Ve karardı ekran...
“Son” yazısı göründü ve fonda da unutulmaz müziği çalmaya devam etti.
Elim kumandaya gitti ama kapatmaya yine içim elvermedi.
Bilmem kaçıncı kez izleyip bilmem kaçıncı kez gözlerimin dolduğu bir sefer daha…
Filmin adı da “Selvi boylum al yazmalım”.
Lisedeyken sanat tarihi hocası;
“Sanat eserlerini diğer eserlerden ayıran kriter, sanat eserine her baktığınızda, eserdeki farklı bir anlamı yakalayabilmenizdir” demişti.
O zamanlar, her bakışta farklı bir anlam bulabilmek biraz ütopik gelmişti.
Oysaki bu filmde, enteresan şekilde apayrı bakış açıları yakalarken aslında büyüdüğümü de fark ettim.
Filmde Asya ve kamyon şoförü İlyas, birbirlerine delice aşıkken, İlyas’ın sorumsuzlukları yüzünden Asya’nın oğlunu da alarak evi terk etmesi ve karşısına çıkan Cemşit’in yakın ilgisi ve dingin sevgisi ile İlyas’ın kavurucu aşkı arasındaki bocalama hikayesi konu ediliyor.
Yıllar önce filmi ilk izlediğimde Asya’ya kızmıştım seçiminden ötürü, kıydığını düşünmüştüm sevgisine ve kınamıştım şiddetle.
Oysa şimdi filmi bittiğinde, gözlerimin önünden şu sözcükler geçti büyük harflerle;“Sevgi emek, aşk cesaret ister”…Sevmekle uzayıp giden bir çizgi, emekle düz bir doğrudur aşk ancak…
Dünyayı kuran söz aslında emek, hayatın şifresi…
Annenin büyüttüğü çocuk, bahçıvanın elindeki çiçek, yarenin gözyaşıdır emek.
Babanın eve götürdüğü sıcak ekmek, öğrencinin çanağı kan dolmuş gözleridir.
Biriktirilmiş para, uykusuz geceler, bitmek bilmez yürek ağrısıdır.
Hayatta her şeyin bir bedeli vardır ve bu bedel de emektir.
Namusla koyun koyuna uzanır çoğu kez emek, alınteri can yoldaşıdır.
Verdiğin emek kadar verir hayat da karşılık. O kadar kazanır, o kadar başarırsın.
Bazen de verdiğin onca emek, gösterdiğin sebatla kalakalırsın ortada.
“Hani iyi niyetle yapılan, emekle inşa edilen her şeyin karşılığını alırdın”.
Öfkeyle karışık bir isyan başlar içinde.
“Her şey tamam da, emeklerime yazık oldu” diye hayıflanırsın günlerce.
Sonra Mevlana’nın dizeleri gelir aklına şöyle;
“Mücevherden sarraflar anlar, ancak başkası bilmez. Ne fark eder ki kör insan için, elmas da bir, cam da...Sana bakan bir kör ise, sakın kendini camdan sanma...”.Ve verdiğin emekleri helal edip heybende tertemiz vicdanınla devam edersin yoluna…
Dedim ya verilen emek, her zaman dışarıdan öyle kolayca da anlaşılmaz.
Hele de emek sonunda kazanılan başarılara, dünya hazır değilse…;
“ İtalyan yazar Lucianno düşünce suçlusuydu. 4m2 lik bir hücreye mahkum oldu, hem de tam 17 sene için ! O kahrolası hücreye yerleştiği birinci gün her şey normaldi.
Aradan birkaç hafta geçti. Lucianno düşünmeye başladı "burada 17 sene nasıl geçer..."
Aradan aylar geçti. Sanki her geçen gün biraz daha mahkum oluyordu zavallı hücresinde.
Bir sabah bir karıncanın burnunu ısırmasıyla uyandı Lucianno.
Onu büyük bir titizlikle parmağının ucuna alıp "acaba" dedi.
“Acaba bu karıncayı yetiştirip kendime bir dost yapabilir miyim?”
Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu ve denemeye değerdi.
Karıncayı yanı başında duran küçük sehpaya koydu.
Karınca karıncalığını yapıp, kaçmaya çalıştıysa da Luci bırakmadı onu.
Etrafını çevirerek karıncanın kaçmasına engel oldu.
Onunla konuşmaya ve onu eğitmeye kararlıydı.
Başarabilse yalnızlığı sona erecekti.
Karınca ile tam 3 sene uğraştı.
Karşılıksız da olsa konuştu ve dertlerini anlattı ona.
Bir de isim taktı karıncaya Tito.
