DUR! …
Gün doğuyor, gün geçiyor, güneş batıyor, akşam oluyor… Ertesi gün, daha ertesi gün aynı hızla, aynı ivmeyle geçip gidiyor. İşte bu durağan silsilede, hayatın içinde, yapamadığımız, yapmaya fırsat bulamadığımızdır o. Hani bir koşturmaca sırasında metro çıkışında gözlerini kapamış keman çalan adamı durup dinlemek, işe giderken bir an için durup derin bir nefes alabilmek gibi. Okula yetişirken ipinden kurtulmuş bir uçurtmayı görünce durup gülümseyebilmek, onca kaos içinde koştururken ansızın durup ben neredeyim, ne yapıyorum diye düşünmek gibi…
Hayatın kendisi görsel ve sosyal ve izlenesi bir şölen iken onca koşturmaca arasında durup bakmadan, durup seyretmeden geçip gidiyor yanı başımızdan ve bir gün fark edip de geriye bakınca diyebildiğimiz sadece; ‘Ne kadar da çabuk geçip gitmiş zaman’…
Bir gün, bir adam durdu. Biber aromalı bir ambiansta, her şey bir gaz ve toz bulutundan ibaretken, coplanan, gazlanan, gözaltına alınan ve direnmeye çalışanlardan farklı olarak sadece durdu. Artık tarihi bir meydan olma özelliği taşıyan Taksim’de heykelin tam karşısında durdu ve düşündü. Ama düşündüğünü söylemedi, söylemediği için de kimse suçlayamadı onu. ‘Susma hakkı’ vardı hâlihazırda da, ‘durma hakkı’ yoktu mevcutta. Ve o, marjinal, teröristi provokatör, eylemci diye nitelendirilen onlarca kişiyle birlikte unutulmayacak bir demokrasi dersi verdi aslında. Çadırsız, maskesiz, toma önüne yatmasız, sosyal medyasız sadece iki ayağının üzerinde durarak, hareket etmeden ve tek söz söylemeden protesto etti Gezi Parkı’nda olanları.
Bakırköy Akıl Hastanesi’nin önünde meşhur bir heykel vardır, bilirsiniz. Hani Rodin’in meşhur ‘Düşünen Adam’ heykeli. Merak ederdim, niye o heykel oraya konulmuş diye. Birisi; ‘Düşünüyor işte adam. O hastanedekiler, içeridekilerden belki daha akıllı, bu düzeni, bu işleyişi kabul edemedikleri, olanı biteni hazmedemedikleri, akılları kaldırmadığı için buradalar belki, heykel de onların bu çıkmazlarını simgeliyor; Orada ‘durarak’ ve ‘düşünerek’. Şimdi ise Taksim Meydanında hareket etmeden duran o adam, orantısız zeka ve sessiz devrim heykelinin adı olmuştur.
Bir yerde okumuştum; ‘Sessizlik, bazen en büyük çığlıklardan daha seslidir, etlisi daha kuvvetlidir’ diyordu. Onca gürültü, gaz, cop darbeleri, feryat figan sesleri arasında adamın biri sadece durarak ortalığı birbirine kattı, o bahsi geçen ve sokağa dökülen yüzde ellinin ne demek istediğini çok net anlattı. Bu biraz yaramaz çocuk-sinirli baba hikâyesine benziyor; Çocuk yaramazdır, atlar, zıplar. Evin içinde türlü muzırlıklar yapar. Baba sürekli cezalandırır oğlunu; en sevdiği çizgi filmi izlemesini yasaklar, oyuncaklarını kırar atar, karnı aç yatmasını sağlar. Çocuk, her cezayı sessizce kabullenir, yatağında kendi kendine ağlar. Sonra bir gün çocuk, kendi yapmadığı bir şey yüzünden suçlanır ve babası parka gitmesini yasaklar. İşte o an olan olur, çocuk birden patlar. Dikilir karşısına babasının, olanca kuvvetiyle bağırır, haykırır. Kaybedecek şeyi kalmamıştır, bir tek parkı vardır, madem artık o da olmayacaktır, o zaman susup kabullenmenin de bir anlamı kalmamıştır. Baba şaşırmıştır bu tepki karşısında, susup kalır. Biraz fazla ileri gittiğini anlamıştır ama ne yazık ki geç kalmıştır. İş çığırından çıkmış, saygınlığı sarsılmıştır. Yıllardır süren kabullenişi, ‘sükût ikrardan gelir’ olarak algılamıştır, yanılmıştır. Çünkü çocuğun sessizliği asaletindendir, o bunu kaçırmıştır.
‘Duran adam’, hiçbir şey yapmadan çok şey yapmış olandır ve bu direniş eyleminin provokasyondan ari bir hareket olduğunun en açık kanıtıdır. Ve kim bilir belki bir gün gelecek, Taksim’de tam durduğu noktaya özgürlük ve insan hakları temalı bir heykel dikilecek ve anlatacağız çocuklarımıza; Bir gün bir adam durdu, sustu. Bu suskunlukla sesi o kadar gür çıktı ki tüm ülke de bir an için durdu. Seksenlerin siyah-beyazından, doksanların alacasından sonra milenyumda yüzünü yağmurdan sonra çıkan gökkuşağına dönen jenerasyon işte böyle başladı…
“Duran”ların maceraları, hareket edenlere göre daha fazladır. Çünkü şiddet uygulanamaz onlara, gözaltına alınamazlar, yoksa ‘durduk yere’ gözaltına alınmış olurlar ki bu da pek mantıklı olmaz. Yerinde duramayanlara dert olurlar. Dimdik dururlar ve sarsılmazlar. İdolleri ise Anıtkabir’de hiç kıpırdamadan yatıp ‘duran adamdır’ ve bu daha başlangıçtır.
Özüne inildiğinde herkes bir duran adam aslında. Hatta duran adam olma olgusunun ilk dayandığı yer için çocukluğumuza biraz inmek yeterli; Hafta başı ve Cuma günü yapılan bayrak töreni, andımız ritüeli okullarda. Sonra maç izlerken, durakta otobüs beklerken, uzanıp yatağa düşünürken duruyoruz, durduruyoruz hayatı birkaç zamanlığına. Hayal kurarken, plan yaparken, bir şeyler tasarlarken adamlık yapıyoruz işte, duran adamlık. Yeri geldiğinde durmayı bilmek, zamanı geldiğinde durabilmek bir erdemdir. Son sözünü söylememeyi, geri çekilmeyi, had-sınır bilmeyi ve özür dilemeyi de içine alan kocaman bir eylemdir.
Ve bir gün herkes duran adamlığı tadacaktır. Önemli olan durmak değil, adam olmaktır. Çünkü her adam, yeri geldiğinde duracaktır… Ya da durdurulacaktır!
Cansen ERDOĞAN
@cansenerdogan