cleopatra’ ya özendim. Zaman da farklı işliyor burada, sanki dün gelmişim gibi hissederken bir yandan da günler, aylar geçmiş gibi. Denizde zaman yavaş akar diyor denizciler, çünkü şehirde harala gürele geçen her saniyenin denizde farkına varırsınız. Tekne, derin denizleri yararak uzaklara yol alıyormuş. Her şeyden, belki de en çok kendinden kaçıyormuş. Öyleymiş de gerçekten, günlük ritüeller, işler, görevler bir gemi halatının bağlandığı dubaymış meğer. Halatlar dubadan çözülünce onlar da geride kalıyormuş, ta ki geri dönünceye kadar. Bu arada doğanın işi bu belli mi olur, belki fırtınayla da karşılaşabilirsiniz. E iyi ya işte, iyi kaptanın durgun havada mı belli olur. Hem bir şey söyleyeyim mi; Fırtınalar bazen iyidir bile, belki geminiz biraz sallanır ama güvertede hiç pislik kalmaz…
Cansen ERDOĞAN
Twitter’dan takip etmek için @cansenerdogan