Bir sabah Tito'sunun ona günaydın demesiyle uyandı Lucianno.
Bu duyabileceği en muhteşem sesti.
Büyük bir heyecanla yatağından dışarıya fırlayıp bağırmaya başladı:
“Konuştun, Tito sen konuştun. Nihayet konuştun. Günaydın, günaydın, binlerce günaydın dostum.”
Artık bir dostu vardı Lucianno'nun ve bunu hiç kimse bilmiyordu.
Tito'nun varlığı, yazarın en büyük sırrıydı.
Kimse duymamalıydı. Gardiyan duymamalı, bu rüya bitmemeliydi.
Bu büyük dostluk, tam 17 sene sürdü.
Hiç kimse bilmedi Tito'yu. Lucianno, Tito'ya tüm bildiklerini öğretti.
Konuşmayı, okumayı, yazmayı, dans etmeyi, şarkı söylemeyi, fikir üretmeyi...
Bildiği her şeyi öğretti. Kah ağladılar, kah güldüler.
Aradan tam 17 yıl geçti ve bir gün asık suratlı, soğuk yüzlü gardiyan kapıyı araladı.
Hazırlan yarın çıkıyorsun dedi beton sesli gardiyan.
Gardiyan gittikten sonra Lucianno ağlayarak karıncaya döndü "bitti Tito.
Bitti büyük dostum. Yarın çıkıyoruz, yarın özgürüz." dedi.
Tito, Lucianno'nun omzundaydı.
Sabahın körüydü ve mevsim kıştı. Kar lapa lapa yağıyordu.
Lucianno bavulunu havaya fırlattı ve "özgürlük" diye bağırdı.
Tito da bağırdı. Yağan kar umurlarında değildi.
Yürüdüler, kara inat yürüdüler. Özgürlük sıcaklığına kar mı dayanır kış mı? ...
Nihayet bir barın önüne geldiler. İçeride sızmış kalmış üç beş adamla kasanın başında uyuklayan barmenden başka kimse yoktu. Bir masaya oturdular.
Bir ara Lucianno'nun gözü masanın yanındaki aynaya ilişti.
Hapisten çıkarken yaptığı gibi yeniden mırıldandı, "vay bee".
Saçları bembeyaz olmuştu, yüzü buruş buruştu. Yaşlanmıştı Lucianno.
Tebessümüne aradan sızan birkaç damla gözyaşı karıştı. "barmen bize iki bira getir" diyebildi titrek bir sesle.
Barmen yerinden fırlayıp biraları getirdi.
Bir adamın iki bira istemesinin sebebini bilmiyordu.
Bilmesi de gerekmiyordu, zaten.
Lucianno omzundaki dostunu bardağın içine attı. İçtiler..
Tito da içti. İçtikçe keyiflendiler.
Bir ara Tito, bardaktan fırlayıp masanın üzerinde dans etmeye başladı.
Elini yüzüne koyup masanın üzerine abanmış olan Lucianno büyük bir gururla kendi yetiştirdiği dostunun dansını izledi.
Bunu mutlaka birilerine anlatmalıydı.
İyi bir şey yapmanın belki de en keyifli yanıydı onu biriyle paylaşmak.
Ama Lucianno, bu keyfi 17 sene hiç yaşayamadı.
Özgürlüğünün bu birinci gününde yıllarca gizli tuttuğu bu büyük ve onur verici sırrı birileriyle paylaşmalıydı.
Etrafına baktı. Barmenden başka kimse yoktu. "barmen, barmen!" diye seslendi.
Barmen yarı uykulu, Lucianno'nun masasına geldi.
Lucianno dans eden Tito'yu işaret ederek, büyük bir heyecanla;
"barmen şuna bir baksana, şuna bir bak..." dedi.
Barmen elindeki bezi, Tito'nun üzerine götürdü ve hızlı bir tek hamleyle "çok affedersiniz beyefendi" diyerek karıncayı ezdi...
Çok emekle zor elde edilen şeylere, çok da özen gösterilmeli, yoksa elden gitmesi bir an meselesi…
Hayat, bir ayakta kalma mücadelesi. Yaşamak için tetikte olmak, güçlü koşmak, biraz da kafayı çalıştırmak gerekli. “Emeksiz yemek olmaz”, çünkü bedava peynir sadece fare kapanında vardır.
Ve bir Afrika atasözü;
Her sabah Afrika’da bir ceylan uyanır. En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa öldürülecektir.
Her sabah Afrika’da bir aslan uyanır. En hızlı ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir, yoksa aç kalacaktır.
Aslan veya ceylan olmanız fark etmez. Güneş doğduğunda koşmaya başlasanız iyi olur.’